- 1677 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
YEŞİL GÖZLERİNDE KAYBOLAN DÜNYA
YEŞİL GÖZLERİNDE KAYBOLAN DÜNYA
İlk olarak 26 Ağustos da, günün sıcak dalgalarını taşıyan manalı bakışlarla tanıştılar. Genç kız , bir an da bir çift yeşil gözün etkisinde kalmış ve o derin, o manalı bakışların kendisine neler yaşatacağını kestirememişti bile. Ama bir gerçek vardı ki; ondan çok hoşlanmış ve belki de onu sevmişti. Bir an durdu ve düşündü genç kız. Bunca ömrü; tren istasyonlarında, otobüs terminallerinde, yollarda geçmişti. Vagonlarda, otobüslerde, metrolarda ve gemilerde seyahat etmekten bıkmıştı. Bu güne kadar tanıştığı erkeklerden çok farklıydı bu delikanlı. Zamanla ona ısınacağını, ortak duyguları paylaşacağını ve her şeyden önemlisi bu delikanlıyı seveceğini biliyordu. Nitekim öyle de oldu…
Bu sevgi tek taraflı değildi. Ama yine de “Seni Seviyorum” sözcüğünü ilk kullanan genç kız olmuştu. Bu bir ilgi değil, bu sevgiye bağlı büyük bir Aşk’tı. Delikanlı da seviyordu genç kızı. Bu aşk zamanla büyüdü büyüdü büyüdü ve yüreklerine sığmaz oldu…
Ne de olsa; Anadolu da yetişen bir genç kızın ve Trakya’lı bir delikanlının öyküsüydü bu…
Söylesene yeşil gözlü sevgilim, sana karşı çocuk oyuncağı yalnızlığım ve yalanlarımla bir kez daha güçlü kalabilecek miyim? Kendi hayatımın güler yüzlü tek katili olarak, bir kez daha yenik düşecek miyim yaşama? Bu güne dek kimi sevip bağlandıysam, dost bilip yalnızlığımı paylaştıysam, hep benden kaçtılar. Beni dipsiz boşluklara ittiler. Şu an da sus payı yalnızlığımla sana sığınıyorum, Sen de beni terk edip gitmeyeceksin değil mi? Beni yıldızlar gibi yalnız bırakmayacaksın değil mi?...
Biliyorum; ayrılıklara inat ayrılmayacağız seninle, düşlere inat yaşayacağız birlikte ve seninle ömür boyu, sadece aşkımızı yaşayacağız. Beni üzmemek için gösterdiğin çaba çok hoşuma gidiyor. Bir dediğimi iki yapmıyorsun, beni kırmamak için elinden geleni yapıyorsun üstelik ve bu davranışın mutlu ediyor beni. Tüm bunların karşılığı olarak; ben de sana olan sevgimi sunmak istiyorum, eğer kabul edersen artık seninim…
Hani bir gün pasajların birinde gezinirken, akvaryum balıkları satan bir balıkçı dükkanına girmiştik. Ve oradan iki tane küçük kırmızı akvaryum balığı almıştık. “Aman Allah’ım ne şirin şeylerdi onlar öyle” onları ilk görüşte çok sevmiştim. Hatta çoğu günler yemlerini ben veriyordum, nasıl da suyun üzerine çıkıp kapışıyorlardı. İşte bu çok hoşuma gidiyordu. Akvaryumun suyunu hep ben değiştiriyordum. Ardından senin dağıttığın odanı bile ben toparlıyordum. Ve sana o gün bir balıkçının sevdasından, kavuşamadığı ve hep özlemini duyduğu aşkından bahsetmiştim…
Biliyor musun; bizim de sonumuzun öyle olmasından çok korkuyorum. Ayrılık kelimesini hiç sevmiyorum zaten, bir ölüm gibi geliyor bana. Sanki zehirli bir iğne, ya da yaşarken ölmek gibi bir şey…
Her defasında kırılan bir kurşun kalem bu, o yüzden eşit bir ölüm istiyorum. Seni bir tek dokunuş için ölümsüz yapıyorum. Ölüm bile aşkımızın güzelliğini alamayacak bunu biliyorum…
Bana taktığın bu ismi hiç sevmedim doğrusu. “Şopar” ne anlamsız bir isim bu böyle. Daha güzel daha anlamlı bir isim olabilirdi oysa ki. Ancak bu benim için o kadar önemli değil. Önemli olan, beni gerçek anlamda seviyor ve değer veriyor olmandır…
Biliyor musun; sana olan sevgim yüreğime sığmaz oldu. Kanıma, damarlarıma kadar işledi. İçimden avazımın çıktığı kadar bağırmak “Seni Seviyorum” diye haykırmak geliyor. Sonra bu duygularımı seninle bastırıyorum…
Doğum günümde hediye ettiğin, amerikan gümüşü olan yüzüğü parmağımdan hiç çıkarmıyorum. O bana seni hatırlatıyor, o bana seni yaşatıyor. Ve o yüzüğü aşkımızın sembolü olarak, ölene keder parmağımda taşıyacağım. Yüreğimde taşıdığım ölümsüz sevdam gibi…
Hatırlıyor musun; aysız gecelerde göz yaşlarımızla süslerdik gökyüzünü ve rüyalarımızda büyütürdük sevdamızı. Ağlamayı sevmezdin sen, hüznün ve göz yaşının melankoli kederler getirdiğini söylerdin. Aslın da sen haklıydın…
Sen saltanatını sürdüğüm yaşamın ayrılmaz bir parçasısın. Ve sen bu Anadolu topraklarının bağrında yetişen bir genç kızın, hayallerini süsleyen kahramansın…
Bu topraklar Trakya topraklarına benzemez, cezp eder insanı ve ayrılamazsın. Havası, suyu, insanları bambaşkadır. Hele dağlarına doyum olmaz. Sen bir Trakya delikanlısı olarak, artık Anadolu’da yaşayacaksın, bu toprakların bu dağların oğlu olacaksın…
Dedim ya bir sevdadır bu; yemek gibi, içmek gibi. Hem de delice bir sevda. Zamanında ne canlar verilmiş sevda uğruna, aşk uğruna. İşte bizim sevgimizde öylesine büyük, öylesine içten ve öylesine yürekten ki…
Sana ne kadar “Dağların Oğlu” sun desem de, biliyorum ki öyle değilsin…
Sen bilmezsin; bu topraklar Trakya topraklarına benzemez.
