- 827 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Tuhaf Bir Hikaye
(Ütopik bir adam/Adamcık/ve bir de kadın/Kadıncık)
Adam, ütopik bir dünyanın tuhaf büyüsü içindeydi…
Aslında karyolasının üstünde yatıyordu sırtüstü. Yastığını az yükseltmiş, yorgun başı yastıkta ve gözleri de kapalı...
Yerçekimine yenik; öyleydi ama sanıyordu ki onu yenmiş ve yükselmiş, yüksekte bir yerde, gökte ve ak bir bulutun üstünde…
Adam, ne yerde, ne gökte; arada bir yerdeydi. Ütopik bir büyünün içinde…
Dünya, yuvarlak kocaman bir toptur. Kendi etrafında döner durur, çok içmiş başı dumanlı bir sarhoş gibi. Ve başı döndükçe de durmaksızın döner bir ışığın çevresinde; bir mecnun gibi.
Avare veya divane...
Çok parlak, çok keskin, çok büyük bir kılıç vardı; insafsız. Adam, iki eliyle sıkı sıkıya kavramıştı sapından. Bacaklarını açmış iki yana, kendini germiş ve hiddetlenmiş ama yalımlar çakmıyordu gözlerinden. Adam sakinceydi.
Ama kesecekti!
Kılıç sımsıkı elindeydi ve yer yüzeyine yatay bir şekildeydi. Ve karar verip savurdu kılıcını adam. Dünya, ekvator çizgisinden kesildi anında ve iki parçaya ayrıldı...
İnsanoğlu denen yaratık da canlı veya cansız her varlık gibi dünya denen topun bir parçasıydı. Fiziki bir dünyada ne varsa onda da aynısı vardı. Mineraller, proteinler, vitaminler… Kimyası da aynıydı. İki hidrojen ve bir oksijen bolca, demir, çinko, azot, fosfor, kalsiyum, potasyum…
Ayakları topraktaydı ama başı yukarıdaydı. Başında akıl taşıyan bir beyni vardı ve cansız değil canlıydı. Beyni olan başka canlılardan da çok farklıydı. Ama gene de dünyanın bir parçasıydı.
Parçacığı…
Dünya, ekvator çizgisinden kesilip ve ikiye bölünmüştü. Üst taraf yarım elma, alt taraf aynı elmanın yarısı. Dünya canlıydı, tıpkı canlı bir insan gibi. Aynı insan… Kesilince ikiye ayrılmıştı ve üst yarısında başı ve kolları vardı. Alt tarafında da kıçı ve bacakları…
Beyni hala çalışıyordu. Ellerini oynatıyor, parmaklarını kıpırdatabiliyordu. Ama bacakları tutmuyordu ve ayakları basamıyordu. Ve altına kaçırıyordu ne yazık!
Adam, acıdı ona. Aldı alt yarıyı, üst yarıya yapıştırdı. Baktı ki dünya, gene eskisi gibi yusyuvarlaktı. Yani yuvarlakça… Adam sakinceydi ve kesik dünyanın tuhaf haline gülmekteydi istemese de.
Kılıç gene elinde…
Kesecekti.
Bu sefer yatay olarak değil, dikine. Yukarıdan aşağıya. Sapından tuttu iki eliyle sımsıkı; bacaklarını iki yana açıp sağlamca bastı yere. Gerindi. Dünya durmaksızın dönüyordu ve merkezkaç kuvvetten ötürü yerçekimi vardı.
Kesecekti…
Kılıcı başından yukarıya kaldırdı ve gerinip salladı. Başından kıçına… Tepeden tırnağa... Yani kuzeydeki kutuptan ta güneydekine…
Çok parlak, çok keskin, çok büyük kılıç indi tepesine. Dünya ikiye ayrıldı. Bu sefer yuvarlak bir elma değil, kırmızı bir havuç gibi. İki yarım, iki yana yıkıldı kaldı. Bir yarımda; bir kol, bir bacak, öbür yarımda da bir kol ve bir bacak… Kıpırdamıyorlardı. İki ciğerin biri bir tarafta, diğeri öbür tarafta… Bir şişip bir sönmüyorlardı. İki böbreğin biri bir tarafta, öbürü diğer tarafta… Süzmüyorlardı. Gözler ayrı, kulaklar ayrı, tek delikten solumaktaydı. Bütün ikiler birbirinden ayrılmıştı ve tek başlarına kalmışlardı. Adam, görmüyordu belki ama yalnızlık zordu ve ağlıyorlardı. Tekler, zor da olsa ayakta kalıp hayatın güçlüklerine katlanabilirlerdi belki ama…
Yürek tekti ve orta yerinden kesilmiş, kanamaktaydı. Beyin tekti ve iki parça edilmiş; çalışmamaktaydı. Teklerin işi zordu. Çok! Ve kalpsiz ve beyinsiz yaşanmıyordu.
