Dün
Seçkin GÜNDÜZ
Işığı hiç söndürülmeyen oda. Gece gündüz yanan cılız ampul. Günlerdir açılmayan, açılması unutulan perdeler. Tek parçalı izlenimi veren sık büzgülü perde tavandan yere... Dışarıda yağmur. Sağanağa dönüştüğü sesinden belli. Odanın birden aydınlanması, yeterince kararmadan birkaç kez üst üste, güçlenerek aydınlanması. Ardından gürüldeyerek gelen karanlık. Kulakları zonklatan, camları titreştiren gök gürültüsü.
İster istemez yorganı açtım. Duvardan duvara uzanan kalın perdede gezindi gözlerim. Kıvrımlarından hangisi açılma yeriydi? Bulmakla yetinmedim. Elimi yatağa bastırınca daha kolay doğruldum. Kimsenin yardımı olmadan karyoladan inecektim. İndim de. Üstelik yürüdüm. Odayı yarılamak üzereydim. Soluğum sıklaşır gibi olmuştu, durdum. Yürek atışlarım dinmeli, dinlenmeliydim. Sırtımı dikleştirdim. Başımı iyice yukarıya kaldırdığım an gözlerim kamaştı. Yummadan önce okudum: 7,5 vat. Yürüyüp geçtim. Adımlarımı beklenilenden çabuk atabiliyordum. Ampulden uzaklaşmam, hızlanmam hoşuma gitmişti. Savrulun perdeler, geliyorum. Yarın sabah da açmayı unutabilirler, ben sizi şimdiden kendi ellerimle—Açılmışçasına aydınlandı. Peş peşe güçlü çakışlar. Gökyüzü çatlıyor bu gece. Yetişemedim. Pencereye ulaştığımda bir daha çak. Dayan bacaklarım. Az önce güçlenmiştiniz, ne oldu! Tülü, perdeyi iki yana, sonuna dek açacağız. Sıklaş adımlarım. Haydi, durma; beni pencereye, cama götür.
Perdeyi aralar aralamaz gözlerim göründü. Görünce dayanamadım, gülümsedim. Canlanıp ışıldadılar. Burnum, dudaklarım gölgeli. Çenem yansımamış. Kulaklarım kesik, yok gibi. Oysa boynum, omuz başlarım... Pijamanın yakası, cebi, söküğü bile çizgisi çizgisine görünüyor. Düğmelerimi yanlış iliklediğimi ilk bakışta anlamış, önemsememiştim. Bir elimle düzeltirken, bir elimle de kapanmasın diye perdeyi tutuyordum. Ne kalın, ne ağır kadife!
İşte şimşek. Gözlerimle tanık oluyorum. Çatallı şimşek. Odamın aydınlanma nedeni. Seslerin kaynağı, oluşumu. Akşamın geç saatlerinde olduğumu bilmesem derim ki gökyüzü ağarmaya yüz tuttu. Derim ki şurası tanyeri. Tanyerinde bulutlar belirginleşti. Zikzak çizerek kırıldıkça kırılan yıldırım ışık saçarak sanki düşecek yer aradı. Bir sonraki çakışa dek kararan gökyüzü patladı patlayacak. Kulaklarımı zorluyor. Karanlıkla birlikte karyola camdaki yerini aldı. Kocamandın, cama sığmak için mi küçüldün!
— Dede... Dede...
Yılların karyolası. İyi dayandı. Oymalarında kurt yeniği olsa da... Neyse ki buradan belli olmuyor. Başucundaki sürahiyi bırakmamış, cama taşımış. Bardağa uzanan el. Camda titrek bir el. Sürahiyi kulpundan... Yastığı sırtına yerleştirmelisin. İyice dikelmelisin. Su içerken hep böyle yapardın, nine, unuttun mu? Başımı göğsüne yasladığımı görüyorum. Sıcak, yumuşak pazen. Naftalin kokusu sinmiş. Doyasıya içime çekiyorum. Sıcaklığınla, kokunla yetinilmiyor. Yüzünü görmek için başımı kaldıracak oluyorum, saçımı okşayarak önlüyorsun. Bir daha deniyorum. Niçin izin vermiyorsun? Ellerini iyice bastırıyor. Doğrulamıyorum. Azıcık kolaylaştır, gözlerini göster. Yüzünü canlandıramıyorum nine. Konuş... Sorularımdan kolay kolay usanmaz, böyle susmazdın. Kızmış olsan da dayanamaz, bağırarak yanıtlardın; kızdınsa bağır. Sorularım tükenmedi, çoğaldı. Bilmezlikten gelme. Hiç değilse içlerinden birini yanıtla.
— Dede... Dede...
Şu an çakmasa. Sakın aydınlanma. Yitip gitme sevgi kalıtı karyola... Perdeyi azıcık daha açsam. Ayakucu yansımamış. İster öfkelen, ister gül nine; sana desem ki— Bekleyemedin! Çak bakalım, çak... Akkordan kamçılar ateş saçtıkça insanın gözleri kamaşıyor. Şaklayan kırbacın sesi daha şu an ulaştı. Gürle, doyasıya gürle. Sonra çabucak yine karar. Camdaki yerini al anı dolu, ince uzun karyola.