Sen bilmezsin; bu yörenin insanları, sizin yörenin insanlarına benzemez.
Sen bilmezsin; bu topraklarda filizlenen aşk, sizin batı usulü aşklarına benzemez, katıksız ve şeffaftır. Ama bizim buralarda neler yok ki…
Her ne kadar bu şehre alışamadıysan da, buradaki güzellikleri yaşayamadığındandır. Ama bir gerçek var ki; ben seni yaşadım, seni sevdim. Sana öyle alıştım ki, artık günler değil, haftalar değil, aylar yıllar değil, mevsimler bile seninle başlayıp seninle bitiyor. Bizim buralarda aşklar böyle yaşanıyor…
Bir gün dönümüdür zaman, anlatamadıklarımın yazamadıklarımın hayırsız döngüsüdür. Benim için öyle kutsal bir sevdasın ki, bunu anlatmak için kelimeler bile yetersiz kalıyor. Belki de bu duyguları ilk kez taşıyorum yüreğimde. Seni görmediğim an özlüyor ve boşluğu iliklerime kadar hissediyorum…
Bana verdiğin gözyaşlarını gül demetlerinde saklıyorum. Yitirdiğim sevinçlerimi seninle paylaşıyorum. Seni anlatmak istiyorum; gökteki yağmur bulutuna, kurşun yiyip düşen turnaya, zıpkın yemiş balığa, uçan kuşa, esen rüzgara, gözlerimdeki yaşlara, berrak akan pınarlara, oyuncağını kaybedip ağlayan çocuğa ve dağlardaki yalçın kayalıklara…
Seni anlatmak istiyorum……
Üç gül damlası acılarınla, beni mutluluktan öldürebilirsin. Her anımı, her dakikamı seninle paylaşmak, seni seninle yaşamak istiyorum…
Nedendir bilmem her defasında; heyecandan elim ayağım titriyor, hatta karşında konuşamıyorum bile. Seninle olduğum anlarda gökyüzünde bir yıldız oluyorum, bir o kadar hür, bir o kadar da ışık saçıyorum etrafıma. Böyle anlarda; bazen yıldızların ağladığını görüyorum, bazen de bana sırdaş olduklarını…
Seninle unutulmaz güzellikler yaşadık; yeri geldi bir ekmeği, bir bardak suyu, aynı odayı paylaştık, yeri geldi gözyaşını, hüznü, mutluluğu, aynı yastığı paylaştık. Bazen kader arkadaşı olduk, bazen iki düşman. Bazen mutluluğu yaşayan ve yaşatan etrafını gülücüklere boğan bir çift, bazen de kadeh arkadaşı olduk…
Bir bar da seninle sabahlara kadar içtiğimiz günleri hatırlıyor musun?... Hani böyle gecelerin birinde yine sabaha kadar içmiştik ve kör kütük sarhoş olmuştun sen, ben de birazcık sarhoştum tabi ki… O gece delice bir aşk yaşamıştık seninle, hala bu gün gibi hatırlıyorum ayak tırnaklarımdan, saçımın teline kadar öpüşünü…
Sevişirken bile yüreklerimizi alıp gökyüzüne fırlatıyorduk. Aydınlığın arkasına gizlenen, karanlık geceleri sorguluyorduk. Uykusuzluğumuz yetmezmiş gibi, üstümüze kapanıp bizi görünmez kılan, bir utanmaz gecenin içinden geçip geliyorduk. Gözbebeğinde ikamet eden hüzün ise, tıpkı doğduğum bu kentin dağındaki tek ağaç gibi, dimdik duruyordu bana inat. İçimizdeki deli çığlığı böyle bastırmıştık ve geceyi sabaha biz devirmiştik sanki…
Biliyorum geceler sır saklar, geceler karanlıktır, geceler utanmaz. Ama yine de geceler asildir…
Ölümün üzerinde bir leş kargasıdır zaman. Gece kuşlarının son nakaratı gibidir. Kalbim ise geriye alınamayan bir saat gibi…
Ne çabuk geçiyor zaman, daha tanışalı dün gibi. Ve ne çok şey yaşadık, ne çok şey paylaştık seninle. Bazen, belirsizlik dolu geleceğimle uzaklara gitsem diyorum. İşte o zaman ümit etmek yetecek mi sana? Tek elin yetecek mi kendini yaratmana?…
Anlatsam başımdan geçenleri bir masal olarak dinler misin? Oysa ki tüm maviliğimiz tükenmiş, şafağa ulaşamıyoruz bir türlü. Aydınlık umutlarımıza kar yağıyor artık ve donuyor bakışlarımız, sevdalarımız. Öylesine aykırı ve paramparçayız ki, çoğaldıkça ölüyoruz aslında…
Bu gün seninle aşkın kokusunu yeniden duydum ve çok mutluyum. Ne olursa olsun yaşadıklarımıza inat, aşkımızı bir kalemde silip atmayacaksın değil mi? Aslında biz ikimiz birbirimizin kahramanıyız. Bu sevgimiz fısıldayan bir hıçkırığın kalpte kalan son düğümüdür…
Ne ihanetin ne de gölgelerin rengi vardır. Ama yaşanılan aşkların mutlaka bir rengi vardır.
