- 1114 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Affettim Güneşi Sana Aşık Olunca
Küçük bir çocuktum ben güneşe aşık olduğumda.Ne zaman yağmur yağsa veya soğuk olsa hava,dışarı çıkmama izin vermezdi annem.Güneş bulutların arkasına hapsoldukça benim içinde bir hapsoluş başlardı cam kenarlarında.
Oysa,sanki o zamandan hissetmişim gibi çocukluğumun silah zoruyla elimden alınacağını,her anımı dolu dolu yaşamak isterdim.İçimde sanki bir panayır yeri kurulmuş gibi,her yanımda cıvıl cıvıl çocuk sesleri.Bir tek güneş olmadığında fısıldamak zorunda kalırlardı,o panayır çocukları.Bütün o oyun makineleri dururlardı,elektrikle değil de güneş enerjisiyle çalışıyorlarmış gibi.
Sonra,güneş yüzünü gösterirdi tüm sevecenliğiyle,bende izin almaya giderken anneme,güneşi taklit ederdim tüm sevecenliğimle.Akşam ezanına kadar müsaade verirdi annem ve büyükleri namaz kılmaya çağıran hoca,ezanı okumaya başladığında beni de eve çağırdığından habersizdi aslında.
Bazen kırık kiremit parçalarını dizerdik üst üste ve top yuvarlar onları devirmeye çalışırdık,bazen saklambaç,bazen yakan top oynardık.Oynardık oynamasına ama,o top bizi hiçbir zaman yakmazdı.Sokak aralarını futbol sahasına çevirir,taşlardan hayali direkler yapar ve kıyasıya maçlar yapardık,gelip geçen arabaların müsaade ettiği kadar.Eğlenirdim o zamanlar, çocuktum.Umutları olan,pembe düşler kuran bir çocuk.
Önce silah zoruyla ayırdılar beni düşlerimden,sonra umutlarımı kurşuna dizdiler.Yerlerine sahte umutlar koymayı ihmal etmediler tabi.Alışamadım hiçbir zaman bu sahte dünyaya.Hayata,ayakkabıların bağcıklarından asılan boyacı çocuklar daha sık gelir oldu aklıma.Onlar ayakkabı bağcıklarından asılırlar dünyaya ve ne zaman gözlerindeki ışıltının hala yerinde olup olmadığından şüphe etseler, ayakkabıları daha bir parlatırlar,sanki bir ayna misali.Bende namluların ucundan tutundum hayata.En iyi arkadaşımın silahım olacağını öğrettiler hep bana.Yeri gelecek,koynuma alıp yatacaktım o soğuk metali.Ne kadar ısıtmaya çalışsam da ısınmazdı asla.O,sadece içindekileri kusmaya,ölüm saçmaya başladığı zaman ısındı.
Artık büyüyordum ve sanki o akşam ezanlarının biraz daha geç okunduğu,güneşin fazla mesai yaptığı,o yaz günlerinin hasretini çeken çocuk ben değilmişim gibi,düşman oldum güneşe hiç sebepsiz.İstemiyordum doğmasını,bütün suçu ona yüklüyordum.Kandırmıştı beni,aldatmıştı o sevecen yüzüyle.Çocukluğumu ellerimle teslim ettiğimde,yine aynı sevecenlikle bana baktığından beri sevmiyordum.Kaderim namlunun ucunda,gözyaşları dökerken,gözyaşlarım saklansınlar yağmurun koynuna diye,yağmur yağsın istedikçe,inadına yaktı kavurdu sırtımdaki onca yüke rağmen, bedenimi amansız güneş.
Her doğan güneşe düşmandım artık,içimdeki çocuğunun mezarının başında isyan çığlıkları atarken.Alışmıştım silahların soğuk seslerine.Bilir misin,silahtan başka içinden ateş çıkan ve ona rağmen sesi buz gibi olan başka bir şey icat edemedi insanoğlu.Beni çok kıskandığından sanırım en sevdiğim arkadaşlarımdan bile ayırdı zamansız.Ve ben sanki sevdiklerine kavuşmak için tren kuyruklarında sıranın kendisine gelmesini umutla bekleyen,bedeni orada ama ruhu çoktan yola çıkmış,adam gibi çocuk olamamış ama koca bir adam olmuştum çocuk gibi.Sırayı bozanlar olurdu bazen ve ben çok sevdiğim rahmetli dedemin sözlerini hatırlardım o zamanlarda “Allah sıralı ölüm versin!”.