Yaşamamak…
Adam, attı elindeki kılıcı. İki yarımı birleştirip bir bütün etti. Can yerine gelmişti ve çok sevindi…
Adam, karyolası üstünde sırtüstü ve gözleri kapalı… Ütopik dünyasının içinde ve tuhaf büyünün etkisinde, soyut bir biçimde…
Gök ve yer ufuktaki bir çizgide birleşmekteydi. Üstte gök, altta yer ve arasında kızıl bir çizgi.
Gece ve gündüz ise tek değil iki çizgide birleşmekteydi. Çünkü gündüz ve gecenin her ikisi de peşi peşineydi ve takip o şekilde süregitmekteydi.
Gök yorgan yer döşek ise… Ya da gök maviden bir çarşaf, yer de yeşilden döşek ise, bileşkeleri düz ve renksiz bir çizgiydi. Dünya, her ne kadar dönüyor görünse, öyle bilinse de zaman (yaşam) düz bir çizgiydi aslında. Başlangıcı ve sonu bilinemeyen… Geriye yürümeyen… Ve git git bitmeyen…
Gece ile gündüz; iki renkli bir yorgan kılıfı, yani siyah beyaz bir nevresim gibiydi. İki tarafları da birleşikti ve aralarındaki çizgi tek değil ikiydi. Çizgi, ne kara, ne de ak…
Gene, yaşamla ölüm arasında da tek ve ince bir çizgi vardı. Görünmez bir çizgi. Ama bu çizgi, dijital değil anolog bir çizgi. Dijital gösterge bir, iki, üç diye sayıp gider. Nettir yani. Analog gösterge, ara yerdekileri, yani küsuratları da gösterir giderken. Sayıların arası doludur ve o zaman görüntü net değil fludur.
Doğumla ölüm arasındaki yaşamın göstergesi anolog bir göstergedir aslında. Doğumla ölüm arasında işleyen süreler uzunluk bakımından kişilere göre farklı farklıdır. Yani, kim ne kadar yaşayacak bilemezsiniz ama yaşanan bölümü somut olarak görürsünüz. Yani, insan hayatı; dijital gibi net değil; işleyen küsuratlar da göründüğü için flu bir biçimdedir. Yani vektöryeldeki çizgi somut değil, soyut bir çizgidir kısacası. Mesela, elektrik akımı gibi…
Adam, canlı bir insandı ve yaşıyordu. Tepe yerinde kocaman başı vardı ve başının içinde çalışıp işleyen bir beyni vardı. Beynin içinde de akıl denen o şey vardı. Adam, akıllı bir yaratıktı…
Bilim, beyni bir soğana benzetirmiş. Yani, bilim adamı bir kimse; daha kolay kavrayalım ve onu iyi anlayalım diye beyni tıpkı bir soğan başına benzetirmiş ve kabaca öyle ifade edermiş. Soğan başı gibi kat kat katmanlardan oluşurmuş ki, her katın işlevi ayrı ayrıymış ve ayrı görevler üstlenmekteymiş. Mesela; işlevsel açıdan üç bölüm olarak ifade edildiğinde ve ön beyin, orta beyin ve arka beyin dediklerinde ve bu bölümler müthiş bir sorumluluk duygusu içinde bıkmadan, usanmadan ve hata yapmadan çalıştıklarında canlı dedikleri insan mekanizması tıkır tıkır işlermiş onun sayesinde.
Ön beyinin üst düzey işlevleri varmış. Kendi düzeninde çalışır kontrollü, yani o bölümün kontrolü insanın kendi elinde değil. Kalp gibi, dalak, böbrek, ciğer gibi iç organların bilinçli bir şekilde ve düzenli işleyişi gibi. Mesela soluk alıp verme gibi…
Orta ve art beynin ise bilinç dışı işlevleri varmış. Bilinç dışılığı insan kontrol edebilir mi? Edebilirmiş. Mesela, insanoğlu yürümek iter. Onu kontrol eden bölüm der ki ona; “önce ayağa kalk.” Ardından ayaklara der; “yere bas.” Bacaklara da der; “adım at!” Emir verir ve işlevi gerçekleştirir.
Mesela insanoğlu; bir şeyi tutmak isterse, uzatır elini tutar. Sevmek isterse eli yumuşacıktır. Tokat atmak isterse sert bir taş gibi…
Ya duygular?
Hareket, gözle görülür, elle tutulur somut bir şeydir de acaba duygular nasıl bir şey?
İşte o zaman da duygusal beyin devreye girer ve düzen böylece işler gider.
Eğer çalışma düzeninde bir aksaklık varsa o zaman düzgün işleyen düzen bozulur.
