- 445 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
MONOLOGUMDA YÜZYILLIK SANİYELER
Hani bir dünya var, enleminde, paralelinde yaşadığımız. Şimdi bu dünyanın bir yerinde, sensizliğimin koluna takılan tekilliğimin yol-yordam göstererek beni götürdüğü yere gidiyorum. Ya da gidişlerimi hesaba katmazsam, hep bir yerdeyim. İşte orada, sahne kurulur ve spontane bir tiyatroda oynadığımızı sanırız. Veya sanılanın iplerinde sallanan birer kuklayız. Çünkü kendimizi dikkate alıp, kendimizden saymadık. Sen bırak onu, varolanla yetinerek ağırladığımız bir misafire yaklaşır gibi bile yaklaşamadık kendimize.
Ve hep bir yanımızda duran kendimizin mağlubiyetlerine hayıflandık, sadece...
Bin bir sorunlarımızın ötesinde, boşu boşuna kafamızı ağrıtan türlü türlü sorunlarla uğraşıyoruz. Derdimizden, ideallerimizden çok kimin gölgemize, sesimize, giyinişimize, sözcüklerinin şomluğunu bulaştırdığını merak ederek, katmerli çözümsüzlüklerin ağına yakalanan bir kelebek misali çırpınıyoruz, yorulana dek. Aslolan çare; bizi tekilliğinde, mağlubiyetlerin takatsiz bıraktığı o yakın uzaklığımızın kapısı ardındaki ellerini uzatsan yakalayacağın- ben’imizin bekleyişini görüp, ona gitmektir. Biliyorum, orada kalbimin destanında en parlak mısranın, en değerli imgesinde, benim yolumu gözleyen sen varsın.
Sen, efkârımı dağıttığına inandığım, sisli çarem, avuntum adını verdiğim sigaramın gri dumanından suretini gördüğüm sen! İstesem de istemesem de beynimi kurcalayıp, hayatıma, düşlerime hükmeden, inkâr etmeye gücümün yetmediği sen varsın. İhmal ettiğim benliğim, seni düşüne düşüne kendimden sıynlıp sana o kadar benzeşti ki, anlatamam. Biliyorum, bu bir ödünç payesi kazandırmıyor. Sana vereceğim değer, aramızdaki ayrılığın ve aynılıklarımızın belirginleştirilmesinden sonraki sahiplenişte yatar. Başarı, o incecik noktada yaratılması gerekenin ertelenmeden yerine getirilmesindedir. Sana, dirençsizce teslim olmak yıkımım, soyu tüketilen uyum mevsimimiz...
II
Tut ki, bir kentteyim, bozuk yolları, yılgın yıllara emanet edilmiş, en eski, yerli yabancısıyım.
Korkunç çekememezliklerin neşterinde kanıyordu gülümsemem... Sonra... Yanıyordu kalbimin yamacındaki bozkırlar. Sus desem, susmazdın. Ağlıyordun. Ve gözlerin... Gözlerin ikimize de başkaldırmış iki çılgın nehirdi. Bedenine sardığın o ince tüllü gecelerin teni, saçlarının serinliğinden Ürperip titreme krizine tutulmuştu. Gözlerin, ıslak haliyle ışığını damıtıyordu yıldızlara. Ben, yaz gecesinin birinde, dam üstü göğü yorgan belleyip uzanıp yatmaya çalıştığımda, yıldızlardan en parlağının sen olduğu inancıyla iki ellerimi birbirine kavuş
Oturup, dualar okuyordum. .
Hazirandı, ya da aylardan herhangi bir ay. Çürüten ve kahreden tedirgin huzursuzluğun ayakları altında eziliyordum, inliyordum. Mutsuzluğu, ayarı düşük kuruntular ve kuşkular besliyordu. İçime bir şeytan salmışlardı, yedi başlı bir şeytan... Sen üzüldükçe, yüzüme kırışık1ık1ar düşüyordu ve orada şeytan büyüyordu, dünyanın, dünyamızın bir kıyısına savuruyordu. Kentler, ovalar ve suratı kızıllaşan dağlar tutuşuyordu. Kırağı kaplamış sesinin duldasında çaresizliğim bir kelepçeydi. Ben, kelepçeyi ellerimde bir sabır taşına, bir tespihe dönüştürmeye çalışıyordum.
Ah! Kırma yetisinden yoksun olsaydım. Kendimi o zamanlar kurda, kuşa yem etseydim. Dedim ya içimin denizine bir şeytan salmışlardı. Benim, adama benzeyen yönlerimi yontup, beni zimmetimden çıkarıyordu. Belki de ilk kez aramızdaki mesafeleri o kadar yakından hissettim. Aramıza bir güz salıp bağdaş kurmasına neden olmuştu.
