- 929 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
O; KUCAĞIMDA KONUŞURKEN ÖLDÜ... (Öykülerim)
ÖYKÜ
O; KUCAĞIMDA KONUŞURKEN ÖLDÜ...
Genç yaşta kansere yakalanmıştı eşi. Kırk dokuz yaşlarında iken; üç sene önce onu yitiren kadın, hayata küsmüştü. İki oğlu, bir kızıyla koca dünyada yapayalnızdı şimdi... Yıllarca tedavi için çırpındılar, döküldüler, uğraştılar. Olmuyordu bir türlü... Kemoterapi uygulamalarında çok zor zamanlar yaşamışlardı. Her gün, ölüme bir adım daha yaklaşırken, eşine soruyordu genç adam: “- Hayatım, ne zaman öleceğim? Kaç günlük ömrüm var” diye. Gözlerini eşinden kaçıran gençkadın, gözyaşlarını içine akıtarak : “ –Hayır canım, sen ölmeyeceksin. Daha uzun yıllar birlikte, mutlu bir yaşantımız olacak. Bak; çocuklar da büyüdü. Okulları bitmek üzere, onların düğünleri, gelinlikleri, damatlıkları bizi bekliyor. Ve, torunlarımızı kucaklayacağız... Doktorlarla konuştum. Onlarda umutlu, olumlu cevaplar verdiler. Sen, iyileşmene bak... Düşünme ölümü. Ben yanındayım canım” diyordu.
Öte yandan; ilaçların etkisiyle, kendinden geçen hasta kocasına gözlerini dikiyor, sabahlara dek sessiz sessiz ağlıyor, eşinden ve çocuklarından bu acizliğini, gözyaşlarını kaçırıp, saklamaya çalışıyordu. Kendini buna zorluyordu. Bazen çocukları ile birbirlerine sarılıyor, hıçkıra hıçkıra birlikte ağlıyor, hastaya belli etmemek için azami özeni, dikkati gösteriyorlardı. Bazı geceler, çocukları evde olduğu zaman, hastanede kocasının başında refakatçi kalırdı. Çocuklar da refakatçi olarak babalarıyla kalmayı isterlerdi amma, izin vermezdi onlara.
Ağır tedavi kürleri uygunlandığı zamanlar kocası baygın halde, kendinden geçer, ölü gibi saatlerce öylece yatardı. O da eşi rahatsız olmasın diye sessizce için için ağlayıp onu seyrederek, hıçkırıklı gözyaşlarını içine akıtırdı. Yanardı yüreği, erir di için için... Çok duyarlı bir kadındı Selma hanım. Zaten hassas, duygusal yapısı onu, daha da duyarlı yapıyordu. Çok seviyorlardı birbirlerini. Sevişerek evlenmiş, çok mutlu yılları birlikte yaşamışlar, o mutlu yılların meyvası üç tane çocukları olmuştu... Çocuklarının ikisi erkek, biri kızdı. Erman, Er-gün, ELÇİN... Üçüde birbirinden güzel çocuklardı. Hayatlarını kurtaracak yaşa gelmişlerdi ki, babaları bu hastalığa yakalandı. En büyükleri kızdı... ELÇİN. Yirmiyedi yaşına gelmişti. Bir küçüğü ERMAN, büyük oğlan kardeşi Yirmi dört yaşına giriyordu. Küçük oğlan kardeşi ERGÜN ise, 17 yaşlarında idi...
Tam çocuklar kendilerini kurtarmışlardı ki babalarının bu kötü hasta yılları gelmiş, yaşamlarında acı yaşanmaya başlamıştı. Çok uğraştılar, çok masraf ettiler. Tıbbın en modern uygulamaları yapılan hastanelerinde, dunanımlı laboratuarlarında testler ettirip çareler aradılar. Aylar, yıllar bir biri ardına gelip, geçiyordu... babaları CANER Bey, düzelir gibi görünse de, tekrar ağırlaşıyor, her seferinde acilen müşahade altına alınıyordu. Doktorlar her tür uygulamayı acilen sıra ile uyguluyorlardı. Hasta son zamanlarda adeta denek haline gelmişti... hastalık artık son safhaya yaklaşmış, kurtarmak için son imkanları kullanıyorlardı. Hasta ise, önce ilaca, tedaviye, küre cevap veriyor gibi tepki gösteriyor, iyileşiyor diye sevinilirken, tekrar aniden fenalaşıyordu. Herkes için ne zordu o dönem...
Yıllar çabuk geçivermedi. Aylar, haftalar hemen gelivermedi. Fakat hastada, hergün umut azalmaya başlamıştı. Her geçen gün doktorların umutları tükeniyor, hase doğzla ilerliyordu. Artık tıbbın ve teknolojinin yapacağı hiç bir şey kalmamıştı. Ne varsa hepsi tek tek sabırla, umutla uygulanmış, sonuç beklenmiş, maalesef boşa yapılmış görünüyordu tüm çabalar. Gözle görülür hale gelmişti beklenen ölüm... hasta hergün ölüme doğru yaklaşmaya başlamıştı. Ailesi bunu kabul edemiyor, “Hayır, mutlaka bir çaresi olmalı... babamız yaşamalı...” diyordu.