— Dede... Dede...
Kızgın tuğlaların yorganın altında mı; görünmüyor? Soğudu da yine değiştirmeyi mi unuttular, nine? ‘Savsaklar!’ dediğini onlara söylemem, sen de odana girdiğimi söyleme. Gelmem hoşuna gidiyor, biliyorum. Kızarlarsa kızsınlar her gece gizlice geleceğim. Hiç konuşmuyorsun bu gece. Dur, perdeyi ben açarım. Ne oldu birden, kızmış gibisin? Perdeye bakışından açmamı istiyorsun sanmıştım. Sen kalkmayasın, yorulmayasın diye. Doğrulduğunu görünce dayanamadım. Üstelik tam sorumu yanıtlamak üzereydin. Söyle nine, her şeyi sen, sen biliyorsun. Küstün mü yoksa? Bilsem açmazdım. Sürahiye uzanacağını düşünemedim. Yoksa koşup bardağını tutardım. Işık yetmiyordu. Sandım ki perdeyi açarsam sen... Bağışla ne olur. Kızma, söylenme artık. ‘Savsak,’ demeyesin diye perdeye koştum. Yanılmışım işte. Bilsem açmazdım. İnan açmazdım. Baksana, küçücük yatak. Gör işte, bomboş. Yazık. Çaksa da boş, çakmasa da.
— Dede... Dede...
Kadifeyi, tülü güçlükle aralayan ellerim yıllara mı uzanmaya yelteniyor? Durup dururken ne oldu bana! Güçlenmiş gibiyim. İstek doluyum. Yerimde duramıyorum. Neredeyse pencereyi de açıp... Oysa... Evet, cam sanki karanlığın içeriye süzülmesini önlüyor. İstemiyorum yıldırımlarla aydınlanan karanlık seni. Ya hep aydınlık, ya hep — Yine aydınlık, yine aydınlık... Yataktan hiç çıkmasa mıydım?
— Lay lay laay!.. Lay lay laay!..
Tam sırası. Yağmur dinmişken açsam. Karanlığın içeriye dolması gülünç bir benzetme. Peki ya görüntüler... İşte güçsüzlüğüm. Şimşekle yok olsalar da cama yansıyan görüntüler. İşte düşkünlüğüm. Kıyılamaz, cayılamaz. Üstelik şu an tam ben onu—Gülümseyerek nineme göz kırptım. Masala başlaması için sıkça başvurduğum yöntemdi. Son günlerin buluşu. Bu sessiz gösteri sızlanmaktan etkindi. Şimdi geçerliliğini mi yitirdi ne! Niçin başlamıyor! Gülümseyerek göz kırpar, yanı başına çağırırdı. Görmemiş olmalı. Bir daha mı kırpsam? Göz kırpıp gülümsedi de ben mi ıslak camdan göremedim. Dışarısı aydınlandıkça görünmüyor. Kim bilir, belki 0 da tam o an?.. Dışarıya bakmaktan, bakarak seni düşünmekten usandım. Anlatsın istiyorum, anlattıracağım. İçeriye döndüm. Gözlerimi gözlerinden ayırmayacaktım. Ayaklarımın ucunda yükseldikçe omuz başlarım soğuk cama değiyor; büyüdüğümü, uzadığımı düşlüyordum. Oysa masal benim bu saplantılı özlemimden önemliydi. Ne yapıp yapıp başlatmalıydım. Şımarıkça gerinerek göz kırptım. Yanına çağırmadı. Dayanamayıp sordum: “Gökyüzünde niçin yıldız yok?” Amaçsızca sormuştum. Yanıt beklemiyordum. Yeter ki konuşmaya başlasın.
“Dalgalı denizde sandal olur mu?” diye güldü. Başarmasına başarmıştım. Ancak sorumun yanıtı mı, yanıtlamam gereken bir soru muydu bu? Anlaşılan masal anlatmaya istekli değil bu gece. Beklemediğim şeyler söyleyerek beni oyalıyor. Yastığı sırtına yerleştirirken gönlümü alırcasına gülümsedi. Somurtmayı sürdürdüm. Pazeninin kollarını yukarıya çekip büzgülerini düzeltti. Şaşkınlığımın geçmesini mi bekliyor? Sürahiye uzanacak oldu. Koşup bardağı tutsam, masala başlar mı? Ya yine anlayamayacağım şeyler söylerse? Küstüğümü sansın diye kaşlarımı çattım. Gözlerimi gözlerinden kaçırıyor; tavana, ampule bakıyordum. Yoksa çekip gitmeli miydim? Gidemiyorum. Odadan ayrılamayacak denli seni seviyorum.
“Yıldızlar, yıldızlar...” diye ninem bozdu sessizliği.