Aramızda yabani otlar...
Yanılgım vardı, birimizin; ama birimizin haklı olduğunun peşinden dolaşma yanılgısı... Yanılgım, şimdiki zamandan çok yarının basitliklerine büyüklük atfedip, çakılıp kalmamdı. Ve sonra her şeyin dengesini kuracak olan sevgiye, söz hakkı tanımamam... Her şeyin adilce çözücüsü ve ilacı oydu. Ter içinde kalmış azmi peşime takıp, hoşnut kalacağım konağa götürecek olan da İşte
Sevgi öfkesinin sisleri arasında soludukça tersliklerin dizisi başlıyordu kurumaya. Denizimle birlikte şeytanda sayıkladı mı ve sonra öldü mü kaldı mı bilmem ama ben sana dönmek için yüzyıllara dönüşen saniyelerimle boğuşuyordum.
…………………………
Tut ki hala o kentteyim. Bir fırtınanın terkisine atlayıp koşuyorum çocukluğuma, anılarıma... Şimdi tuzla buz anılar, kırık cam parçaları. Bileklerimi kesip saniyesinde yüzlerce kez intiharlık hallere dönüyorum. Kesilen nefesim, göğüs kafesimi zorladıkça alnından ter damlaları, yanağımdan süzülüp ıslatıyor kabzasını suskunluğun... Ve ben bir belanın cellâdıyla söyleşiyorum. N e soran memnun ne de cevap alan. Gerçekler ikimizin de kemiklerini sızlatıyor.
Kül anonim bir ağıdın nakaratında sere serpe dağılmış.
Bu kent, riyakâr gündüzlerin çarmıhında yalnız dürüstlere pusu kuruyor. Yalancı üzüntülerle sırtlar sıvazlanıyor.
Pencerelerin kenarına gagası zedelenmiş güvercinler konup zeytin dallarını bırakmıyor. Bütün pencereler bedbinliklere açılıyor.
Pencerelere yaklaşmayın. Yaklaşmayın!
Konmayacaksa güvercinler açmayın pencereleri, Pandora’mn kutusundan bütün kötülükler içeriye, içinize, içinizden dünyanıza yayılır.
Örtüyorum pencereleri siyah perdelerle. Kükreyen aydınlığım, kanımı yudumluyor. Ben razıyım. Ah! Bir de aydınlığım doyabilse.
IV
Tut ki bir şehirdeyim.
Şehir, hayatımın köklerine sızmış. Köklerim,
O şehrin şahdamarından emziriyor gününü ve yarınımı. Ben bıraksam da ardımda kalıyor
Yüreğim. Yüreğim şimdi bir dua ile Tahsin Yusufoğlu’nun mezarı başında kırık duygularımı toprağa serpiştirerek dünü yeşertme çırpınışlarında... Kaçak kaçak sularında yüzdüğüm çağcıl, çağ çağ sularında ürkek bir yakamoz. Hüzünle okunurken rüzgârın peşine katarak hudut tellerinde mahsur bıraktığı bir mektubun. Kaderinde mürekkebi dağılmış satırlarındayım. O satırlar ki, yazgımı barındırır bünyesinde.
Aynalarda, arındırıp desenli mendillerde sakladığım bakışlarının ilk nüshası da artık okunmuyor. Oysa uykularımın katili genç kızların utangaçlığı kadar masum. Sadece uykularının süresi kadardır ömrüm. Ve ne çarpmaya ne de toplamaya gelmiyor ömrüm. Aynalarda bir nehrin çığlığında Nergisler büyüyor. Ben bulutların ardından mat bir çizgi gibi ilerliyorum. Hatırlıyor musun, benim gözlerimle sen de bana bakıyor musun? Bilmiyorum... Monotonluğumda saniyelerin yüzyıllık sancılarını fark edebiliyor musun?
Dizleri uyuşmuş bu şehir beni hissetmiyor. Bana dair üç maymunları oynuyor. Görmüyor, duymuyor, bilmiyor! Benimle kalsa... Ya ağlarken ’gözleri sürmelerinden olanlar’, gözyaşlarından bağırlarındaki matemi bir ormana dönüştürenlerin farkında mı?
Tınılar kulağıma çarpıp, duvardaki resimlerde buğulu bir sessizliğe dönüşüyor. İhmal edilmiş günlerin dağınıklığında demlenişim, kıyıya vuran anlamsızlıkları çağcıllaştırıp yaşamsallaştırmaya çalışıyor. Ben gibi düşünüp yaklaşmayan korkaklar kuşkularıyla gözlerime bir akvaryuma bakar gibi selamlayıp türünün son örneği gibi yadırgasalar, bir dipnotlara gömülmüş kitap gibi suskun ve muamma olunmaz mı?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.