- 1679 Okunma
- 7 Yorum
- 0 Beğeni
BAŞKENT'TE SABAHLA GELİVEREN DÜŞÜNCELER
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Kalabalık sokakları, dondurucu ayazı, müzmin insanlarıyla bu şehrin insanda bıraktığı tesir, herhalde bütün hayatını etkiliyordur. Ankara başkent olduğu günden beri adeta bu kara yazılı memleketin kara yazgısının katipliğini yapmıştı. Özünde fakirliğin, taşralılığın ve garipliğin gerçeğini hiç silememiş, silmeye de pek niyeti yoktu.
Başkent olmak ona ya ağır geliyordu, ya da mahmurluğunu henüz atamamıştı.
Bazen aklıma, kimse bu şehre "sen başkent oldun" dememiştir diye geliyor. Belki de bundan hala haberi yoktur. Kim bilir?
Öyle ya, bir memleketin başşehri olmak, ona biraz gurur, biraz kibir katar.
Başkent olmak; kültürün, bilimin, şehirleşmenin, eğlencenin ve zenginliğin bütün ihtişamıyla tezahür ettiği belde olma imajı. Bu imajdan bütünüyle uzak olduğunu düşündüğüm Ankara. Belki başkent yapılmış ama "şehr’ül reis" olma liyakatını asla alamamış bir şehir.
Aklıma çeşitli sorular geliyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti seçilen Ankara, dünya medeniyetlerine neredeyse ev sahipliği yapan koca Bizans’ın, akabinde, Cihanşumul Osmanlı İmparatorluğu’nun idare-i merkezi olan İstanbul’un kompleksinden kurtulamıyor mu?
Osmanlı Devlet, siyaset yapısı sonrasında seçilen sistem dinamiklerinin motor motivasyon gücünden tamamen uzak olduğunu düşünmekteyim. Özgüvenini yitirmiş bir milletin değişim ihtiyacı ona sunulan alternatifin onu tamamen değiştireceğini bu değişikliğin ona saygınlık yanında emniyet ve maişet vereceğini garanti etmeli ve buna tam kanaat getirmesi sağlanmalıdır. Bununla birlikte manevi dinamiklerine sahip çıkmalı.
Milleti oluşturan değerlerin o milletin yaşama ve üreticilik kabiliyetinin kaynağı olduğu unutulmamalı kurulacak sistem o kaynaktan beslenmelidir.Hiyerarşik olarak birbirini takip eden geçişler izlenilerek mefkurevi hedefler çizilmelidir. Her yapılan işte milletin moral desteği sağlanmalı, yapılan işlere ibadet aşkı katılmalı, bu aşkla her türlü fedakarlık beklenilerek hedefe ulaşmak için yola çıkılmalıdır.
Başarı için millet-devlet arasında tam barış ve güven tesis edilmesi elzemdir. Devletine güvenmeyen millet, milletine güvenmeyen devletlerin köklü ve başarılı olması mümkün olamamıştır. Ankara’da kurulan organizasyon ilk meclis itibarıyla destansı mücadelelerin yazıldığı tarihe, ev sahipliği yapmıştır. Esarete düşmüş bir milletin hürriyet mücadelesinin namzet cihetinde timsalini vermiştir. Bir milletin top yekün esaret zincirine karşı kıyamının en harikulade resmidir. Buna dil uzatmak olsa olsa akıl ve izandan uzak insanların harcıdır. Fakat tarihi düşünce süzgecinden geçirmenin de gerekliliği bir o kadar önemlidir.
Ankara bir destan yazmıştır. Fakat bu destan taarruz değil, her şeyini yitirmiş bir milletin savunma destanıdır. İstila değil kurtuluş mücadelesidir. Yok olmama, ram olmama savaşıdır. Sarayı yanmakta olan bir hakanın hazinelerini, billur avizelerini değil, son anda ancak canını kurtarma hamlesidir. Bütün bunların ışığında; yeni atılımlar meydana getirmek için kurulmuş bir devlet olmayıp, mevcudu en asgarisinden korumak gayesi temel alındığı bir gerçektir.
Mücadele verilirken devlet idaresinde ehil, teorisyen yeni bir devletin tesisini sıfırdan meydana getirecek bilgi ve tecrübeye sahip kişiler yerine; bütünüyle millet ve memleket sevdalısı, manevi değerlerin fedaisi, her türlü imkansızlıkların mevcut olduğu bir zamanda, bütün dış baskılar huzurunda bir araya gelmiş insanların oluşturduğu bir organizasyon olarak da nitelendirebiliriz. Çetin bir sıcak savaşın varlığında bir çok kıymetli insanın da hayatlarını kaybetmiş olması büyük bir talihsizliktir.