Düzen bozulunca ne olur?
İnsan şaşalar, bocalar ve bu sebepten bozuk görüntüler ve bozuk sesler çıkmaya başlar…
Demek ütopik adamın, yani birisinin küçültüp adamcık ettiği koca adamın düzeni bozulmuştu ki, kendisini beyaz bir bulutun üstünde görüyordu. Yani, ne yerde, ne gökte; sanki arada bir yerde ve o ütopik büyünün içinde…
Adam, somuttu aslında. Canlı ve kanlıydı. Ekvator çizgisinden kesilip ikiye bölünmemişti. Baş ve kollar üst yerdeki parçada, kıç ve bacaklar da alt parçada. Yani, yukarıdan aşağıya doğru bölünmemişti havuç gibi. Yani yarım değildi hiçbir şeyi; bütündü. Kalbi bütündü ve atıp atıp duruyordu. Ve ölmemiş, yaşıyordu.
Adam, canlıydı belki ama bir soyutluk içinde kaybolmuştu. Çünkü uyumuyordu ve gözleri yumuktu.
Duygusal bölüm devrede ama bir bozukluk içindeydi galiba!
Adamcık…
Adam, ütopik bir büyünün içinde soyuttu. Kadın, ümit vermiş ona, öylece bekliyordu. Gelecekmiş ama “biraz bekle” mi ne demiş kendisine. Bu yüzden bekliyordu. Bekliyordu ama kadın gelmiyordu nedense. Ve yalvarıyordu ütopik adamcık, iki gözü iki çeşme; ne zaman geleceksin diye…
Ne yerde, ne gökte, arada bir yerde; sanıyordu ki, kendisi beyaz bir bulutun üstünde…
Adamcık…
Ömrünün üçte ikisini tüketmişti de, şimdi hayatının son deminde; bekliyordu…
Adam, önce yoktu. Sonra canlı birisi onu doğurdu. Sonra memesini emdi, sonra yedi, içti ve büyüdü. Gelişti. Okudu, evlendi, ev bark sahibi oldu. Bir işi oldu; çalıştı. Çalıştı, çabaladı para kazandı ve familyasına baktı. Ve bir gün geldi ki, istemese de yaşlandı. Bu sebeptendir ki, şimdi mevsim sonbahardı…
Adamım iki kızı ve bir de oğlu vardı. Onlardan dört tane torunu vardı. Arada bir onları seviyor, çikolata, şeker filan veriyor, gezdiriyor, dönme dolaba, çarpışan arabalara filan bindiriyordu ama yalnız!
Adam yalnız…
Artık çalışmıyor ve üretmiyor. Sadece tüketiyor ama o da kendisini mutlu etmiyor.
Ruhu yalnız adamın…
Yüreği yalnız…
Gönlü boş ve yalnız…
Çünkü onlar tektiler ve birileri çekmişti kılıcı acımasızca ve onları kesmişti ne yazık!
Bir kolu olmasa… Bir gözü olmasa… Bacağının biri aksasa… Böbreğin birisi iflastaysa bile ötekiyle idare edecekti ama yalnızdı ruhu ve o tekti.
Ruhu da tekti aslında ama kankası ikiziyle hayat sürüp gitmişti. Ama birkaç yıl önce o da çekip gitmişti insafsız bir şekilde. Yani, ölmüştü kankası. Yani hayat arkadaşı… Yani çocuklarının anası, adamın karıcığı...
Bu muydu bütün mesele?
Kim bilebilir ki!
Onun kendi iç dünyası…
Belki de bir geçiş dönemiydi adamın yaşadığı. Sosyal yaşantısı başka türlü şekillenmişti. Biyolojik yapısı değişiyordu. Üretmiyor ve sadece tüketiyor; yani, başkası mühim değil de kendi gözünde işe yaramaz biri kendisi. Kim bilebilir ki? Bir de karısı ölmüş ve ruhu çökmüş yalnız mı yalnız bir kişi…
Hoşgörülüyüz bu yüzden kendisine ama onun ölçüsü ne ki? Hoşgörü iyi de o da bir yere kadar. Toplum denen bir olgu yok mu? Onun bazı kuralları yok mu? Her şeyin bir sınırı vardır elbet. Çünkü hayat, kısır bir döngüdür. İnsan; doğar, büyür ve ölür. Yani, bir yokluktan gelmiştir ve sonunda göçüp gider aynı yokluğa. O gider, öbürü gelir. Biri gider, başka biri gelir. Ve döngü devam eder.
