- 1961 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ŞEBNEM
Karadeniz’in hırçın suları, sahildeki siyah kayalıklara çarpıyor; asfalt rengindeki kumları ak köpüklere boğuyordu. Kısa süren yaz mevsimi yerini sonbahar yağmurlarına bırakmıştı. Gerçi, hiç bir mevsim yağışsız kalmıyordu; yeşile bürünmüş bu yamaç köyleri.
Burak Öğretmen, bu değişken iklime ve köy yaşantısına alışık değildi. Fakat yüce ideallerle güney illerinden kalkıp buralara kadar gelmişti. Batı Karadeniz ilk görev yeriydi.
Nihayet okullar açılmıştı. Öğrencileriyle buluşmanın sevinci ve heyecanıyla yüreği kıpır kıpırdı. Birinci sınıfa on öğrenci kayıt yaptırmıştı. Otuz öğrencinin tamamı, birleştirilmiş sınıfta okuyordu.
“Karaelmas” dedikleri kömür, bu yörenin ekmek kaynağıydı. Diyeti bazen ağır ödeniyordu. Yüzlerce metre yerin altında kazma sallarken; biriken gazlar, bir kibrit aleviyle bomba gibi patlayabiliyordu. Kara bulutlar gibi aile ocaklarının üzerine çöküp, bir kâbusa dönebiliyordu.
Ön sırada oturan Şebnem’in babası Satılmış, 1991 yılında Kozlu Maden Ocakları’nda meydana gelen, böyle bir grizu patlamasında; göçük altında kalarak hayata veda etmişti. Bu yüzden düşünceli; baba şefkatini özleyen, içine kapanık bir hali vardı. Öğretmeni, durumunu öğrendikten sonra, Onunla yakından ilgileniyor, baba sevgisi ve şefkatini göstermeye çalışıyordu.
Kasım ayının sonlarına gelindiğinde, Şebnem’in önceleri nadir seyreden baş ağrıları, sıklaştı. Zeki ve çalışkan olan bu çocuğun gözlerinde kaymalar, baygınlık hissi, unutkanlık gibi şikâyetlerinde artış oluyordu. Öğretmeni, annesini okula çağırarak, bu çocuğun doktora görünmesi gerektiğini hatırlatmıştı.
Öğretmenler günü yaklaşıyordu. Arkadaşları öğretmenlerine ne hediye alacaklarını düşünürken, Şebnem’in de aklına bir şey gelmiyordu. İçinden, “Bir demet gül olsa da versem!” fikri geçti. Bahçeye baktı. Kırmızı, sarı, pembe güller yerini üzeri yer yer karla kaplı kuru çalılıklara bırakmıştı. Zaten, güller kısa zaman sonra kuruduğunda, öğretmeni onları atacaktı. Babası gibi değer verdiği bu insana, acaba nasıl bir hediye vermeliydi ki kalıcı olsun! Birden kafasına gonk eden fikirle yerinden fırladı. Yatağının başucuna astığı, baba yadigârı o parçayı indirdi. Biraz seyretti. Avucunun içinde okşadı, öptü. Kendi küçük, manevi değeri büyük olan hediyeyi kaplıklardan artan parlak jelâtin bir kâğıda özenle sardı. Okula götürdü.
Herkes öğretmenin elini öpüyor, gününü kutluyordu. Şebnem, arkadaşlarından bir müddet sonra, sırasından kalkarak öğretmeninin yanına gitti. Elini öptü; hediyesini uzatırken heyecanı büsbütün artıyordu. Öğretmen: “Benim için en önemli hediye sizlersiniz. Sizin sağlığınız ve başarınız bana en güzel hediyedir. Bu yüzden bir dahaki öğretmenler gününde masrafa girmenizi istemiyorum” dedi. Şebnem’in mahcup olmaması için uzattığı poşeti aldı.
