- 632 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Seçim ve ben..
Düşüncenin amacı nedir?
Düşüncenin diyalektik hareketini, nesnel gerçekliğin diyalektik hareketine uydurmak!
Acaba bu uygunluğu neyle elde edeceğiz? Eylemle!
Bir düşüncenin doğruluğunun tek güvencesi; onun, pratik (uygulama) bakımdan başarıya ulaşması, doğa ve toplum üstünde insanın gücünü artırmasıdır.
Feuerbach üzerine tezler’inin ikincisinde Marks, “İnsan gerçeği, yani düşüncesinin doğruluk, açıklık ve gücünü pratikle (uygulama) kanıtlamalıdır” demişti. On birincisinde ise şunları yazdı “ Düşünürler şimdiye kadar dünyayı şu ya da bu biçimde açıklamaktan başka bir şey yapmadılar, oysa bugün, onu artık değiştirmek söz konusudur.”
Öyleyse biz yaşayan insanlar, yani canlı düşünce için yapılması gereken şey Dünya’yı değiştirmek olmalıdır.
Peki bu değiştirilmesi gereken dünya nasıl bir dünyadır?
Nasıl değiştirilecektir ve bu değiştirme işlemine nereden başlanacaktır?
Tüm bu ve benzeri soruları ortaya atan, olumsuzlukları yaşayan ve değiştirme sorumluluğu ile değiştirebilme gücü olan tek varlık insandır. Öyleyse konumuzun öznesi insandır ve işe insanı değiştirmekten başlamalıyız.
Bu sözü edilen insan kimdir?
Descartes ‘ben’ diyor. Sanırım bizde öyle yapıp işe ‘ben’den başlamalıyız.
Ben insan olarak nasıl bir varlık’ım, bedenimle düşüncem (ruh) nasıl bir bütünlüktür. Bedensel varlığımla, düşünsel varlığım hangi koşullarda ve nasıl oluşuyor. Benim bu oluşumda payım var mıdır? Varsa etkinlik derecesi nedir? Neleri seçip neleri seçemem?
Seçemediklerimi sıralayarak işe başlayabilirim. Öncelikle Dünya’ya gelişimi ben seçemem. Bu bilinçli ya da bilinçsiz annem ve babamın seçimi, sonra dünya’ya gelirken dişi ya da erkek olarak gelmeyi; yani cinsiyetimi seçemem, bu da doğal seçimin işi. Sonra kardeşlerimi ve akrabalık ilişkilerimi seçemem. Sonra dilimi, etnik kimliğimi seçemem. Sonra yaşama hangi toplumda başlayacağımı seçemem. Saç rengimi, göz rengimi seçemem. Zengin ya da yoksul bir ailenin çocuğu olup olmayı seçemem.
Gördüğünüz gibi seçemediklerimin ardından gidersem belki de bu listelemeyi hiç bitiremem. Peki seçebileceklerim var mıdır? varsa bunlar nelerdir.?
Her insan gibi ben de bir toplumun içine doğdum. İçine doğduğum toplumun bir ekonomik, bir politik, bir kültürel yaşamı var. Yeni doğan bir insan olarak benim, içinde yaşayacağım toplumun bu toplumsal yapısına, bilinçlendiğim oranda bireysel katkı sunmam gerekir. Toplum içindeki olumlu gelişmeleri savunup, olumsuz gelişmelerin karşısında muhalif tavır almalıyım. Bu durum benimle bağlı olan bir durum değil tüm insanlık ve tüm insanlar için geçerli olan bir durumdur. Hiç bir birey bu durumdan soyutlanamayacağı için bende soyutlanamam. Bu insanlığın benden yansıyan halidir. Burada karşıma çıkan şey toplumda yaşanan olumlu ve olumsuz gelişmelerin ne olduğudur.
Şimdi içinde yaşadığım topluma, bilincim doğrultusunda, nesnel gerçekler açısından bakmaya çalışayım.