“AŞKIN RENGİ KIRMIZI”
Karanfil kırmızısı gül kurusu sevda içindeyim. Yüreğimde bir kıpırtı var, sanki bir kuş gibi kanat çırpıyor. Çırpmıyor da uçmaya çalışıyor gibi. Serbest bıraksam yüreğimin kapısını, bir an da uçup gidecek sanki…
Sevda bahçesindeki en güzel sevgi senin olmuş da, yine de söylenip duruyorsun. Bu ne biçim sevdadır ki, üzerine etmişiz yeminimizi…
Bir şiir gibi, bir türkü gibi yer aldın gönlümde, silip atmak mümkün mü?
Aslında biz birbirimizi yaşıyoruz, ama yaşadığımız sürece kendimizi tamamladığımızın farkında bile değiliz. Yani biz; aslında ikimiz bir elma gibiyiz. Yarısı sen, diğer yarısı da ben. Sen olmazsan ben, ben olmazsam da sen, hiçbir işe yaramayız yeşil gözlü sevgilim…
Hep mutluluğu yaşayacak değiliz ya, hüznün de güzel yanları vardır elbette. Biliriz ki güzel olan her şey güzeldir. Güzellikleri yaşamak ve yaşatmak da güzelliğin kendisidir. Ve biliriz ki, güzel olan her şey gibi bütün çiçekler de güzeldir, en az hüzün çiçekleri kadar…
Her geçen günün ardından sana daha çok bağlandığımı hissediyorum. Hele gece yarısı olup ta, senden ayrı kaldığım saatlerin acısı yüreğime işlediğinde kahroluyorum. Bir saatte bin defa ölüyorum sanki…
Sesini duymak için açtığım telefon, saatlerce kapanmak bilmiyor. Yeri gelse sabahlara kadar konuşacağım seninle . ama olmuyor işte, olmuyor ki sevgilim. Uykusuz da kalsak, yorgun da olsak bildiğim bir şey var “ SENİ SEVİYORUM”
Ne çekip giden aşklar, ne geçen zaman saatleri durduramaz. Soruyorum sana; etrafımıza dolan bu karanlığı kim silecek? Kim kilitliyor paslı kapılar ardına aydınlığı?...
Aramızda bir sessiz dünya, bir esmer gölge var sanki. Her tik – tak sesi biraz daha götürüyor beni karanlığa. Saatler 12.00’ yi vuruyor yine, bu saatler de kendimi sorguluyorum siyah bir karanfilin gölgesinde. Bir mahkum gibi, bir suçlu gibi oluyorum bir anda. Sancılı bir gece daha bitmek üzereyken, ben hala saat 12.00’ lerin sorgulamasında kalıyorum…
Hani bir gün; oturduğumuz cafe de paylaştığımız güzel günlerden bahsederken, ellerimi tutup beni sevdiğini söylemiştin. Bir hıçkırık gibi, kör karanlığın kuyusundan çıktım sanki. İşte o an yüreğim yerinden fırlayacak gibi oldu. Yüreğimde iliklenmiş acıları, içimde bitmeyen sevdalara katık edip, yanağına masum bir öpücük kondurmuştum. Ne çok hoşuna gitmişti, en azından yediğimiz pizza’dan içtiğimiz ayrandan daha güzeldi…
Ne sert bir kış yaşıyoruz değil mi? Kış gitmek, yaz gelmek bilmiyor bir türlü. Hava ne kadar soğuk olursa olsun, içimi ısıtan bir ateşsin sen. Yakarışlarım bıçak olur dilimi keser. Güneşin altında uzanan nehirler gibi, yanaklarımı sulayan göz yaşlarım, hep sana mahkumdur. Aslında bu; gözlerimin isyanıdır, ellerimin isyanıdır, ruhumun isyanıdır, yüreğimin isyanıdır…
Bir an da; uzak hatıramdan bir damla şarap yıllanır, yumruk yumruk düğümlenir yüreğimdeki acılar. Maziye dalamam, kahpe bir vurgun iner gözlerime, ve duyuramam sevdamı kör puslu gecelere. Sonu gelmeyen aylarda neden bir tek şubat öksüz? Neden şubat ayları kısa ve soğuktur?...
Ben Şubat’ta seni yaşadım, ben Şubat’ta seninle ağladım, ben Şubat’ta sığınacak bir yer buldum…
Bilirsin sevdalar büyür koynumda. Dalgalar beşiğim, balıklar sırdaşım, yüreğim aydınlık bir gece olur seninle. Bir yanık türkü, bir garip şiir arkadaş olur bize. Geceyi gündüze çeviren aydınlığın tek kapısı bize açılır. İşte o an, aydınlığın ışığında kayboluruz. Gecenin koynunda çırılçıplak bir hüzün yaşarız. Şafak söker utanç dolu karanlığın ardından ve bir umut belirir, gönül pınarımın gülümseyen bahçesinden…
Nedendir bilmem; bu günlerde çok düşünür oldum seni. Seni ve yaşadığımız gün ışığı sevdaları. Ne kadar yalancı güzelliklerden uzak kalmak istesem de, hep bahar olup giriyorsun düşüncelerime. Yarınların kucağında suskun günlerim var yüreğimde. Ama bir de sen girdiğin zaman düşüncelerime, bir solukluk özgürlüğüm, bir anlık sevincimle yok olup gidiyor. İşte o an sevgimi kurşuna dizesim, güneşe zincir vurup aydınlığı örtesim geliyor…
Avuçlarımda rengarenk çiçeklerle, düşüncelerimde ki seni süslüyorum. Bir de bu yetmezmiş gibi, yanındayken bile uykusuzluğun içindeki seni özlüyorum…
Böyle içten öpmezdin beni önceleri ve hiç böyle içten sevmezdin. Şimdi yaman bir yalnızlık yaşıyorken, kayıp kentin soğukları gibi geç kalan yağmura küsüyorum. Henüz doğmayan güne, sökmeyen şafağa seni soruyorum. Açlık, susuzluk seni unutturmuyor bana…
Ben Anadolu’nun bağrında yetişen bir genç kızım. Benim sevdam öyle içten, öyle kuvvetli olur ki, bir fidan gibi büyütürüm yüreğimde. Her şeyimle doğal bir Anadolu kızıyım ben. Batılı insanlar gibi yapmacık değilim… olamıyorum da zaten…
Yüreğimin derinliklerinde büyüttüğüm sevgim, nazlı bir gelin kadar temiz ve saf dır. Zaman kavramı yer almaz benim sevgim de, ancak hayatın vurgunları diz çöktürüyor insana. Sığınacağın bir şey, bir yer ararsın ümitsizce okuduğun dua da…
Ne zaman ki acılarımı rafa kaldırıp koysam, sünepe bir bulut beni gözetler. Sonra sızı yağmurları ıslatır tüm umutlarımı. Yana başımı duvarlara vurup parçalamak geliyor içimden ve senden ne kadar uzaklaşmak istesem de, sevdam beni bırakmıyor…
Dün yine geçtin umutlarımın ortasından. Gönlümün gökyüzündeki yalnızlıkları delip de geçtin. Şakaklarımda ateş, yüreğimde kor, beynimde sen varken umutsuzluğun ortasına düşüverdim. Bir nefes alımı kadar yakınız birbirimize ve sabırsızlığın koynunda umutlarımı yitirdim yine…
Kazanılmış nefretlerin övüncü sindi aynalara ve bir de utanç…
Dönüp dolaştı umutların yok olan adresi, umutsuzlukta son buldu aysız gecelerin nöbeti.