Şebnem’in minik yüreği sevinç ve heyecanı birlikte kaldıracak sağlamlıkta değildi. Sırasına acele gidip oturdu. Başını elleri arasına aldı. Ağzı, elleri ve hatta tüm vücudu titriyordu. Nabız artışları artıyor, gözbebekleri büyüyordu. Çıkardığı iniltili sesler karşısında tüm sınıf buz kesip, şaşkınlıkla olup biteni anlamaya çalışıyordu. Öğretmen, müdahale etmek için ok gibi yerinden fırladı; yere düşmek üzere olan öğrencisini tutmayı başardı. Sıranın üzerine boylu boyunca uzattı. Vücudu kaskatı kesilen kızın titremeleri devam ediyor, sırayı zangır zangır sallıyordu. Şebnem’in dişleri kenetleniyor, köpükler baloncuk olup ağzından akıyordu. Öğretmeninin elini öyle bir sıkıyordu ki; o minik avuçlar bir mengene olmuştu sanki. Benzi bembeyaz kesilirken, alnında boncuk boncuk terler birikiyordu.
Burak Öğretmen, beşinci sınıftaki bir öğrenciye: “Koş, Satiye Abla’yı çağır” dedi. Bu arada küçük kızın kasılmaları artçı şoklar gibi seyrekleşmiş, gözleri boşluğa bakıyordu. Ağzına dolan köpüklerden hırıltılı nefes alıyordu. Öğretmeni, köpüklerden boğulmaması için, yana çevirip yatırdı. Yumuşak deri çantasını, başının altına yastık yaptı. Böyle bir krizle ilk kez karşılaşıyordu genç öğretmen. Bir körpe vücutta şahit olduğu en talihsiz depremdi bu. O da çok korkmuştu.
Bayılmasının üzerinden yaklaşık on dakika geçtikten sonra, ayıldı. Ne olup bittiğini hatırlayamıyordu. Sara nöbeti geçirmişti. Annesi panik içerisinde sınıfa girdi. “Öğretmen Bey, ne oldu kızıma?” diye bağırdı. Kızına sarılarak ağladı. Ders zili çalmak üzereydi. Öğretmen, çocukları evine gönderdi. Şehre giden bir araba buldu. Anne ile kızını arabaya koydu. Onlarla birlikte Zonguldak SSK Hastanesi’ne gitti. Mesai bittiğinden, hastanede nöbetçi doktordan başka hekim kalmamıştı. Acil serviste Şebnem’i müşahede altına aldılar. Sakinleştirici bir iğne yaptılar. “Yarın sabah nöroloji doktoru gelir, O’na gösteririz.” dediler. Öğretmen, Onlara bir oda ayarladıktan sonra, akşam arabasıyla köye döndü.
Ertesi sabah nöroloji servisine çıkarılan Şebnem’in kan tahlilleri yapıldı; beyin tomografisi çekildi. Sonuçlar doktorun önüne gelince, annesini odasına çağırdı. “Bu çocuğun beyninin sol tarafında, hayli büyük bir tümör gözüküyor. Korkarım ameliyatla alınması gerek. İsterseniz ameliyatı burada yapalım, isterseniz sizi Ankara’ya havale edeyim.” dedi. Beyninden vurulmuşa dönen kadın ağlayarak: “Koca acısının üzerine bir de evlat acısı yaşamak istemiyorum Doktor Bey! Siz bizi Ankara’ya havale edin. Belki orada çaresine bakarlar. Boğulursan, büyük denizde boğul. Demiş atalarımız.”
Satiye Hanım, köyüne gidip bir valiz hazırladı. Hayvanlarını yemledi. Evini komşusuna emanet etti; hastaneye geri döndü. Nöbetleri sıklaşan ve bilinci iyice kapanan küçük kızı bir ambulansa bindirerek, Ankara Dışkapı Hastanesi’ne gönderdiler. Gam yüklü ambulans, hedefe sıkılan bir mermi gibi derelerden, tünellerden süzülüp gidiyordu. Kuyruğuna basılmış kedi gibi bağırıyor, önündeki araçlar sağa, sola kaçıyordu. Acılı anne, sert virajlarda kancaya takılan serumun düşmemesi için gayret ediyor, başı sağa-sola çarpıyordu. Hemşire ise; kasılmaları artan baygın kızın yüzüne, oksijen maskesi takıyordu. Ankara’ya ulaştıklarında; burnu havalarda dev apartmanların arasında, lâbirente girmiş bir fare gibi sıkışıyordu ambulans. Sabır taşını gümleten trafik keşmekeşini nihayet atlatıp menziline ulaştı.