Ortada kanser gibi her uzvunu sarmış belalara karşı bütün direnişini toplayıp son bir gayretle hayatta kalmış, hasta bir milletin tedavisini, beyin travması geçiren bir hastaya ağır bir kalp nakli yapılmasına benzetiyorum. Üstelik bu kalp nakli ameliyatında hiç bir doku uyuşması testinin yapılmaması vakıanın en acı boyutudur. Eskiyi bütünüyle şer sayıp yeni adına getirilen ne varsa vahiy kutsiyetinde ululaştıran bu anlayış hatalarda ısrar ederek yanlışların en büyüğünü böylece yapmıştır.
Dikkatimi, yoğunlaşarak bir noktaya çekiyorum. Bu yenilik hareketinde ve bu hareketin hararetli fedailerinin vatanın kurtulması için her şeyini, ama her şeyini vermiş bu millete ve bu milletin kutsal değerlerine neden bu kadar düşman olduklarıdır. İçinde kinin, nefretin en galiz şeklini taşıyan bu tavırlarını idrak boyutunda anlamaya havsalam bütünüyle aciz kalıyor.
Bu millet, idare edenlerine saygının en derinini, bağlılığın en azametlisini gösterirken, sevginin en coşkulusunu sunarken nasıl oluyor da böyle bir tavır sergileniyor? Yer yer nefretlerini fütursuzca ve küstahça sunan bu anlayışın müntesipleri bu bezirgan saltanatlarını idame ettirebilmek uğruna, duyulan en halisane eleştirileri bile dehşet dolu, kuralı olmayan metotlarıyla talan ediveriyorlar.
Bu tahammülsüz kinlerinin nedenini anlamaya hiç bir aklı selim sahibinin idrakinin yeteceğini sanmıyorum. Kendine insan sıfatını takan en vahşi mahluk bile bu yapılanlara insaf cihetinden bakar zavallı millete acırdı.
Şeytan bazen diyor ki; Timur Osmanlı’nın ordularını Ankara’da yendi. Ama Osmanlı’yı dize getiremedi. Fetret devri geçirse de daha da güçlenerek üç kıtaya hükmeden, dünyaya medeniyet getiren bir imparatorluk halini aldı. Timur’un yapamadığını yeni Türk Devletinin sistemini yapanlar, Ankara’ da, Osmanlı’yı madde ve mana planında yok ederek Timur’un intikamını alıyorlardı.
Hem de Osmanlı’nın torunları eliyle. Yıldırım ile Timur’un ordularının göğüs göğüse savaştığı ve Timur’un galip geldiği Çubuk Ovasına, yine Timur’un ordusunun komutanlarından olan Esenboğa’nın adı verilerek, adeta bu mesaj tescil ediliyordu. Üzerine kurulan bir hava alanında adını taşıyan Esenboğa adeta Ankara’ya gelenlere: " Bakın Timur Osmanlı’yı Ankara’da yok edemedi ama biz Osmanlı’yı öyle bir dize getirdik ki Ankara ’da kurduğumuz bu sistemle kendi insanına kendi değerlerini yok ettirdik, düşman kıldık" demiyor mu?
Üstad Necip Fazıl’ın tabiriyle "Türk’ü madde planında kurtardıktan sonra, ruh planında helak edici bir planı" bir sistemi İstanbul’da kuramazlardı. İstanbul onu kusar, paçavra gibi bir kenara atardı. Çünkü İstanbul Osmanlı’ydı. Osmanlı’nın ruhu İstanbul’da yaşıyordu. Oysa Ankara Osmanlı’ya Timur ile de düşmanlık etmişti. Bu yüzden Ankara bu planı uygulamak için en müsait şehirdi.
Bizler tarih çizgisinin takdir noktasında değerlendirilmekle de mükellefiz. Nasıl Abdülhamit Han’ ın 31 Mart Vak’asında kardeş kanı dökülmemesi adına Osmanlı’nın yıkılışına büyük bir ivme katan hareket karşısında ki tutuk tavrını kaderin yazgısı diye düşünebilirsek, bu olayları da bir nebze o açıdan değerlendirmeliyiz. Beşer noktasında bize düşen, cüzi irade yetkisinde tarihin akışını ve izlenecek tavrı belirlemekte görevimizdir.