“Evet, nine yıldızlar,” dedim. Coşmuştum. Hani duygularımı gizleyecektim!
İç çekerek söze başladığında masalların en güzeli gelirdi, biliyordum. Kasılmanın, oyalanmanın sırası mı? “Evet nine,” diye üsteledim. İstekli görünmemeye çabalıyordum. Becerememiştim? Becerememiştim, değil mi nine, becerememiştim.
“Fırtınalı gecenin sabahı dingin; akşamı yıldızlı, durudur.” Derin bir soluk alıp gülümsedi: “Ama gecesi...”
“Gecesi nasıldır, nine?” diye atıldım. “Söyle gecesi nasıldır?”
“Uçuşan yıldızları gördün mü hiç? Gözlerimi ayırmazdım onlardan. Biri düşse de bir şeyler dilesem diye...”
“Neler nine?”
“Yıldız kayarken ne dilenirse olur da ondan!! Gel, yıldızların doğuşunu bekleyelim.”
“Beklemesine bekleyelim de biri kayarsa ne dileyeceksin nine, söyle?”
“Erişilmesi kolay, gerçekleşmesi kesin bir şey.”
“Ne, nine? Küserim söyle. Daha önce zor şeyler mi dilemiştin? Hepsi gerçekleşti mi?”
“Anlattım ya. Sürekli anlattım. O masalları sen nereden bulduğumu sanıyorsun! Haydi, söz dinle şimdi. Pencerenin önüne geçelim. Işığı söndürüp sandalyeyi camın önüne çekiver. İçerisi karanlık olursa yıldızlar daha parlak görünür. Sonra da gelip ninenin dizlerine—”
“Dalgalı denizde sandal olmaz ki nine.”
“Sandal değil yıldız! yıldız! Yıldızları bekleyeceğiz.”
Gözleri buğulanmıştı Yanaklarını o denli al görmemiştim. Bakışlarından korktum. Işığı söndürdüm. Sandalyeyi pencereye doğru itelerken, kızılacak bir şey söylememiş olduğumu düşünüyordum. Üstelik sevineceğini sanmıştım. ‘Ne güzel öğrenmişsin,’ demesini beklerken. Kendisi söylerken iyi de ben söyleyince mi suç oluyor! İnan olsun artık nineme küseceğim. Oysa elimde değil, seni seviyorum. Kaç kez denedim; küsemiyorum, küsemedim. Oldum olası naftalin kokusunu sevmemden belli değil mi?
Gözlerimi yıldızlardan ayırmadım o gece. Ninemin dileğini öğrenecektim. İsteyecek başka bir şeyim yoktu. Gün boyu düşünmüş, doğru dürüst bir şey bulamamıştım. Ne top, ne topaç, ne uçurtma. Akşam yemeğinde bulduklarımı da beğenmemiştim. Bir an için bisiklete isteklendiğim doğru, ancak çabucak caydığım da doğru. Erkenden odama geçip başka ne dileyebilirim diye düşünmüş, düşünmüştüm. Ninemin dileğini öğrenmek güneş gözlüğünden, kol saatinden baskın çıkıyordu. Ne dilemişti? Ne değil, neler? İlki neydi? Dilediğinde kaç yaşındaydı? Bir bir öğrenmeliydim.
Gün ağarana, yıldızlar solana dek kaymalarını bekleyecektim. Gözlerimi kırpmadan… Ninemin gizlerine ancak böyle erişebilirdim. Her kayan yıldıza bir dilek… Her birinden ninemin bir dileği... İlk dileğim ise onun bu gece ilk dileyeceği... Daha sonrakilerden de ninemin daha önceki dilekleri. Geçmişe doğru, bir bir, sırasıyla. Sonra da bu gecekiler, ileriye doğru… Öğrenmenin kestirme yolunu bulmuşken bol bol kayın yıldızlar. Bilmediğim bir şey kalmasın.
Utanıyordum. Yalan söylemeye denk, ağır bir suç mu işlemek üzereydim? Giz çalan hırsız mı olacağım bir gecede? Anlaşılmasına anlaşılmayacak ama gözle görünmeyen bu suç görünenlerden ya çok daha ağırsa?! Yabancı birinin gizi değil ki diye avundum. Ninem, o benim biricik ninem. Üstelik öğreneceklerimi kesinlikle açıklamayacaktım. Ne anneme, ne babama , ne de oynarken arkadaşlarıma. Kimseye söylemeyeceğime pencere önünde söz verdim. Kendi kendime verdiğim ilk söz. Bu olayı sonsuza dek gizleyecektim. Sonsuz... Anlamını kestiremediğim bu sözcüğü o akşam ilk kez kullanmış, bir daha da kullanmamıştım. Yıldızları beklerken bir yandan yakarıyordum. İlk yakarış: Dilerim ayıp değil, dilerim suç değildir. Yürek atışlarımı hızlandıran kaçınılmaz bir korku: Ya anlaşılırsa!