Burada yapılan bir dizi tetkikten sonra, ameliyatın acilen yapılmasına karar verildi. Dört saat süren ameliyat, dört sene gibi geldi tedirgin anneye. Her dakika eriyor, endişeden döktüğü soğuk terleri, oyalı yazmasının sarkan ucuyla silmeye çalışıyordu. Ameliyathanenin kanatlı kapısı açılınca, içeriden üzerinde ameliyat gömleği, kafasında ve ayaklarında galoş bulunan cerrahın önüne koştu. Kadının endişeli bakışlarından ne soracağını anlayan doktor: “Korkacak bir şey yok. Kitlenin büyük kısmını aldık. Çıkan parçayı patolojiye göndereceğim. İnşallah korktuğum gibi kötü huylu tümör değildir.” diyordu.
Ameliyattan çıkan baygın kızı, yoğun bakım odasına aldılar. Her geçen saat durumu iyiye gidiyordu. Saçları kazılmış, başı sargılar içindeydi. Nihayet tebessüm edebiliyordu. Susuzluktan dudakları çatlamış, içi yanıyordu. İlk kelimesi, “su!” olmuştu. Öğretmeni durumunu merak etmiş, hastaneyi aramıştı. Öğretmeninin hafta sonu ziyaretine geleceğini duyan hasta kız, sevinçten acılarını unutmuştu. Fakat öğretmeninin kendisini bu kel kafayla görmesinden utanıyordu.
Pazar günü, öğretmeni geldi. Bu tür ağır ameliyatlı kişilerle görüşmek çok kısıtlanmıştı. Baştabipten izin alarak hasta odasına girdi. Şebnem, ilaçların etkisiyle uyumuş, öğretmeninin gelişini görememişti. Annesi refakat etmekten bitkin düşmüştü. Öğretmeni, evlâdı gibi sevdiği öğrencisinin tozpembe yanaklarına iki öpücük kondurdu. Başucundaki komedine Güvenpark’taki çiçekçiden aldığı canlı çiçeği koydu. Muz, meyve suyu, kolonya, peçete gibi hastaya götürülebilecek malzemeler ile köyden getirdiği bir bidon kızılcık şerbetini diğer komedine bıraktı. Sağlık durumunu annesine sordu. Zarf içerisinde annesinin çantasına, ısrarına rağmen bir miktar para koydu. Görüşme süresi bittiği için gitmek zorunda olduğunu, hastaneyi sık sık arayıp durumu öğreneceğini söylüyordu.
Hastaneden ayrıldı. Başkentin buz patenine dönen kaldırımlarında biraz bekledi. İnce ince yağan kar, akşam ayazıyla birleşince; değdiği kaşlarında donup kalıyordu. Çinçinbağları tarafından gelen ticari taksiye binerek otogara gitti.
Patoloji sonucu ameliyatı yapan beyin cerrahının eline geçince, hastanın annesini çağırdı. “Maalesef tümörün cinsi habis çıktı. Yani çocuğunuz beyin kanseri. Bundan sonra işiniz daha da zor olacak. Bu çocuğa iyi bakılması, hiç üzülmemesi gerekiyor. Bunlara dikkat etmezseniz, kanser kısa zamanda tüm beyne yayılabilir. Biz elimizden geleni yaptık. Hastanızı Onkoloji Hastanesi’ne sevk edeceğim. Bundan sonra orası sizinle ilgilenecek.” dedi.