Adam, kesilmiş gibiydi orta yerinden. Hem de ekvator çizgisinden yatay değil de tepeden aşağıya. Dikine. Kalbi yarımdı bu yüzden adamın. Beyni bütün değil, yarımdı. Her ikisi de yarım yamalaktı ve düzgün çalışmamaktaydı. Duygusal beynin bir lob’u bir yarısında, öbür yarısı öteki lob’unda; demek ki düzen bozulmuştu. Yüreğinin yarısı da yok ki, ne yapsın; bekliyordu adam. Birisi çıkıp gelse de iki yarısını birleştirip onu bütünlese!
Kimdi o birisi?
Adam, karyolasından kalktı. Çalışma masasında bilgisayarı vardı. Klavyenin tuşlarına bastı ve yazdı.
Ama…
Adam, hala ütopik dünyasının tuhaf büyüsü içinde! Satmış mıydı ki dünyanın anasını? Yeter mi demişti acaba? Kanunlar, kurallar, gelenekler, görenekler, kim ne der, ne söylerler, ahlakmış, etik bilimlermiş, şuymuş, buymuş…
Adam, hayatın son deminde miydi? Pişman mı yaşamıştı bunca yıllarını? Bıkmış mıydı her şeyden? Noktalardan, virgüllerden, ünlemlerden nefret mi etmişti? “Sınırsız bir özgürlük ne güzel” öyle mi diyordu içinden? Ölüm korkusu mu hissetmekteydi yoksa! Yani tükenmiş miydi artık?
Yazık!
Geçmişinden pişmanlık duyuyorsa ki, demek akılsızca yaşamış; ne çok yazık!
Bilmiyordu ki, hayat denen yaşam düz bir çizgiydi ve sürüp sonsuza dek gidecekti bilinmeyerek. Vektöryel bir göstergede başlangıcı ve sonu olmayan… Biri doğacak ve ölecek. O, ölüp gidecek ve başkası gelecek…
İnsanoğlununki kısır döngü bu süreğenlik içinde… Yaşamla ölüm arasında ince bir çizgi ve anolog göstergedeki küsuratlar…
Küsuratlar, tabii ki bulanıklaştıracaktı iki sayının arasını doğal olarak. Ve bir, iki, üç diye net sayılar da olacaktı onun hayatında. Bu yüzden güldüğü anlar da olacak tabii, üzüldüğü zamanlar da. Neşelenip şenlendiği, mor hüzünlerde titrediği ve yalnızlıklar içinde acayip sıkıntılar çektiği de…
Beklemesin miydi ki adam, bir gün gelecek diye?
Bizi ilgilendirmez, kendisi bilir…
Adam, yerdeydi. Çöküp oturmuş, sırtında ak boyalı bir duvar vardı. Başı bu duvarda dayalı… Gözleri açık ama donuk… Bakışları tavandaydı. Boş boş… Bir odanın içinde yalnızdı adam. Tek başına…
Koca adam…
Adamcık…
Aslında kıçı yerdeydi. Başı bedenindeydi. Okyanus çizgisinden keskin bir kılıçla kesilmemişti. Beyin hâkimiyetini her an sağlayabilir. Dikkat etmek lazım! Çünkü o, yani beyin hala başının içindeydi ve kesik değil bir bütün halindeydi.
Baş kocaman. Ve beyin insan beyni, akıllı ve soğan gibi kat kat… Tepeden tırnağa doğru kesilmemişti gerçeklikte. Kalbi sağlamdı. Ve kan damarlarda dolaşmaktaydı ve hala oksijen taşımaktaydı hücrelerine. Hâkimiyet her an sağlanabilir, istemli kontrol düzene getirilebilir ve doğru bir işlev yeniden kurulabilir. Dikkat etmek lazım!
Ama…
Adam, hala ütopik dünyasının tuhaf büyüsü içinde ve kendi halinde…
Ne yerde, ne gökte; arada bir yerde ve sanıyordu ki, kendisi beyaz bir bulutun üstünde, çaresizce.
Bekliyordu…
Birisi, bekle demişti ona. Bekliyordu. Bekle bakalım biraz. Ama bir türlü gelmiyordu.
Umutsuz vaka!
Adam, ütopik bir adamdı. Öyle bir dünyası vardı. Öyle sanmakta ve öyle yaşamaktaydı.
Ütopik aşk…
Yani platonik.
Yani başında daha yenik…
Yazık!
Umutsuz vaka!
*
Adam, yalnız bir “adamcık” belki, kadın ise evli zavallı bir “kadıncık…”
Adam hala bekliyor…
Kadınsa kancık, kıs kıs gülüyor…
İkisine de yazık!
Not: hikâyede adı geçmeyen adam ve kadın tamamen hayalidir. Gerçek kişilerle hiçbir alakası yoktur…
Lütfen aklınıza mukayyet olun ve kendi dünyanıza asla kılıç çekmeyin! Ve bizim dünyamıza da…
Tevfik Tekmen 23/Şubat/2009 Lüleburgaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.