Timur olayını sadece insanın içine doğan düşünce olarak değerlendirebiliriz. Ankara’ da kurulan sistemin ABC’ si, belki de beşeriyetin bulduğu en iyi yönetim şekli olan; yasama, yürütme, yargı bağımsızlığı ile kuvvetler ayrılığı prensibini tesis ediyordu. Hukukun üstünlüğünü va’z ediyordu. Hukuk üstün olunca, hiç kimsenin üstünlüğü kalmıyor, adalet zuhurunun, her zaman herkesle yanı ölçüde olması bekleniyordu. Fakat pratikte bu böyle olmadı. Devlet kendini tabulaştırdı. "Millet için Devlet" yerine, "Devlet ve dinamiklerinin bekası için Millet" anlayışı hakim kılındı. Halkın kendini yönetme anlayışı bir aldatmaca halini aldı. Halka sistemin bahşettiği ölçüde özgürlük ve haklar tanındı.
Kanunlar her milletin karakteristik özelliğine, kültürüne, inançlarına göre çağın icapları göz önüne alınarak yapılması gerekirken, yamalı bohça gibi her yerden bir şeyler alınarak bu millete uyup uymayacağı bilinmeyen elbise gibi giydirilmeye çalışıldı. Milletin her hareketinde bu elbisenin bir yeri yırtıldı.Her açılan gedik bir yamayla giderilmeye çalışıldı. Kimse " Yahu bu elbise bu millete uymuyor" demedi.
Öz güveni yok edilmiş, müteşebbis ruhu yasaklanmış, her zaman potansiyel sakıncalı, suçlu bir toplum meydana getirebilmek için gayret gösterildi. Ufuksuz, hür düşünceden ve hür düşüncenin ürünlerinden paranoyak bir eda ile korkan, yasakçı ve dayatmacı zihniyet aslında kendi ufuksuzluğunu teşhir ediyordu..
Kendi sığ dünyalarında kurdukları saltanatlarını devam ettirebilmek için bu ülkenin geleceğini ipotek ettiler.
Aslında bu hakim güruhun bir ideolojilerinin de var olduğunu ve bu ideolojileriyle barışık olduklarını zannetmiyorum. Kendilerinden sonra gelenlerinde ufuklarını kapadılar. Onların güdük fikirli, kapasitesiz insanlar olarak yetişmesini sağladılar. Tahammülsüz insanlar, kendilerini aşamamış küçük insanlardır.
Üstadın veciz sözüyle : " Ey düşmanım, sen benim ifademsin, hızımsın / Gündüz geceye muhtaç, sen de bana lazımsın " ... Yabancı bir düşünürün tabiriyle " sakıncalı olmayan bir düşünce, çoğu zaman düşünce olarak anılmaya değmez " (O.WİLDE) ... Gelişmenin temel vazgeçilmezlerinden olan aykırılığı barındıran ve bundan güç alan, bir anlayış gereklidir. Aykırı fikirler yanlışı söylese bile, kendi doğrularımızı daha gerçekçi tahlil etmemizi, daha iyi savunmamızı, kendimizi geliştirmemizi sağlayacaklardır..
Aykırı fikirler zinde kalmayı, doğruyu görmeyi, kontrolü ve dengeli olmamızı sağlayacaktır. Devletler ise bu özelliğin daha gelişmişini içinde barındırmalıdır. Ankara ’ da bunlar olmadı. Ankara şüpheyi hep içinde barındırdı. Hafiye mantığı devlet rolünü oynamayı tercih etti. Bütün duyu organlarını kapayıp, hayali bir düşmanı yaşattı içinde. Toplumun içinden bir iki oyun bozan çıkmışsa, "mal bulmuş mağribi" mantığıyla sarıldı ona. Gerçek dostları eleştirince kızdı, feveran etti. Bu halini gören düşmanları istihza ile alkışlayınca onları dost bilip, dostlarına cephe almayı tercih etti.
Ebu Müslim Horasani’ nin "Onlar şerlerinden emin oldukları için dostlarını kendilerinden uzak tuttular. Düşmanlarını dost kazanmak için kendilerine yakın tuttular. Yakın tuttukları düşmanları dost olmadı lakin uzak tuttukları dostları düşman oldu. Herkes düşman safında toplanınca yıkılmaları mukadder oldu." sözleriyle ifade ettiği gibi.
Ankara’ nın 77 yıllık Devlet birikimi oldu. Bu milletin de 77 yıllık Ankara’ da ki sistem hakkında tecrübesi... (*)
Hala bu ülkede yaşayanların büyük bir çoğunluğunun bu ülkeyi canları pahasına sevdiklerine inanıyorum. Öyle ise, bu milletin kendini birilerine emanet etmesi yerine artık kendine sahip çıkması gerekir diye düşünüyorum. Zira hiç kimse bizi biz kadar düşünemez, biz kadar savunamaz.