Kendisini toparlayan ve yavaş yavaş yürümeye başlayan Şebnem, annesi ile taksiye binerek, sevk edildiği hastaneye gitti. Onkoloji Hastanesi, yurdun her köşesinden gelen kanserli hastalar ve yakınlarıyla dolup taşmıştı. İnsanın yüzünü bıçak gibi kesen soğuğa aldırmadan, şifa için gelen bu insanların; kuyrukta bekleyecek ne takatleri, ne de geçen her dakikaya tahammülleri vardı. Şebnem’e sıra geldiğinde, vakit öğlene yaklaşmıştı. Yapılan muayeneden sonra, beynine ‘radyoterapi’ denen ışın tedavisinin yapılmasının zorunlu olduğu söyleniyordu. Ancak hastanede bir aya kadar sıra olmadığından, doktorun sevk edeceği özel bir merkezde tedavi görmesi gerekiyordu.
Önerilen adresi arayıp bulduklarında, akşam olmuştu. Anıtkabir’in karşısında yer alan sağlık merkezinde; kırk beş günlük seansla, ameliyat bölgesine ışın tedavisi uygulanacaktı. Önce kalacak bir yer ayarlamaları gerekiyordu. Rahat edebilecekleri oteller ateş pahasıydı. Satiye Hanım, Ankara’ya yabancıydı. Sadece Dışkapı SSK Hastanesi’nin olduğu semti biraz tanıyordu.
O semte giderek, “Sağlık Otel” denilen üçüncü sınıf bir otelde oda kiraladı. Burayı hastanede tanıştığı bir kadın tavsiye etmişti. Onkoloji Hastanesi’nin etrafında kalacak otel bulunmadığından, kendilerinin de orada kaldığını söylemişti. Bu otelin tek avantajı, her sabah Anıttepe’deki tedavi merkezine dolmuş servisi olmasıydı.
Kırk beş günlük tedavinin sonunda, Şebnem’in dökülen saçları biraz uzadı. Sadece ışın yapılan kısımda saç bitmiyordu. Demetevler’deki Onkoloji Hastanesi’nde son kez kontrolleri yaptırıp, memlekete döneceklerdi. Ulus’ta Büyük Stat Otel’in önünden metroya binmek için merdivenlerden ağır ağır inerken, korkuluklara tutunarak kendi başına inebilecek kadar iyi hissediyordu kendisini Şebnem. Batıkent yönüne giden trene bindiler. Ankaray denilen bu icat öyle bir şeydi ki; yılan gibi kıvrılarak koca şehrin altından akıp gidiyor, bazen yeryüzüne çıkıyor, tekrar zifiri bir geceyi andıran dehlizlere dalarak hızla ilerliyordu. Başkentin üstü yetmiyormuş gibi, yeraltı da koşuşturan insanlarla doluydu. Tren arada bir soluklanıyor, açılan kapılarından inen insanların yerine yenileri biniyordu. Böyle bir duraklama anında , “Demetevler!” anonsu kulakları tırmalayınca, durakta inip yürüyen merdivene bindiler. Birkaç tökezlemenin ardından, alışık olmadıkları merdivende ayakta durabilmeyi başardılar. Hastanenin kapısından içeri girip, sıra aldılar. Doçent doktor, çekilen son tomografilere bakarak, şimdilik tedavinin olumlu cevap verdiğini belirtiyor; üç ayda bir kontrole gelmeleri gerektiğini tembihliyordu. Randevu defterine Nisan’ın on beşine gün veriyordu. Kullanacakları ilaçları yeşil reçeteye yazarak, onları taburcu etti.
Köye dönerken anne ile kız, teskeresini alan bir asker, beraatı verilen bir mahkûmun sevincine eş, neşeliydiler. Köyün havası, suyu, mısır çorbası, karalâhana sarması burunlarında tütüyordu. Küçük kızı üzen; okulu, öğretmeni ve arkadaşlarından istemeyerek de olsa uzak kalmasıydı.