Bu günlerde zamanı kovalar oldum, zamanı katleden oyuncaklarla çocuklar gibi oynar oldum. Hep umutlarla yetindim ama olmadı, sevgim boğazımda düğüm düğüm, yazgımsa beni bırakmadı…
Nedense bu günlerde hep benden kaçar oldun. Oysa ki çok şeyler yaşadık seninle, çok şeyler paylaştık. Bu güne kavuşmuşken, dünü nasıl unutabilirsin?...
Bu kaçışın mutlaka bir nedeni olmalı. Şu an da acımasız bir öykünün kahramanıyım ve sadece bununla mutlu olmayı bilmeliyim. Soylu sevecen bir rüzgarın peşine takılmış, sürüklediği yere kadar gideceğim. Daha dün bütünleşen ellerimiz, bu gün soysuz bir sancı çekiyor. Kor güneşin grup yakamozunda, günler geceler boyu ağladık nem döken yapraklara. Ve sen beni bir kalem de bırakıp gidiyorsun uzaklara…
Yaz mevsimi inatla tırmanır ıtır kokularına. Doğa tutkunu olan ben; vuruldum aldığın iki küçük kırmızı balığa. Her gün onlara yem vermekten mutluluk duyuyorum. O küçük akvaryum da, onlar da büyük bir aşk yaşıyor aslında. Yangınlar coşuyor sularda, avutuyorum donup kalan anılarımı. Görkemli yıldızları bu sularda yıkıyorum. Ruhumun loş ışıklı yalnız denizinde, bir ben yapamıyorum sensiz, bir ben ölüyorum sessiz…
Karanlıkta sesler duyuyorum; çığlıklar, gök gürültüsü, yağmur, köpek havlamaları ve bir afet kopuyor sanki, bir fırtına, bir heyelan bu. Denizler kabarmış, yerler yarılmış, herkes de bir telaş, gök ikiye ayrılmış. Aydınlık yarınlara uzatıyorken ellerimizi, bizi de yakalıyor ufuktaki çizgi. Büyük bir korkuyla kendime geliyorum bir an da. Kan ter içinde kaldığım bu rüyadan uzaklaşmaya çalışıyorum sadece. Ve göz kırpan deliliklerimizi, adım adım yaşayalım istiyorum. Ama böylesi günlerin de sayısı çok azdır biliyorum. Bir an da; bir kabus, bir karanlık çöktü gündüzümüze. Bulutlar saklandı, yağmurlar bize küstü, toprak suya hasret kaldı…
Yaşadıklarımızı görmemezlikten, söylenenleri duymamazlıktan gelemezsin. Kayıtsız kalamazsın bütün bu olanlara. “Beni ilgilendirmez” diyemezsin. Biz ayrı dünyalarda ayrı zaman dilimlerinde yaşamıyoruz ki. Seninle ben bir duvarın taşları, bir fabrikanın dişleri gibiyiz sevgilim…
Düşünüyorum da; yeterince deli bir sevda yaşamamışız biz…
Bu senin ilk gidişin olacak, biliyorum tekrar döneceksin sevdasız diyarlardan. İlk gidişin de olsa; senden ayrı kalmak korkutuyor beni. Hasret parçalıyor içimdeki geceleri ve bakamıyorum sensiz aydınlığa. Şimdiden özlüyorum seni, Eylül ayının bu sıcak uykusuz gecelerinde. Şimdiden gölge gölge hayalin düşüyor sürekli oturduğun yanı başımdaki koltuğa. Ve seviyorum seni; bir yavru kuş, vahşi bir ceylan gibi…
Gidişinle yaş sızar gözlerimden, tayfunlarında kalırım en azgın denizlerin, fırtınalarda yok olurum sanki. Sensiz yaşayamam bir an da, bir an da kül olur sönerim, bir an da acılarda boğulan dünyayla birlikte bir damla yaş, bir avuç kan olurum. Ve sonra ben de düşerim senin gittiğin yollara…
Gidişinle bir kuş uçar uzaklara, kanadından yaş damlar ufuklara, yüreğinden hasret damlar yatağıma, gözlerinden yaş süzülür iz bıraktığı ufuklara. Küçük bedeni bin yerinden yarılır, ince narin kanatları sürünür mavi göklerde. Sesi duyulmaz, içi görünmez, sadece izi kalır bulutların sonsuz maviliğinde. Ve öylece uçar bilinmezliğin boşluklarına doğru…
Gidişinle; ben de bir kuş olurum gökyüzünde, kanat çırparım sana doğru.