Sonra seni tanıdım.O,küçükken oynadığımız kırık kiremitler gibi paramparça olmuş yüreğim kıpırdanmaya başladı.Ay ışığında yanmış gibiydi bedenin bembeyaz.Sanki yürümüyor,bir kuğu gibi süzülüyordun.Ertelediğin umutların vardı senin de benim gibi.Belki sende erken atılmıştın benim gibi hayatın kollarına.Kendini ait hissettiğin yerler Kaf dağlarının ardında kalmış,yersiz,yurtsuz ve yapayalnız bir yüreğin gözleriydi sen ne kadar saklamaya çalışsan da bana bakan gözler.Yüzünü her sabah ay ışığıyla yıkayan,umutsuzluğun karasını gözlerine sürme yapıp,gülümsemesini sabah güneşinden ödünç alan bir prensesti sana bakınca benim gördüğüm.Herkesten saklayabilirdin belki ama benden saklayamazdın içindeki yangını.Çünkü aynı ormanın,aynı yangında kül olmuş iki ağacıydık biz.Ve senin her sabah yüzüne ay ışığıyla makyaj yapmanda ondan sebepti.Aşık oldum ben sana.İçimdeki yangını rüzgarların insafına bıraktım ve yeni bir ateş daha yaktım yüreğimde.Ama sevdiklerine her zaman uzak olan ben,hasret rüzgarlarının içimdeki ateşi körükleyeceğini hiç düşünemedim.Hiç bir zaman kavuşamayacak iki ayrı rayıyız tren yolunun.Ama ben seninle aynı yola sere serpe uzanmaktan dolayı çok mutluyum.Ne zaman ve nereye baksam seni görüyorum.Ellerini tutacak bir elim olmamasının ne önemi var.Olsaydı bile tutamazdım ki,tutuşurdu.
Seni tanıdığımdan beri aşığınım.İçimdeki bu yeni yangından sonra güneşi bile affettim.Çünkü yollarını aydınlatmak için ona ihtiyacım vardı.Onun desteğini arkama almalıydım.Senin yanındayken çocuklaşmamım sebebidir güneşle yaptığım bu işbirliği.İster istemez hatıralar canlanıyor gözlerimde.İçinde güneş olan her şey bana çocukluğumu hatırlatıyor çünkü.Gözlerinde çocukluğumu görüyorum.Güneş yetersiz kaldığında,seni güldürmek için yaptığım soytarılıkların sebebine gelince,bilmiyorum farkında mısın ama sen güldükçe,iki tane daha güneş doğuyor gözlerinin içinde ve hepimiz elbirliği yapıyoruz senin için.
Güneşin kepenklerini kapatıp, karanlığın egemen olacağı geceleri de hesap ettim tabiî ki.O durumda,ay yardımcı olacak bana.Eski bir arkadaşımdır kendisi,kırmadı beni.Hatta büyük bir mütevazilikle kabul etti,gerektiğinde yollarını aydınlatacak o fenerin içine girmeyi.Bak sevgilim,ay ışığını bile hapsettim senin için.O gece karanlığından faydalanıp canını acıtmak isteyen dikenler saklanamayacaklar artık gecenin koynuna.Her bulduğumuzu,güllerden izin alıp temizleyeceğiz beraber.
Bir hikâye vardır;eski zamanın birinde bir sucu yaşarmış.Omuzlarında taşıdığı çubuğun iki ucunda iki kova sallanır ve bu adamcağız kuyusundan doldurduğu iki kovasını saraya taşırmış her sabah.Kovalarından biri sapasağlam,birisi de çatlakmış.Saraya vardığında,sağlam kova dolu olur,çatlak kovanın yarısı ise boş olurmuş.Bu hizmetinin karşılığı olarak adama bir buçuk kova su parası verirlermiş.Hikâye bu ya,günlerden bir gün yine her sabah yaptığı gibi,bizim sucu kovalarını suyla doldururken,çatlak kova dertli dertli konuşmaya başlamış.”Çok üzülüyorum” demiş sucuya hitaben,”Çatlak olduğum için suyun tamamını tutamıyorum ve sende emeğinin karşılığını alamıyorsun.”Gülümsemiş sucu ve” Dert ettiğin şey bumuydu bunca zamandır.Saraya giderken etrafına daha dikkatli bak.Ben senin tarafına çiçek tohumları ektim ve sen her sabah haberin olmadan suladın onları.O çiçekler senin sayende büyüdüler ve ben her sabah o çiçeklerden bir demet yapıp, sarayda yaşayan prensesin odasındaki vazoyu süsledim.Senin yaptığın şey,kazandığım üç kuruştan daha değerli benim için.Çünkü ben göremesem de,prensesin her sabah çiçekleri gördüğünde yüzünde bir gülümsemeyle uyandığını biliyorum doğan güne ve o anın güzelliğini,bırak benim üç kuruşumla,dünyanın bütün servetini de döksen satın alamazsın” demiş.Hikâyedeki prenses sensin ve bende olsam olsam o sucu olurum herhalde. Çatlak kovaya gelince,o da olsa olsa seni tanımadan önceki bendir.Peki vazodaki çiçekler?Onu bulmak daha kolay.Yitip giden çocukluğumdur.Çünkü bilirsin, çocuklar çiçektir.