Selma hanım; “Caner’im ölmemeli, yaşamalı. Ölürse bizler de onsuz yaşayamayız“ diye, kendini paralıyordu. En büyük çocukları olan kızı Elçin’le kafa kafaya verdiler. Nerede, hangi yörede KANSER’le ilgili faydalı bitki ismi duysalar, kızıyla birlikte o yöreye koşuyor, birlikte analı, kızlı bitkisel, biyolojik ilaçlar hazırlatıyor, kendileri de hazırlıyor, Caner Beyi kurtarmak adına uyguluyorlardı... çevresindeki insanlar, komşular, akrabaları, doktorlar bu “ ACİL VE ACABA MI “ çabalarına, saygı gösteriyor, onları karşıdan saygıyla, umutsuz da olsa, azmin gücüyle neler başrılıyormuş, izliyorlar, gözlemliyorlardı. Bu çabalar boşa değildi aslında... Ercan Bey sevginin de verdiği güçle, çoğu kez olumlu tepkiler gösterip, “Acaba iyileşiyor mu?” dedirtecek düzeyde iyileşiyor, dünyaya umutlu, gülümseyen gözler-le bakıyordu. Bu olumlu gelişme, aileyi daha da bir hırsla çaba gösterip araştırmalara, arayışlara sevk ediyordu. Zaman zaman “Tıbbın başaramadığını, biz başaracağız...” gü-venini ve sevincini de veriyordu. Öyle sonuçlar aldıkça ailece mok seviniyor, mutluluğu yakalamış gibi oluyorlardı.
Ne güzeldi hayata umutla, gülen gözlerle bakmak... Ne üzeldi, ölecek bir hastaya, her umudun tükendiği anda, tekrar yaşama sevinci vermek. Ya Rabbi, ne güzel duyguydu bunlar... İnsan yeniden doğmuş gibi oluyor, hayatı bir başka görüp, seviyordu. Ve, tüm dünyayı da, kendi gibi mutlu sanıyordu...Oysa, yaşamın kuralıydı bu... “Bir hayat sona ererken, başka hayatlar yeni başlardı...”
Bu şartlar altında, tüm bu çabalar sonucu, Kanserli bir hasta olan Caner Beyin, beyin ömrü, ancak iki yıl kadar uzatılabildi. “Tıbbın sadece müşahade edip, müdahale etmediği, bitkisel ilaçlara anlayış gösterdiği iki yıl... “ Fakat saat dolmuş, vakit gelmiştir...
Yolcular yerini almış, Kaptan şoför direksiyona oturmuş, kontak anahtarını açmış, aracın motoru çalışmaya başlamıştı... Son kontroller yapılıyor, araç yolculuğa hazırlanıyordu. Hem de dönüşü olmayacak uzun bir yolculuk. Ve, yolculuk anı geldi...Sessizliğin, ebedi suskunluğun başladığı an... Ölüm.
Selma Hanım, kucağında yatmakta olan eşinin üstüne, büyük bir feryatla kapandı. Ercan Bey onları ve bu alemi terk etmişti artık. O gülen güzel gözlerine gri bir perde inmiş, ışıltısını kaybetmiş, bir noktaya dalıp gitmişti...Başı yan tarafa kaymış, gözleri ise açık kalmıştı. Göz pınarlarından süzülen iki damla yaş, yanaklarından aşağılara kayıp gitti.
Selma Hanımı koltuk altlarından tutup kaldırmak, eşi Caner’in ruhsuz bedeninden ayırmak istediler. Eliyle işaret etti. “Hayır...!” dedi. İki elini parmaklarıyla eşinin açık kalan göz kapaklarını kapattı. Sararıp, ölüm rengine dönen yüzünü ve gözlerini uzun uzun öptü. Sonra tülbent denilen ince bir örtü ile(Peştemalle) ölmüş kocasının çenesini başının üstünden çekip bağladı. Onu tekrar öpüp son kez, omzundan kucaklayıp bağrına bastırarak, kuvvetlice sarıldı. Sonra yavaş yavaş başını yere bıraktı... O ana kadar taşarcasına akan gözyaşları, birden bire kesildi. Sanki, bir anda kurudu... Ve bir daha, onun gözyaşının aktığını kimse görmedi.
Eşinin ölümünün üzerinden belki on seneyi aşan bir zaman geçti. O gün, bu gün Selma Hanımı ne ağlarken, ne de gülerken gören olmadı... Gayret kuşağını beline bağladı. Anaç tavuklar gibi kollarını çocuklarının üzerilerine, kanat gerercesine açtı. Onlara hem analık, hem de babalık yaptı. Üniversitelerde okuttu. Tek tek üçünü de topluma kazandırdı.
Ve... Ve bu yıllar içinde, ne önemli, ne değerli nasipleri çıktı Selma Hanımın... O, hepsini bir olgunlukla geri çevirdi. Nezaketle hayır dedi. O her kapısına evlilik teklifi ile gelene, olgun, nezzaketli, kırıcı olmadan şunları söylüyordu: “Bundan sonra çocuklarım için varım. Ben artık ölümle, Azraille nikahlıyım...” diyordu.
Bir zamanlar, hayat dolu bir güzel kadının, “HAYATA DAİR” son sözleriydi bunlar. Sevdası, eşini alan kara toprak, mutluluğu ise ölümdü artık onun...
B İ T T İ
Suat TUTAK
Ağustos 2009
O; KUCAĞIMDA KONUŞURKEN ÖLDÜ... (Öykülerim) Yazısına Yorum Yap
"O; KUCAĞIMDA KONUŞURKEN ÖLDÜ... (Öykülerim)" başlıklı yazı ile ilgili düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile paylaşın.