Gidişinle; filizlenen umutlarım kırılır, yapraklarımdan hasret damlacıkları süzülür…
Kolay değil barışı sevdayı dilenmek, kolay değil sevdiğinden ayrı kalmak. Dedim ya, seninle ben bir duvarın taşları, bir fabrikanın dişleri gibiyiz. Biz birbirini tamamlayan bir elma gibiyiz…
Kolay mı ki, bir an da hoşça kal demek? Ardına bakmadan gidebilmek kolay mı?
İçimde kök salan sevdama “Git” diyebilmek, seni sensiz yaşamak kolay değil elbette. Kolay olmayacak bir başına kalmak ve kolay olmayacak bilinmezliğin boşluğunda yeniden sevmek…
Her gecenin karanlığında sen gelirsin aklıma ve gül işlemeli yastığımda bir damla kan olursun hayallerimde. O an bir yıldız kayar gecelerden, bir yaprak toprağa düşer ve bir umut yok olur ardına bakmadan. Bir canım var feda etsem, sevdamın ne kadar büyük, ne kadar manalı olduğunu bilemezsin. Ve bilemezsin acılardan arda kala, semalara yükselen haykırışımı. Sesin kulaklarımdan, hayalin gözümden gitmiyor bir türlü. Sinemi parçalayan bir acıyla, yüreğimdeki hasreti haykırıyorum ve yırtıp atmak istiyorum yalnızlığımı…
Kırlangıç kanadına düşen anılarımı, sadece sana anlattım. Denizin sonsuz maviliğinde sadece seni yaşadım. Ve bana yaş günümde armağan ettiğin, amerikan gümüşü olan yüzükle sırlarımı paylaştım. Kozmik rüzgarların anısına bıraktığın o beyaz güle, doğan günün şarkısını söyledim.
Gittin ya uzaklara, biliyorum döneceksin bana geç te olsa. Bilinmezliğin boş çukuruna düştüm yokluğunla. Seni arar seni sorar oldum her yerde. Sen yoksun ya; ne bu yaşadığım hayatın anlamı var, ne de bu şehrin. Bu şehir sıkıyor beni, daralıyorum… büyük umutlarla beklediğim, her yeni gelen güne merhaba diyorum sevinçle ve soruyorum seni yeni doğan güneşe. Beni unutmandan, bir daha dönmeyeceğinden korkuyorum. Beni unutup Azrail’in yalnızlığına pusmasın değil mi? Gurbetin karanlık otağında acı bir haykırış sesi duyduğunda, bana gelirsin değil mi? Sevdaların uçsuz bucaksızlığında, beni bir başıma koymazsın değil mi?...
Seni çok özledim yeşil gözlüm. Dön artık lütfen, ne olur dön sevdiğim. Bak işte seni özleyen yalnız ben değilim, iki küçük kırmızı balığımız da seni özlemiş. Onlar da istiyor dönmeni, onlar da istiyor mutlu günleri. Artık mutluluğun gölgesinde değil, mutluluğun içinde yaşamak istiyorum sevgilim ve istiyorum ki seni yalnız seninle yaşamak, şiirlerimi yalnız sana yazıp sana okumak istiyorum…
Yüreğimden kan damlıyor neredeyse, kalemimden hüzün. Ellerim üşüyor, bedenim buz gibi, özgürlüğüm elimden alındı sanki. Gökyüzüne tırmanan, özgürlüğü delip geçen uçurtmalara imreniyorum şimdi. Yüreğimden buz dağları eriyor sanki ve dokunmak istiyorum güneşe…
Ahh yeşil gözlüm, ahh Trakyalım; yüreğimde kıyamet kopuyor bilemezsin. Bilemezsin seni ne çok seviyorum ve bilemezsin seni…..
Seni düşünmekten vazgeçip başka şeylerle uğraşmak istiyorum. Mesela; spor yapmak, müzeye gitmek, kitap okumak, bir tiyatro oyunu izlemek ya da sinemaya gidip vizyondaki filmi seyretmek, şiir yazmak seni anlatmak istiyorum…
Artık kendi kendime yetmeyi bilmeli, iki ayağımın üzerine sağlam basıp mücadeleyi öğrenmeliyim. Yokluğunla yıkılmamalı, vurulan sevdamı yüreğimde yaşatmalıyım…
Hasreti yırtıp atmak istiyorum yüreğimden. Ölümü bekleyen bir mahkum gibi, acılar içinde deviniyorum. Bir ayrılık istila etti şiirlerimi, tüm düşüncelerimi. Ürkekliğin sarsıntısındaki yüreğimi teslim ediyorum şarkılara, şiirlere ve sana…
Sevgimin sevgine muhtaç olduğunu hissettiğim an da, bana bir şiir kadar uzakta olduğunu bilmek yine de huzur verici…
Yarın geleceğim diyorsun, yarınlarda seni bekleyen bir yürekle sevinç çığlıkları atalım istiyorsun… Ama yine yoksun, yine uzaklardasın…
Yüreğimde buruk bir sevinç ve anlamsız bir heyecan. Geldin ya; seninle bütünleşti benliğimdeki duygular. Ben senin sevdana sevdalanan ve sevdama yazdığım şiirlerin tek sahibiyim. Ben senin uzun zamandır sevdiğin bedenin, öptüğün dudakların, dillerin tek sahibiyim…
Mantığımla sesleniyorum sana ey sevgili; gözlerindeki ezginin yaşanmamış öyküsünü yazıyorum, içimize çöreklenen bir sevda baharının öyküsünü yazıyorum, ben yaşanmamış duyguların karanlık çizgisinde yer alan, riyakar gecelerin yorgunluğunu yazıyorum. Kısacası ey sevgili; seni ve yeşil gözlerinde kaybolan dünya yı yazıyorum…
Mevsimlik bir aşk yaşamıyorum ben, acımasızca yanıp sönen şehrin ışıkları, kalp atışlarıma yetişemiyor bile. Kafamda yapmayı tasarladığım yüzlerce güzel düşünceler varken, bir an da yarın ölebileceğim aklıma geliyor ve korkuyorum. Korkuyorum seni sevemeden ölmekten ve korkuyorum yarım kalan şiirimi tamamlamadan ölmekten….