Şebnem’in arkadaşları okuma yazmayı kavramışlardı. Tam iyileşmeden okula gitmesi sakıncalı olduğundan, ders yılını sonuna kadar raporlu geçirdi. Öğretmeni, iyileşince O’na okuma- yazmayı kavratacağı sözünü vermişti. Yaz tatilinde sağlığı daha iyiye gidiyordu. Burak Öğretmen, tatilini kısa kesmiş, Hatay’ın bunaltan sıcağından kaçarak, Karadeniz’in yayla gibi serin Seviller Köyü’ne geri dönmüştü. Her fırsatta Şebnem’i ziyaret ediyor, ders veriyordu. Yeni sezon açılınca, okuma-yazmada arkadaşlarıyla arasındaki farkı kapatmıştı Şebnem. “İleride ne olmak istiyorsun?” sorusuna, “öğretmen” cevabını veriyordu. Sevdiği öğretmeni, O’nun için en ideal modeldi.
Zaman, akrep ve yelkovan kıskacında göz açıp kapayıncaya kadar geçip, yılları rendelemişti. Burak Öğretmen, Şebnem’i diğer öğrencileri gibi mezun ettikten sonra, memleketi Hatay’a tayin oldu. Yıllardır evlat hasretiyle tutuşan yaşlı anne ve babasının gönlünü aldı. Onları son günlerinde yalnız bırakmadı. Hayır dualarını aldı.
Şebnem, öğretmeninin ve annesinin katmerli sevgi rüzgârına, enerjisini de ekleyince, hastalığını bir hayli atlattı. Düzenli olarak gittiği kontrollerde, hastalığında ilerleme göze çarpmıyordu. Beynin sol yarıküresindeki kanserli bölge, nadasa bırakılan toprak gibi kıraç duruyordu. O sinsi, katil hücreler, kış uykusuna yatmış gibi yerinden depreşmiyordu.
Satiye Hanım, kızını bu illet hastalığın pençesinden tamamen kurtarmak için, çırpınıp duruyordu. “ Denize düşen, yılana sarılır.” misali, şifalı otlardan yapılan ilaçları bile içiriyordu. Karabaş balı, ısırgan tohumu, çam suyu, rezene ve süpürge çayı, kekik suyu gibi bu hastalığa iyi geldiği söylenen tüm malzemeleri kullanıyordu. Yapılan muhabbetlerde, her kafadan bir şifa reçetesi çıkıyordu.
Şebnem için en mühim ilaç, sevgiydi. Bunu da yüreğinin enginliklerinden süzerek, altın tasta iksir gibi kendisine sunan; Burak Öğretmen olmuştu. Ayrılık, yüreğini yakan bir közdü. İçinde büyüttüğü billur sevgi de kendi gibi yetim kalmıştı. Öğretmeninin yaşadığı Akdeniz yöresi, rüyalarını süslüyordu. Göçmen kuşlar gibi, bir gün kanatlanıp o sıcak diyarlara pike yapacağı günü bekliyordu. Omuzlarına, azık olarak kutsal bir görev yükleyip uçmalıydı. Yuvasına geri dönecek kadar ömrü uzun olmayan kırlangıçlar gibi, gidip dönmemek de vardı.
Konacağı çiçek bahçesinde sevgi nağmeleri şakıyıp, titreyen ruhunu körpe tomurcukların sıcak bakışlarında ısıtmalıydı. Öğretmen olmalıydı...
Sonunda hedeflediği eğitim fakültesini kazanmıştı. Ankara’da hem okuyor, hem de tedavisini sürdürüyordu. Ancak, ilkokul öğretmenini hiç unutamıyordu. O’nunla hâlâ haberleşiyor, sorunlarını paylaşıyordu. Paylaştıkça, hüzünleri kabuklanıyor, hayatla benliği arasında köprü kuruyordu.