Evet, ben hep yanlış gidenlerin ardından yorulup durdum.Ama artık bu yoldan dönmek istememim sebebi yorgunluk değil.Senin yoluna taş,toprak olmak istememdendi.Ayaklarının altına ser bu serseriyi ve hatta neden sevdin beni diye tepin üzerimde.Sunay Akın’ın dediği gibi” Ben yangın düğmesinin üzerinde ki yuvarlak cam parçasıyım,eğer kurtuluşun olacaksa hiç düşünme ,ayakkabının topuğuyla kır beni.”Kır ve sağlamken yüzünün yansımasını seyrettiğin o cam parçasının her zerresinde ayrı ayrı seyret eşsiz güzelliğini.
Senin elini tuttuğum o bir dakikalık ömrümün hatırası birinci dereceden yanık bir sevda oldu.Gözlerimde ki yaşlara bakıp üzülmüştün ve bende gözlerindeki bulutlara dayanamadığımdan mutluluk gözyaşları demiştim onlar için.Evet, bu doğruydu ama eksikti.Çünkü o yaşlarda mutluluk kadar ateşin acısı da vardı ve o gözyaşlarımın her biri itfaiye erleri gibi imdadıma yetişmişti.
Şaşkınım.Meğer kendime ne kadar yabancıymışım.Meğer kendimden gizli yaşıyormuşum yıllardır.Seni tanımadan ölseymişim eğer,hocanın cenaze namazında sorduğu “Nasıl bilirdiniz?”sorusuna,tabuttan doğrulup “Bilmiyorum!” dermişim herhalde.Bir cami avlusu insan,akıl sağlıklarını sana borçlu bak,gördün mü •.?
Sanmasınlar ki aşıklar, hasretlerin zanlıları yolardır,dağlardır.Sanmasınlar ki vuslat dedikleri seven iki bedenin kavuşmasıdır.Suçlamasınlar kaderi,yazgıyı.Bazen, beraber aynı ay ışığı altında yıkanmaktır vuslat ve dünya üzerinde şimdiye kadar yaşamış yüz milyarlarca insan arasında,aynı zamanda yaşayabilmiş altı milyar insandan ve bu insanlar arasında birbirini tanıma şansını yakalamış binlere kadar inen,küçücük bir olasılıktır kader.
Yazdıkça yazmak istiyorum aşkımı.Ama artık adından başka bir şey yazamaz oldu kalemim.Seni yazdıkça,sana yazdıkça,her kelime yüreğime kazınıyor adınla.Kalemim yüreğime batıyor,kanatıyor.Kan kaybından ölmezsem,sen kaybından öleceğim.Dayanamıyorum aşkım.Seni daha ne kadar yazabilirim bilemiyorum.Damarlarımda kan,kalemimde mürekkep kalmayana kadar yazabilirim belki ama sonrası korkutuyor beni.Damarlarımdaki kanda sen,kalemimim ucunda sen varken korkuyorum bitmesinden.Onlar biterse sen de bitmezsin değil mi?Çok sevdiğim bir şarkıda söylediği gibi “Ölünce sevemezsem seni!”Ah! Bu korku,bu sensizlik kokusuna dayanamam sevgili.Ama Asaf’ın o eşsiz cümleleri geldi aklıma birden.Ne demişti.”Ölünceye kadar seni bekleyecekmiş,sersem.Ben seni beklerken ölmem ki beklersem…”
Seni seviyorum ve suçluyum aşkım.En az,top oynarken annesinin en sevdiği vazosunu kıran bir çocuk kadar,her yağmur duasından sonra inadına açan güneş kadar,buğday tanesinin aşkıyla yağan ama sel olup fakirhanelere dolan yağmur kadar,yasak elmayı yiyen Adem kadar suçluyum.Bak,ben güneşi affettim,sen de beni affedebilecek misin?