Geldin ya; başka bir baharın peşine takılıyorum seninle. Aman Allah’ım sana kavuşmak ne güzel şey. Seni yeniden sevebilmek, uzun uzun gözlerine dalıp sana dokunabilmek ne güzel şey…
Biliyorsun; yeşil rüyalara daldığım da terlerim, susarım. O an bana söylediğin yalanların kulaklarımda çınlar ve ihanetinin kokusunu duyarım gözlerinde. Bir ekmek diliminde kırıntı olsaydım, görebilirdim belki de beni düşünürken döktüğün gözyaşlarını ve yazabilirdim görünmezliğin koynundaki ihanetin şiirini…
Gönlüme acımasız zincirler indiriyorum artık. Gülümseyişlerden arta kalan maskeler takıyorum yüzüme. Gözlerime kilitliyorum tüm göz yaşlarımı, üzüldüğümü görmeni istemiyorum. Dudaklarımdaki teninin kokusunu silmek, bana söylediğin yalanları unutmak istiyorum…
Hatırlıyor musun; boynunu öpmek çok hoşuma giderdi ve her defasında sen, gıdıklandığını söyleyip öpmemi istemezdin. Oysa ki; doyamamıştım seni öpüp koklamaya, doyamamıştım kollarımla sarıp sarmalamaya. Şimdi düşünüyorum da; nasıl vazgeçerim o sıcaklığından, nasıl katlanırım hayatın yalnızlığına. Şu an nasıl titriyorum bilemezsin, üşümek değil bu ayrılığın korkusundan olsa gerek…
Aydınlıklara açılır sandığım kapıların ardından, bir çığlık geliyor karanlık gecelerin içinden. Karanlığı yırtıyor bir yıldız tanesi ve bana gülümsüyor gökyüzünün karanlığında…
O çok sevdiğin yunus balıklarının, denizin orta yerinde su üstüne çıkarak halka oluşturmalarını anlatırdın hep bana. Hatta sevgi halkası oluşturmuş iki yunus balığının fotoğrafını odanın duvarına yapıştırmıştın ve bana sevgi halkası oluşturmuş, iki yunus balığından oluşan küpe hediye etmiştin. Hiç birini unutmadım sevgilim; ne seni, ne sevdiklerini, ne de ihanetini. Düşünüyorum da biz zamanı değil, zaman bizi kullandı. Kara bulut gibi çöken ayrılığı bize o getirdi…
Biliyorsun ki seni çok sevdim Trakyalım. Ayrılık vakti yaklaştı, sana bir türlü veda edemiyorum ya da hadi git, ardına bakmadan git diyemiyorum. Ellerini son kez tutamıyorum ya da uzat ellerini tut ellerimden, bırakma beni diyemiyorum. Ve kalemim bir kez daha elime alıp buruşuk beyaz bir kağıda senin adına şiirler yazıyorum. Ama bir türlü okuyamıyor, oku diyemiyorum…
Yalnızlık bir şarkıdır benim için, ölüm ise kanatlı bir rüzgar. İçimdeki hatıralar bir film şeridi gibi gözlerimde canlanıyor ve beni şubat yağmurunda yarı yolda bırakıyor…
Ben ihanetini hak etmedim, ihanetinin bedelini ağır ödeyeceksin. Seni canımdan da çok sevsem yine de “Unut beni” …
Bir çığlık; karanlık gecelerin ötesinden yırtıp geliyor ölümü. Ölümün soğuğundan içim titrer…
Sonra da… sonra da göz yaşlarım…
Bu iki küçük kırmızı balığın öyküsü…
Üstüne titreyip, özenle büyüttüğüm küçük kırmızı balıklarım, siz de mi beni yalnız bırakıyorsunuz? Sizleri öyle çok seviyorken neden terk ediyorsunuz beni? Oysa ki her gün ellerimle veriyordum yeminizi, suyunuzu ben değiştiriyordum, sırlarımı paylaşıyordum sizinle…
O sabah sen söylemiştin bana balıklarımızdan birinin öldüğünü ve kendimi tutamayıp hıçkırıkla karışık göz yaşlarına boğuldum, boynuna sarılıp ağladım saatlerce. Ölüm bu kadar kolay mı haa? Ölüm bu kadar soğuk mu? Daha sonra diğer balığın karşısına geçip, onunla konuştum dakikalarca.