Artık toplum mühendislerinin yazdığı fantastik senaryoları oynamamın bize yarar getirmediğini anlamış olalım. Biz sesimizi çıkarmadıkça kimse bize "siz daha iyisini hak ediyorsunuz" deyip hakkımızı teslim etmeyecektir. Bu milletin gücünün farkına varması zamanı gelmiştir artık. Bu milletin artık beklenen kurtarıcılara ihtiyacı yoktur. Aksine kurtuluş kurtarıcılardan kurtulmaktadır...
"Kim var denildiğinde sağına ve soluna bakınmadan, ben varım, benim olmadığım yerde hiç kimse yoktur." anlayışına sahip bir milletin kendi şahsiyetini bulması zorunludur. Ancak bu sistemde bu anlayışa sahip insanların yetişmesi zordur. Bu insanlarında zamanla marjinalleşme ihtimali yüksektir.
O yüzden kanunlar çerçevesinde legal faaliyetlerle bu milletin haklarını birilerine yedirmeyen, yedirmeyecek insanların gayret göstermesi kendilerinden sonra geleceklerinde bu anlayışa sahip olması dikkat etmeleri gerekir. "Bu ülke bizimdir. Bu ülke bize dedelerimizden kalmıştır. Hangi kötü niyetle ve hangi metotla olursa olsun, vatanıma, milletime, bayrağıma laf söyletmem. Ben yaşadığım sürece onları yok edemezsin., örseleyemezsin, hafife alamazsın, küçümseyemezsin. Hatta ve hatta saygıda kusur edemezsin." diyecek şahsi olgunluk ve hassasiyete sahip bir millet olabilmek için mücadele etmeliyiz. Bunu yaparken de marjinalleşmeden, kanunlar çerçevesinde, top yekün bütün değerleri içine alarak, ayırmadan yapmalıyız..
Çanakkale’de omuz omuza savaşan kim varsa bu vatanın sahibidir. Kim bu vatan toprağına kanını akıttı ise bu vatan onundur.
Ankara artık komplekslerinden, üzerindeki kamburlarından kurtularak şahsiyet bulmalıdır. "Ben Büyük Türkiye’nin şerefli ve büyük başkentiyim" demelidir.
O’ nun şahsiyeti milletine şevkat, O’ nun şahsiyeti haysiyet, O ’nun şahsiyeti düşmana korku, dosta güven olmalıdır. İhtişamına diğer başkentler imrenmeli, O’nu ziyarete gelenler masallar ülkesinin mutlu halkının ihtişam ve heybet dolu büyük başkentine gelmiş gibi olmalıdır. Bu güç hem Ankara’ da, hem de bu millette mevcuttur. Yeter ki kendini bulsun, kendi değerlerinin farkına varsın..
Son söz: "Sahipsiz vatanın batması haktır / Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır..."
(*) Bu makale 2000 yılında kaleme alınmıştır. Aslında tarihi değiştirerek "85" yapabilirdim. Ve anlam bütünlüğü bozulmuş olmazdı. Zira o günden bu güne değişen hiçbir şey olmadığını düşünüyorum..
YORUMLAR
Çanakkale’de omuz omuza savaşan kim varsa bu vatanın sahibidir. Kim bu vatan toprağına kanını akıttı ise bu vatan onundur.
işte meselenin özü budur..
bu sebeple herkesi ama herkesi samimi olmaya davet ettim..
Ha Çanakkale ha şimdi, bence fark etmiyor. Madem Çanakkale de hep birlikteydik, şimdi de barış adı ile tamtamlar çalmak ancak ve ancak ilkelliğe işaret eder.
"Sahipsiz vatanın batması haktır / Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır...
BU VATAN HEPİMİZİNDİ YİNE ÖYLE OLACAK....
tarih tekerrürde ısrar etse de!
KargülüALMILA tarafından 9/8/2009 1:44:18 PM zamanında düzenlenmiştir.
yüreğine sağlık canım kardeşim. noktasından virgülüne kadar altına imzamı atmaktan şeref duyacağım bir makale. şu ahkam kesen sözde aydınlar bir de susmayı akıl etseler öyle sanıyorum ki sorunlarımızın %50'si çözülür ama bunu onlardan beklemek abesle iştigal maalesef. kalemine sağlık canım kardeşim.