Bir yıldız kaymıştı o gece. Ninemin yıldızı... Parmağıyla gösterdiği. ‘Bak; içlerinde en parlak olanı, kocamanı, hiç kıpırdamaz,’ dediği.
Suç mudur, ayıp mıdır, derken; yıldızların doğuşunu utanç karışmış duygularla beklerken uyuyakalmışım; yazık. Gözlerimi açtığımda gökyüzü masmaviydi. Sanki hiç yağmamış, hiç esmemiş... Kızdım; parıldayan güneşe, dingin güne. Oysa az sonra evdekilere daha çok içerleyecekmişim. Koşar adım odaya daldığımda karyola boştu. Öğlene dek beni sandalyede, başı cama yaslı nasıl bıraktınız? Niçin uyandırmadınız? Ayakucundaki tuğlayı kucakladım. Sarıldım, başımı yasladım. Soğuktu, ılınana dek yanağımı çekemedim.
O günden sonra gökyüzünde olmak, yıldız olmak istedim. Öyle nineminki gibi değil. Düşmeyen, kaymayan bir yıldız. Yıllar geçti yıldızlarda. Ne benim oldu dileğim ne de ninemin olmuştu. Yo, onunki olmuştu. ‘Benim uzandığıma sakın elini sürme,’ derdi. ‘Uzakta onlar, dokunulmaz ki dediğimde göz kırpar gülümserdi. Son dileğin, yalnızca son dileğin gerçekleşti nine. Beklemekten usanmıştın. Bütün gizleri biliyor olmalısın. Bir bir sormak istiyor çokbilmiş geçinen torunun. Ölüler de istek duyar mı? Dilekte bulunur mu? Suskunlukları gerçek midir, sürekli midir? Başımı dizine yaslasam da seni yine öyle dinlesem. Yorgunum... Yanıtlar nerede, yıldızlarda mı? Sormaktan usandım. Şu an bilmek istediğim tek bir şey var, hiç değilse onu… Yanıtını almadan bil ki şuradan şuraya kıpırdamam. Desem ki nine, desem ki... Off, inan bir tane de değil, sorular soruları çağrıştırıyor, çoğaltıyor. Yanıtlar zikzak çizerek kırılıyor, sönüyor. Bilinmezler bilinenlerden öyle çok ki... Söyle; bilinmezler bilinemeyecek mi? Hiçbir koşulda?.. Hiçbir şekilde?.. Bilinemeyecekleri kesin mi?
— Lay, lay lay... Dedeciğim, lay lay lay...
Şimdi de yıldızlarla oynuyor musun, nine? Güçleri yine yetiyor mu seni avutmaya? Söylemememi istiyorsan kimseye söylemem, söz. Yeter ki anlat. Yanıtlar nedense hep erişemeyeceğim uzaklıkta. Yakınımda, çok yaklaştım da uzanmaya mı gücüm yetmiyor? Yetiyor da ben mi dokunmak istemiyorum? Adlandıramadığım bir duygu; dokunma! isteme! üsteleme! diyor. Bunu dedirten olsa olsa korku. Oysa bilmemek, bilememek de beni korkutuyor. Öğrenmenin yolu ölümden mi geçiyor? Bedeli ufacık gövden, kurtlu kemiklerin mi nine? Giz çalmanın ayıbını, suçunu artık önemsemiyorum. Bir çalabilsem, ama şimdiden çalabilsem, diriyken… Ama bilememenin tedirginliğiyle yaşamaktansa... Düşünüp de çözememek... Bilinmeyenleri düşünmenin uyandırdığı duyguya sürekli katlanmaktansa... Bedelini ödemek için istekle ölürüm, diyordum. Oysa gizlerin böyle çözüleceğine inansam. Söyle nine, çözüm yolu bu mu? Yine aldanmayalım. Yıllarca yıldızlar aldattı seni. Göz göre göre beni de aldattı, aldatıyor. Hiç değilse bu akşam, bundan böyle… Gökyüzünde çok şey yitirdik. Ölümsüz sanıp özendiğimiz yıldızlardan dilenirdik, anımsa. Onlardan ne bekliyorduk? Yaşam mı, ölüm mü? Doğsun diye beklerken, kaysın diye beklerken; umutlarımız doğdu, umutlarımız söndü. Dileklerimizin gününü, saatini mi ayarlayamadık, nine? Ya fırtınadan önce, ya fırtınadan sonra duyurabilirdik belki sesimizi? Oysa biz... Evet, biz kalktık... Tam... Çığlıklarımızı anında gök gürültüleri susturdu. Koşulları kollayamadık!
— Dede... Dee dee ciiim...
Işık yılıyla yaşamak isteyecek denli açgözlü değildik. Ancak, bilinmeyenlerin gün be gün bilinene dönüştüğünü gördükçe seviniyor; her şeyin bilinebileceği bir güne ulaşılacağını düşledikçe, yaşam süremizin buna yetmeyeceğine yeriniyorduk. Yalnızca yeriniyorduk. Süre isteyecek denli gerçeklerden kopmamıştık. Yıldızlara artık kuşkuyla bakıyorduk. Işıkları güçlenince etkinlikleri beklentilerimizin doğrultusunda olmuyordu.