“Sen de benim gibi yalnızsın artık, hasretinin öldüğü gün, ben senin uzun zamandır sevdiğindim diye haykıracaksın. Neden beni yalnızlığın koynunda, bir başıma bırakıp gittin diye yakaracaksın. Ama yine de sırçalı balık arkadaşın dönmeyecek sana… dönemeyecek”…
Varlıkla yokluk arasında bir kara bulut, bir köprüdür ölüm. Akşam sevdasında oynaşan duygularım, bir küçük balığın esiri oldu. Şafak yeni bir güne gebe kaldığında, ölüm coştu gece ve o gece kalemim şiir kustu…
Konuşmanın fazlasını yaşadık gözlerimizde. Geceler sabahı çırılçıplak karşıladı ve karanlık geceleri biz devirdik yarınlara. Güneşi biz doğurduk, karanlığı biz çizdik rüyalara. Saçlarımı bıraktım yıldız yağmurlarına ve ay ışığında uykusuz kalan yakamozlara. Az mı gezdik seninle el ele göz göze. Bu şehrin yolları, caddeleri ahbabım oldu neredeyse. Unutulmuş kimsesiz sokaklara biz sahip çıktık. Olmadı; umudun anlamını çözmeye çalıştık seninle ve geceleri bulutların koynuna girip ağladık, akıp gitti göz yaşlarımız… tutamadık…
Geceyle gündüz arasında sonsuzlaşan zaman, bizi de alıp gidecek bir gün. Gün biter, gece biter, özlemin durur gecelerin derin karanlığında. Öfkeyle sevgi arasında eriyen sevdam, kanadı kırık bir kuştur sanki. Yüreğimin çırpınışını duyarım bir an da ve gözlerindeki yaşamı düşünürüm. Sonra gölgeler yansır sevincimin üstüne ve duyguların bereketi olan göz yaşlarım damlar anılarıma…
Ağır ağır yaşadığım bu hayatı, ölümün derin sonsuzluğunda bırakacağım Azrail’in ellerine. Durduramayız ki zamanı, ölüme eşit tutuğumuz ayrılık, kapımıza gelip durdu işte. Eğer sen olmayacaksan ölümümde, her gün gecedir, her gece zindandır bana. Üşür ellerim, özlerim sıcaklığını ve yakarışlarım duyulmaz olur. Sonra üşür düşlerim, sevinçlerim donar yalnızlığımda…
Ve bilirim ki, ölmek bir eksi değildir benim için…
Şimdi sevmişliğimim kıyısına tutunan acılarım, sinsice koparıyor seni benden. Sen ki; konuşmaz kuruntuların aklığı, vedaların olmazlığısın. Sen ki; özlemlerin arı tomurcuğu, sevgilerin seçkiliğisin. Tanımlanmaz bir kişilik altında bazen melek, bazen şeytan rolü kesiyorsun. Belki de bana karşı acımasızca davranışının nedeni bu olsa gerek…
Kızıllığın ufukta birleştiği yerde anımsarım hep yeşil gözlerini, sana olan tutkum daha bir devleşir ve seni hiç unutamam. Çaresizce bir ıstırap kasırgasına hazırlanırım, kelimeler yetersiz kalır ve içimdekileri anlatamam…
Yüreğimde sıcak bir sevdanın izi varken, sen kokan seherlerde ölüme gülümsüyorum. Bir ışıksız gecedeyim artık, ölüm ayna da saçlarını tara ve çoğalt sıcak çığlıklarını. Düşlerim deprem sancılarının sessizliğini yaşıyor ve aşksız bir dünyaya hasret kalmanın angaryalığından kurtulmuş olacağım belki de… düşündüm de; hangi karamsar iklim yargılayacak bu susku ağlayışlarımı? Soluk bulvarımda nefes nefes tükenen yaşamın kararı kimin olacak?... düşündüm sevgilim, ve sadece…. sadece bize üzüldüm…
Durmadan bir şeyler eskidi, yıldızların o umut sıcağı teninde. Ve ben her gece bir başka sevinçle kalabalıklaştırdım gözlerimin izini. Gökyüzü utanmasın diye, göz bebeklerimle kapadım çıplak yıldızları, ve azaldı içimde yalnız kalmışlığım… Okuyamadığım türküyü, yazamadığım şiiri sana adadım. Bu da yetmezmiş gibi “Ölüm sana şiir yazdım” …
Alışılmamış yalnızlıklar kapladı dört bir yanımızı, alışılmamış ayrılıklar. Şiiri koynuna alan ayrılık, bilirim beni de kucaklayacaksın bir gün. Bembeyaz bir düşün ortasında iken seni kaybetmek ne kadar zor, hele sana bu kadar alışıp, seni bu kadar sevdikten sonra, ayrılabilmek kolay mı sanıyorsun?...
Her gün hayalin dizilir göz bebeklerime, bitmeyen bir özleyişle sana sarılasım gelir. Aydınlığın arkasındaki karanlıktan öcümü almak, dün asılan umutlarımı bu gün kucaklayasım gelir. Avazımın çıktığı kadar bağırıp “SENİ SEVİYORUM” diye haykırmak geliyor içimden ama olmuyor, olmuyor işte. Yaşamın eşiğinde seni kucaklamak, umutlarımla sevdanı karşılamak ve sana şiir yazmak istiyorum…
Bunca ömrümü memleketimden ayrı, sonu gelmeyen yolların kucağında geçirdim. Seni tanımam bir tesadüftü aslında, bu aşkı yaşamamız, sevdanın dolu dizginliğini tatmamız Sen ve Beni birleştirip “Biz” yaptı…
Şiiri esir alan gözlerin, kalemimin kölesi olmuştu artık. Zamanın çığlığında kaybolan duygularımı, uzun zamandan beri aktaramıyordum beyaz kağıtlara…
Bana söylediğin yalanların, ihanetinin bir bedeli olarak çıkacak karşına. İşte o zaman kahrolacaksın, üzüntüden yeşil gözlerin şişecek, dayanamayıp ağlayacaksın. Ağlamayı sevmeyen gözlerinden yaşlar eksik olmayacak ve pişmanlığının belirtisi olarak, benden af dileyeceksin. Fakat her şey için geç kalınmış olacak, kaybettiğim duygularım bana seni hatırlatacak…
Hatta bir gecenin saat 03.30’unda bana telefon açıp yaptığın evlilik teklifin kulaklarından hiç gitmeyecek ve benim sana verdiğim cevap seni ömür boyu kahredecek…
Bu da yetmezmiş gibi; bütün şiirlerimde seni yazıp seni anlatacağım artı. Asla kaybetmemek üzere bulduğum duygularımı seninle kaleme alacağım…
Acıyı sırtıma sapladım, duygularımı dizelere, gönlümde çala türküleri özgürlüğüme katıp sonsuzluğu tokatladım. Çalınmış uykularımın zincirsiz kölesi yaptım seni. Eskilerden kalan bir özlemle, resimdeki gözlerine kilitlendi bakışlarım…
Kim demiş ki; bereketsiz günlerin şafağı geç olur. Kim demiş ki; geceye giren aydınlık, bu günün öyküsünü yarım bırakır…
Onca yaşadıklarımızdan sonra, nasıl kopabildik birbirimizden? Nasıl gem vurabildik duygularımıza?