İçinde yaşadığım coğrafya (Ege) , gerek mevsimler bakımından, gerek elde edilen ürünler bakımından, gerekse insan kaynakları bakımından kutsal kitaplarda bildirilen cennetten çok daha gerçek. Ama elde edilen ürünlerin insanlar arasında hakça paylaşılamamasından kaynaklı olarak, bu cennet coğrafyada, cenneti çok küçük bir azınlık yaşıyor, büyük bir çoğunluk cehennem azabı bir yoksulluk içinde sürdürüyor yaşamını. Gördüğüm nesnel gerçeklik bu.
Şimdi gördüklerimi düşüncenin nesnel geçeklik alanına aktarmalıyım, yani düşünmeye başlayabilirim.
Yanıtını arayacağım ilk soru şu olmalı. Nasıl oluyor da düşsel cennetten daha gerçek olan bir ortamda, insanların küçük bir bölümü, olanakların hepsini kullanıp, rahat ve özgür bir yaşam sürdürürken. Büyük çoğunluğu oluşturan insanlar kıt olanaklar içerisinde, açlık, işsizlik eğitimsizlik, gelecekten güvensizlik içinde, tüm özgürlük olanaklarından yoksun bir yaşam sürdürüyorlar, onlara böyle bir yaşamı dayatan nedir?
Özgürlük ve mutluluğu yaşayan küçük azınlık bu olanakları nasıl ele geçirdi ve nasıl sürdürüyor?
Bunun nedeni açık; üretim aletlerini ele geçiren, üretilen üretim nesnelerinin de sahibi oluyor. Öyleyse özgürlük denen şey üretim araçlarının ele geçirilmesiyle orantılı, kim hangi aracı ne kadar ele geçirmişse o kadar özgür olabiliyor.
Peki öyleyse özgürlüğün tanımını şu biçimde yapabilirim.
Özgürlük; insanın doğaya karşı verdiği mücadelede, doğaya karşı kazandığı zaferdir. Bu tanım ilkel toplumun tanımıdır. Ancak, sınıflı toplumun ortaya çıkmasıyla özgürlüğün tanımı değişiyor. Sınıflı toplum bakımından özgürlük, ancak eşitlik kavramıyla birlikte ele alınırsa gerçek anlamını buluyor. Eşitlik ise insanların üretim araçları üzerindeki egemenliğiyle bozuluyor. Üretim araçlarını ele geçiren sınıf, üretim mallarını da ele geçirmiş olduğundan, gerçek üreticilerin emeklerini de ele geçirmiş oluyor. Üretilen nesnelerin fiyatını belirleme inisiyatifi, üretim araçlarını ele geçirmiş olanların elinde olunca, o nesneyi üreten emeğin fiyatını belirleme hakkı da, onların eline geçmiş oluyor. Öyleyse değiştirilmesi gereken durum bu.
İnsanların ekonomik eşitliği sağlanmadan, politik, kültürel düşünsel özgürlükler elde edilemez. Bu nasıl olacak, bu bir evrim-devrim diyalektik süreci.
Evrim, özgürlük ve eşitlik yaratmaya çalışılan düşünsel süreç; bir insanın bu sürece katılması ise bilincinin gelişimiyle doğru orantılı. Bu düşünsel sürecin adı felsefe, insan ancak felsefeyi öğrenerek etkin olarak sürece katılabilir.
Felsefeye baktığımda ise şunu görüyorum. Aynı insanlık gibi felsefe de iki kanala ayrılmış. Biri metafizik- idealizm, diğeri tarihsel ve diyalektik materyalizm.
Metafizik- İdealizm değişim dönüşümden yana değil, durumdan oldukça memnun, Tarihsel ve Diyalektik Materyalizm ise değişim ve dönüşüm için var olan bir sistem.
Ulaştığım sonuç kısa ve net, Seçebileceğim tek şey, değişim ve dönüşümü savunan felsefenin bir öğrencisi olmak..
Sedat Akıncı..
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.