—Dede... Dede... Lay li li lay lay…
Dileklerimizden bir bir caymıştık. Yakınsak da, atıp tutsak da yaşamayı seviyorduk. Umutlarımızın doğuşuna, yok oluşuna gocunmaz olmuştuk. Kayan, bizden ışık yılı uzaklığındaki bir yı1dız; ölen, yalnızca umutlarımız diyor, gücümüzü yine de yitirmiyorduk. Umutlanmadan yaşamaya gün geçtikçe alışmıştık. Tam alışmıştık, nine… Her şeyin ışık hızıyla düne sığacağını nedense hiç düşünememişiz. Her şey ışık hızıyla dün… Öncesiz bir dün... Beklentilerimden cayarım da bugünden cayamam. Bugünü bırakmam. Yetiniyorum, ayrılmam nine. Bugünüm de dünleşmeli. Bilmediklerim varsın bilinmez kalsın, bilinemesin. Bilememenin yarattığı korkuyla yaşamanın güçlüğünü küçümsemiyorum ama karar vermeliyim. Seçenekler kol saati, bisiklet, güneş gözlüğü değil… Dört elle birinden birine sarıl; sarıl, bırakma. Ya yaşama, ya ölüme... İkisinden biri baskın çıksın. Sarıl… Sarıl yıldızcı ninenin çokbilmiş sevgili torunu.
— Dede
— Sen misin bir tanem...
— Deminden beri sesleniyorum. Şarkımı da mı duymadın?
— Duydum, dinliyordum.
— Dönüp bakmadın. Küstüm işte.
— Dedelere küsülmez.
— Ne güzel gizlenmiştim. Yorganın altından çıkıp korkutacaktım. Yatağa gelmeyince dayanamadım, seslendim.
— Orada olduğunu biliyordum. Oyun olsun diye görmezlikten gelip ben seni şaşırttım.
— Hııı... Gücendim ama.
— Büyüklere gücenilmez, demedim mi?
—Yatağına girdiğime kızmıyorsun değil mi, dede?
— Kızmıyorum.
— Annemlere de söyleme.
—Söylemem.
— Ampulün altında demincek ne yapıyordun öyle?
—?!!
— Ayaklarının ucunda azıcık daha yükselseydin, belki kolunu azıcık daha kaldırsaydın—Ben de erişemiyorum, boş ver dede.
— O nasıl söz öyle! Yakıştıramadım. Üstelik eriştim.
— Ben sandalyeye çıksam da yetişemem, değil mi, dede?
— Boş ver şimdi ampulü.
— Sen de dedin, sen de dedin. Lay lay lay... Ben de sana yakıştıramadım.
— Dedeler der.
— Dedeler der, dedelere küsülmez. Dedeler de hiç kızmaz.
— Kızmaz. Hiç kızmaz yavrum. Artık yatağımdan çık. Kızmam dedimse…
— Çıkıyorum. Bir sandalye alıp geliyorum. Yine yıldızlara bakalım.
— Yarın baksak?
— Dün de bakmamıştık! N ’olur dede, n’olur. Geldim işte. Ben onları çok seviyorum.
Kaymasalar bile beklemek hoşuma gidiyor. Bak bak, hiç sıkılmıyorum.
— Konuşsak ya?
—Bakarak, bekleyerek konuşuruz. Gördün mü dede, bir tane bile yok!..
— Daha erken.
— Olmaz dede, bu gece yıldız olmaz! Ne yapacağız şimdi!
— Olur, olur.
— Olmaz dede, olmaz. Böyle gecede yıldız mıldız olmaz. Unuttun mu, sen! demiştin.
— Demiştim yavrum, ben demiştim. Bana da demişlerdi. Üzülme geceye daha çok var.
— Yemek yedikten sonra gece oluyor, biliyorum.
— Evet, şu an akşam.
— Öğleni karıştırıyorum. Uyandığımda sabah. Babam döndüğünde akşam. Yatınca gece. Nedense öğleni hep—
— Öğrendin bile. Tasalanma. Daha önünde upuzun—
— Ne güzel dedeciğim, sen her şeyi biliyorsun. Ben de senin yaşına gelince her şeyi, ama her şeyi—Yıldızlar yaşlanmaz, değil mi? Ben geçenlerde öyle bir şey diledim ki! Bil bakalım? Yaa? Bilemezsin. Lay Lay Lay...
— İstersen , bu gece yıldızları unutalım.
— Olmaz dede, ne olursun bekleyelim. Tam oyuncak isteyecekken—
— Ben sana onu yarın alırım.
— Sokağa çıkmazsın, kandırma. Üstelik ne istediğimi daha söylemedim ki ?!
— Çıkarım. Çıkacağım. Sen dedeni ne sandın! Oyuncağını da şıp diye bildim.