Şu an da birbirimizden ayrı da olsak, biliyorum ki kalben birbirimizi istiyor ve arzuluyoruz. Ve biliyorum ki; en az sen de benim kadar seviyorsun hala. Oysa ki; erkekliğin verdiği bir gururla cesaret edemiyorsun beni hala sevdiğini söylemeye…
İnanıyorum ki; bir gün mutlaka kulaklarımıza fısıldayacağız, yüreğimizde büyüttüğümüz sevgimizi.
Ve bir gün mutlaka, özlemini duyduğumuz aşkı yaşayacağız duygusal yarınlarda…
Umutlarım sonsuzluğun koynunda, bir karaçalıya takıldı. Geçmişi kucaklayıp, geleceğimi yolcu ediyorum bir kara trenle. Korkuyu kustuğumuz karanlık gecelerde az mı dertleştik, az mı kadeh tokuşturduk sabahlara dek. Bir dilim beyaz peyniri, birkaç leblebi tanesini ve bir şişe birayı paylaşmadık mı? Yüreğimizdeki sevdamızı bölüşmedik mi bakışlarımızla?...
Çok uzak soğuk şehirlerde şarkılar söyleyip, şiirler yazdım sana. Göz açıp kapama arasındaki boşluk kadar çabuk geçti zaman, anlayamadım. Özlemiyle kaldığım sevdamı gönlümce yaşayamadım…
Yokluğunda ki zaman dilimini aynalarla paylaştım, onlarla sohbet edip, saçlarımı taradım. Zaman içinde kaybolan sevdamı aynalarda gördüm. Onlar bana yalan söylemedi, onlar ban gerçekleri gösterdi, onlar bana gelecek ömrümün aynası oldu…
Hani Nisan akşamlarında bir yalnızlık çöreklenir ya insan yüreğine, düşler gömülür sancı çeken gecelere. Bunca yaşadıklarımdan sonra, yaşayamadığım gençliğim, özlemiyle kaldığım çocukluğum gelir aklıma. Bir çocuk oyununa dalar gider gözlerim ve ben aciz kalırım düşüncelerimde. Nerde bir çocuk oyuncağı görsem almak isterim, küçük bir çocukmuş gibi onlarla oynarım bıkmadan usanmadan. Kök salan anılarımı, bir çocuk gözüyle görürüm düşlerimde…
Ve yaşadığım bu sevdayı, doğmayan güne, acıyı bilmeyen geceye, bıçak kesmeyen sessizliğe, yaşayamadığım çocukluğumun asılan umutlarına gizliyorum…
Bulutlara gücenen denizler, dalgalara da yer ver koynunda. Bakışlarıma damlayan günahlarımı, dualarımla affettirmeye çalışıyorum Allah’a. Sen uzak diyarlardan kalkıp geldin bu topraklara ve bu topraklarda buldun yüreğindeki sevdayı…
Şarkısız, şiirsiz, sevdasız, bir başına yaşamak kolay mı sanıyorsun? Saatlerce konuştuğumuz telefonda, sevginin kavgasını yaptık dinmeyen yağmura inat. Aşkı sürükleyen yüreğimde, bir sevdanın izi bir de şiir’in yarası var…
Her telefon görüşmemizde içimi ısıtan sesin, güneşi avuçlarcasına sıcak ve içten geliyor. Sayısız günahlarım soluyor bakışlarımda, yıllarım kül oluyor, anılarım aldırmadan geçip gidiyor gözümün önünden…
Okunan her ezan, günahlarımı bağışlatmam için açılan yeni bir kapı gibi. Yaptığım dualarda, yapraklara düşen çiğ misali göz yaşlarım, burkulan duygularımı anlatır. Olmayacak dua düştü dudaklarıma, Allah’a yalvarır oldum senin için her dua da ve her dua da kavuşacağımızı ümit ederken, bir adım daha uzaklaştık birbirimizden…
Hasretin yorgunluğu yüzümde asılı kalsa da, bildiğim tek şey var “SENİ SEVİYORUM” …
Özlemle beklediğimiz, yüreğimizde büyüttüğümüz özgürlüğümüz, tutuverecek kadar yakınımızda artık. Seninle güzel günler yaşadık aslında, yeri geldi tartıştık kavga ettik, yeri geldi mutluluğu avuçladık. Umudu da umutsuzluğu da birlikte yaşadık. Zaman ne çabuk geçti değil mi? Keşke tekrar o güzel günlerimize dönebilsek. Yalnızlığı yoklayan, çaresizliği kucaklayan ellerimizle, yeniden el ele tutabilsek, ama artık çok geç biliyorum. Biz bir günahın bedelini ödüyoruz, senin yalanlarının ve ihanetinin bedelini ödüyoruz “dün”ün göz yaşlarıyla…
Çocukluğumu gençliğimi yaşayamadığım ben, zannetmiştim ki güzel bir sevda yaşayacağım. Sevginin kucağında sevdiğim insanla mutlu olacağım… Oysa ki yanılmışım, geçen zamana, seni seven bu kalbe aldanmışım…
Anlaşılan bundan sonra ki yaşantım yine; tren istasyonlarında, otobüs terminallerinde, hava alanlarında zamanı bileyerek; vagonlarda, otobüslerde, metrolarda, gemilerde (v.s.) seyahat ederek geçecek…
Yeşil gözlerinde kaybolan geleceğimi, özgürlüğümü yaşayarak bekleyeceğim!...
Elveda bitmeyen kalemim.
Elveda şehrin ışıklarıyla boğulan, küçük kırmızı balığım.
Elveda dokunmaya kıyamadığım sabah güneşim.
Elveda yeşil gözlü sevgilim.
Elveda…
Elveda…