— Bilmediğin, alamayacağın bir şey bulayım öyleyse. Off… Çabucak da olmuyor ki! Sen buldun mu, dede? Kendin için...
— Görmüyor musun, gökyüzü bomboş! Bu gece yıldız mıldız yok, olmaz.
— Daha erken dede. Az sonra her yeri dolduracaklar. Bir de bol bol kaysalar...
— Ah, benim biricik yavrum. Yarın sokağa çıkmışken sana başka bir şey daha alayım. Buldunsa ikinci dileğini söyle, onu da alalım. Bisiklet miydi yoksa? Hııı?.. Üç tekerlekli mi olsun? Ya da iki tekerlekli olup da hani iki yanında —
— Çok güzel bir şey buldum, beklemeliyiz dede! Çarşıdan alınacak gibi değil. Büyüyeceğim, büyüyeceğim; çabucak büyüyüp öylece kalacağım. Tam senin yaşına gelmeden yani. Yıldız çıkmazsa bu gece! Çıkan da kaymazsa, ben ne yaparım, dede!
— Çıkar, üzülme çıkar. Bugün çıkmazsa yarın çıkar. Hiç değilse çıkana dek baş başa konuşalım.
— Konuşalım dede, sustukça yıldızları beklemek güçleşiyor. Sessizlik geciktiriyor. Nerede kaldılar? Bir an önce çıksalar ya... Şu an bambaşka bir şey buldum, tam şu an! Sakın sorma, söylemem. Nerede kaldılar! Haydi, çabuk çabuk çıkın artık! Çıkana dek gün ağarmasın ama ne olur ağarmasın. Daha önce böyle bir şey mi dileseydim yoksa? Konuş dede. Bir yandan konuş. Sustukça; dedim ya çıkmaları gecikiyor.
Konuştum. Yalın sözcükler seçerek. Sıradan, ama yine de ilgi duyacağını sandığım şeylerden söz ettim. Çok sürmedi, gökyüzüne dolaylı bir şekilde yaklaşmıştım. Artık yıldızlara değinebilirdim. Onların gizemli gücünü çürütmek boynumun borcu. Gözlerini gökyüzünden bir an olsun ayırmıyordu. Öpmek için yüzünü çevirecek oldum, yanağını kaçırıp gözlerini gökyüzüne yine oraya dikti. Anlattıklarımı dinlemiyor, belki de duymuyordu. Gökyüzünün alımına kapılmıştı. Sorsun istiyordum, istediğini sorsun. Bildiklerimi, her şeyin doğrusunu söyleyecektim. Bilmiyorsam da açıkça , ‘Bilmiyorum yavrum, ben de bilmiyorum,’ diyecektim. Susuyor. Ona ne oldu bu akşam? Sürekli sorardı ; bilsem de bilmesem de duraksamadan yanıtlardım. Gerçekleri saptırmamaya özen göstermişsem de arada bir sakınmadan yalana da başvurduğum olmuştu. Çocuksu sorularını bile yanıtlarken kimi kez gerçekleri sisler, süslerdim. Kolay gözükse de karmaşık; kandırmacalarıma son vermeyi göze alamadığım öyle sorular bulurdu ki! İşte onlarda dilim çözülüyor, büsbütün coşuyordum. Anlattıklarımda düşsel özlemlerimi, gerçekleşmesi olanaksız beklentilerimi mi dile getiriyordum! Olur olmaz, gerçekdışı birçok şeyi; üstelik irdelemesini önleyerek toy beynine sokuşturdum! Bilgiçlik taslayarak. Kuşkulandırmadan. İşin şaşılacak yanı, bilmediklerimi bilir gibi aktarırken daha inandırıcıydım. Kolay kanmasından, yaşından yararlandım. Yanıtlarımda suçüstü yakalanmadım çünkü bana güveniyor, her dediğime inanıyordu. Evet?!. Belki şimdi de... Neden olmasın; inanır inanır! Gecikmeye gelmez. Varsın, ‘Dedem yalancıymış,’ desin, küssün. Hiç değilse bu gerçeği söyleyip aklanmalıyım. Bakarsın buna da gözü kapalı inanır. Sonra, sıra anlattıklarımı düzeltmekte, beyninde yeşerttiğim katışık düşünceleri arıtmakta. En önemli son görevim sanırım bu. Yerine getirmeden seni bırakmam. Yıldızlardan kesinlikle dilenmemeli. Anlattıklarımda yalanlanması gereken öyle çok şey var ki! Bir geceye sığdırabilsem. Zor. Benim için de zor, onun için de... Yalanlarımı ben de sevmişim. Yazıklanmamak gerçekten elde değil.
— Dede, bak... Çıkmaya başladılar.
— Ben sana dememiş miydim?
— Bak! Bak! Şurada da var. Yaşasın!
Söze yine yıldızlardan başlamalı. Onların da yaşamı sürelidir, demeli. Parıltıları sonsuza dek sürmez, ölüm gökyüzünde de vardır; bunu bilmeli—Sonsuz sözcüğünü kullanmasam?
— Şuna bak dedecim, ne güzel parlıyor. Yazık, sabahleyin yok olacak.
— Hayır, yok olmayacak. Onu, biz göremeyeceğiz. Anlıyorsun değil mi? Yalnızca bize görünmeyecek. Gün ağarınca yıldızlar—
— Boş ver dede, nasıl olsa yarın gece yeniden doğacaklar.
Güneşten, aydan, gezegenlerden başlasam. Gece ile gündüzü anlatsam. Mevsimleri öğretsem, açıklasam. Sonra da sözü yıldızlara getiririm. ‘Görünen parlaklığı başka, gerçek parlaklığı başkadır onların; ben kandım, sen kanma,’ derim. ‘Kimi ısınır, büyür, parlaklaşır, yıllar sonra patlayarak yok olur. Kimi soğur, donuklaşır, büzülür, bir gün söner. İşte yıldızın ölümü. Onlar uzaktan hoştur. Kimi yakar, kimi dondurur. Kimi vardır görünmez, kimi yoktur görünür. Bunları er geç öğreneceksin. Yer değiştirmez sandığın Kuzey yıldızına güvenme, Demirkazık deseler de kıpır kıpırdır o. Yıldızların gerçeğini sana aktarmalıyım. İnanacağın şekilde anlatacağım. Hiçbir şeyi çarpıtmadan. Dilerim, geç kalmamışımdır, başarırım. Yeni bir gökyüzü masalı yaratıp yıldızların çekiminden seni kurtaracağım. İleride, kendin değişmeye çabalasan da o güne dek yeri doldurulmaz pek çok şeyi yitirmiş olduğunu anlar; durmadan yakınır, yerinir, zorlanırsın. İşte o an suçlayacak birilerini ararsın. Önce kendini sonra beni suçlarsın. Dahası; bana küsmek isteyip de küsemezsen bil ki bunu önleyen sevgi, sevgi bir tanem.
— Ben yıldızlar gibi olmak istemiyorum, dede. Gün ağarırken yıldızlar—
— Hah şöyle... İstesen de olamazsın. İşimi kolaylaştıracağa benziyorsun. Kutluyorum seni. Yıldızlarla ilgili anlattıklarım var ya—
— Anlamadın dedeciğim, anlamadın. Yine onlar gibi olacağım da tam öyle değil. Yok olacaksam geceleri yok olayım, diyecektim. Gündüzleri hoop yine çıkayım. Bütün gece uyuyorum nasıl olsa. Gündüzleri bol bol oynadıktan sonra—Ayy, bu dileğimi senden gizleyecektim, unuttum. Yaşasın, bir tane daha buldum. Bu hepsinden güzel. Evet, evet!!! İnan dede, bu en son bulduğum en!.. en!.. en!.. güzel. Bir kaysın öyle çok sevineceksin ki…
Olmadı. Yine olmadı. Ona ölümden söz etmeliyim. Alıştıra, alıştıra. Bildiğim ölçüde… Soru sormasa… Oysa ölümsüzlüğü ne kolay anlattım. Dinlerken böylesine tat alacağını, böylesine hoşnut olacağını hiç sanmıyordum. Hele ilk günlerde hiç ama hiç… Demek yalanı bile istek uyandıracak denli güzel, demek o denli güçlü… Onu ölümsüzlüğe ne çabuk özendirdim.
— Dede, şu kıpırdadı! Dilese miydim?
Yıldızların ölümlü olduğunu varsın daha bilmesin mi! Günün birinde nasıl olsa öğrenecek. Saksıdaki çiçekte, akvaryumdaki balıkta; kuşta, kedide… İnsan demeye dilim varmıyor; ölümle her yerde tanışacak. Belki yarın, belki öbür gün. İster istemez tanışacak. Ah, yıldızlar... Düşleri gerçekleştirebileceğinize birkaç yıl daha inansın mı? Size özensin mi, torunum? Ölümlü olduğunuzu daha bilmesin mi! Ya dilekte bulunmaya alışır da umarı sizde ararsa! Sizi güçlü sanıp onda beklenti yaratırsanız? Hayır. Belki de abartıyorum. Belki değil, çok abartıyorum. Tasam yersiz. Öykünme çabasında. Bana düşkünlüğünden. Büyüsün unutur. Biricik ninemin yıldız oyunu biricik torunumla bitecek. Boşuna endişeleniyorum. Sezgimde yanılmıyorumdur? Dilerim yanılmıyorumdur. Dilerim...
—Dilerim, diye fısıldadın!! Biri kaydı mı yoksa? Yetişemedim dede, öbürüne bakıyordum!!
— Dilerim , demedim. Şeyy... Yani, dudaklarım oynamışsa da… Neyse... Gözlerim yoruldu. Perdeyi kapatsak. Yemekte ne vardır, dersin? Kokusuna bakılırsa?.. Bence mis gibi—
— Koku moku yok, dede! Hem ben hiç acıkmadım. Off, yine kaçırdım!! Oldu mu ya!..
Sık sık ovuşturması gözlerinin kamaştığını gösteriyordu. Oysa benimkiler nedense hiç... Gökyüzünü irili ufaklı yıldız kümeleri doldurmuştu. Göz kırpışlarınıza artık aldanmıyorum, boşuna yanıp sönmeyin karşımda. ‘Yavrum diyeceğim, ‘yıldızlara sakın kanma.’ Söze böyle başlamalı. Gördüklerimizin birçoğu belki de çoktan yok olmuştur. Bunu böylece demeli... Yok olsalar da bir süre daha varmış izlenimi verirler. Yıllar önceki durumunu, yıldızların geçmişini görüyoruz. Diyeceğim, diyeceğim de anlayamaz, üstelik inanmak istemez. Dedesi, değil gerçeği benimsemek, anımsamak bile istemezken!
— Dayanamayacağım, kaymasını beklemeden dilesem olmaz mı, dede? Şuna, şu en parlağına. Bir kerecik de böyle dileyeyim. Bakarsın olur?
— Dile yavrum, öyle dile…
— Sen de dile ama. Sen tam dilerken ben—Sakın sorma, isteyecek yeni bir şey buldum, söylemem. Az öncekini bir sonrakinden dilerim. Ayıp mıdır, suç mudur bilmiyorum ama, anlarsan ne olur bana kızma, dede. Şuna. Şuna dede... Bak, bak... İşte.
Yemeğe çağrılıyordu. Oysa ikimizi birlikte çağırırlardı? Neyse… ‘Yataktan çıktığımı söyleme,’ diyecektim koşar adım gitti. ‘İyi geceler,’demedi, demeyi unuttu. Alınmadım. Annene, babana da… Bağışladım seni ivecen çocuk, suçsuzsun ninem gibi. Sen de beni bağışla. Parlak yıldızı unutmuş gibiydin hızla koşarken... Nineme de kızamıyorum. Şuradaki dediğin hangisiydi? Hani benim için bulup parmağınla gösterdiğin. Hangisi? Hangisiydi o?
Loş bir odadayım. Kalın perdeler yere değiyor. Yine açmamışlar. Yine unutmuşlar. Dışarıda sağanak. Cama vuran dolu tanecikleri… Tıpkı dün. Şimşeklenen gökyüzü… Odanın bir çakışta aydınlanması ardından karanlık. Gürültülü karanlık. Bir yere düştüğü kesin de nereye düştüğünü bilemediğim yıldırım. Bildiğim, akıp yok olduğun. Gök delindi. Oysa az önce... Beklenir miydi?!
Yorganı fırlatıp açtım. Kalkmalıyım. Seslerle yetinilmiyor. Böyle bir gece pencereden izlenmeye değer.
Altından geçerken bir fiskede ampulü salındırdım. Görse, dedesiyle övünürdü. Şimdi sıra yıldızlarda. Çıkmışlarsa? ‘Sımsıkı asılı onlar, düşer mi hiç,’ diye sızlanışı... Uyuyordur. Fırtına uyandırmasa. Ya pencere önünde uyuyakaldıysa?! Olmadı değil. Kaç gece. Kaydı kayacak diye beklerken… Canım benim… Uyanıp gelse. Gelse de öpsem, doyasıya koklasam. Odasına gitsem ya. Odaları bir bir dolaşsam. Herkesi kucaklasam… Öpsem… Doyamadım. Doyamadım. Kızsam da, gücensem de , ‘savsaklar,’ diye söylensem de hiçbirinize doyamadım. Karşı komşu, alt kattaki genç çift, gündelikçi kadın-kaç gündür gelmiyor–tokgözlü manav, su dağıtan çocuk, yaşlı kasapla kızı, hani geçenlerde eşini yitiren—Off… Daha niceleri… Tanıdıklarım, tanımadıklarım. Hiçbirinize doyamadım. Sevenim, sevmeyenim; sevdiğim, sevmediğim hepinizi şimdiden öyle özledim ki... Perdelere, tüllere, pencereye, bardağa, sürahiye, 7,5 vatlık karpuzsuz ampule inan olsun doyamadım. Kullandıklarım, kullanmadıklarım; gördüklerim, görmediklerim; yaşadıklarım, yaşamadıklarım—Yataktan hiç çıkmasa mıydım? Yüzümü görmek istiyorum, özledim. Yüzüme doyamadım. Gözlerimi özledim. Işıltısına doyamadım. Hiçbir şey görünmüyor. Yüzüm?! Çizgili pijamam?! Neredesiniz!.. Sesim?! Sesime doyamadım. Sesim?! Yatmaktan usandığım oymalı karyola, neredesin?! Perdeyi daha da açtım. Camda boş bir karyola. İçinde ben yokum. İçinde ben yoktum. Ayakucunda bir çift terlik?! Minicik?!. Şimdi şimdi anımsıyorum: Dün, gün ağarırken ölmüştüm. Tam, gün ağarırken.