Burak Öğretmen, emekli olmuştu. Bahçesinde türlü ağaçlar, renk renk, desen desen çiçeklerler yetiştiriyordu. Onlara tıpkı öğrencileri gibi yaklaşıyor, sevgiyle can suyunu veriyor, diplerini çapalayarak; eğreltilerden, yaban otlarından ayıklıyordu. Bahçıvandı yine, hayatı ellerinde yoğuran o sevgi kahramanı.
Şebnem fakülteyi bitirince, tercih formuna sırasıyla; Hatay, Adana, Mersin gibi güney illerini yazmıştı. Kurada Adana çıkınca, öğretmeninin memleketine yakın olmasından dolayı sevindi. Annesi ile Adana’ya geldi. Atandığı okulun bulunduğu Seyhan ilçesinde, kiralık bir ev tuttu. Annesi iyice yaşlanmıştı. Tansiyon ve şeker hastasıydı. Yine de kızını yalnız bırakamazdı. Şebnem, öğrencileriyle henüz üç ay gibi kısa bir dönem çalışmışken, annesi fenalaştı. Felç ve ardından beyin kanaması geçiren annesini kaybetti. Genç kızın, hayat damarlarından biri daha kopmuştu.
Okuttuğu sınıfın öğrencileri çok haylazdı. Atanmadan önce, bu sınıf bir ay öğretmensiz kalmış, öğrencilerin her biri bir problem olup çıkmıştı. Şebnem, kendi hastalığı ve dertlerini içine gömerek, öğrencileriyle tek tek ilgileniyordu. Özveriyle çalışıyor, etrafına Yunus’un sevgisinden, Mevlâna’nın hoşgörüsünden ışık huzmeleri saçıyordu.
Çiçeği burnunda öğretmenin, yoğun çalışma temposuna annesinin üzüntüsü eklenince; rahatsızlıkları artmaya başladı. Doktora gittiğinde, çekilen tomografide; hastalığının tekrar nüksettiği, yayıldığı söyleniyordu. Bu sefer, tıbbın yapacağı bir şey yoktu. Hülyalı günlerin efsunu bozulmuştu çabucak. Ölümden korkmuyordu. Kendisini yıllarca buna hazırlamıştı. O’nu yıkan, sevdiği mesleği ve öğrencilerinden ayrılacak olmasıydı. Daha meslekte bir yılını bile tamamlayamamıştı. En büyük hayali, düzelmeye başlayan haylaz öğrencilerini, aydın ufuklara taşıyıp; vatana, millete hayırlı evlatlar olmaları yolunda ışık olmaktı. Çabuk erimişti, etrafını aydınlatacak mum. Bir nefeste sönecek kadar zayıftı nefesi. Bahar gelince Adana’nın cennet köşelerinden biri olan Seyhan Barajı kıyısında, şelâleye karşı öğrencileriyle piknik yapacaktı hâlbuki...
Okula gelerek, son kez veda konuşması yaptı. Öğrencilerinden helâllik diledi. Onlara hastalığından hiç bahsetmemişti. Bu ani ayrılığın sebebini soran öğrencilerine, gerçekleri söyleyip üzmek istemiyordu. Hepsini teker teker kucaklayıp, bağrına bastı. Buğulu gözlerle evine gitti. Kapıyı aralayarak, eve şöyle bir göz gezdirdi. Gözleri pencere kenarında bekleyen menekşelere takıldı. Olup biteni sezmiş gibi boyunlarını bükmüşlerdi. Birkaç gündür sevgi sözcükleri duymadıkları belliydi. Sürahiyi doldurdu, boynu bükük mor menekşelerin diplerine döktü. Küçük küçük buseler kondurdu. Onları sevindirdi. Telefon ajandasından, uzaktaki akrabalarının numaralarını buldu. Numaralarını tek tek çevirerek hatırlarını sordu, helâlleşti. Gardıroba yaklaştı, kapısını açtı. Üst çekmecede, biriktirdiği parayı çantasına koydu; evden çıktı.
Dışarıda hayat tüm canlılığıyla devam ediyordu. Adana’nın kışı baharı aratmıyordu. Atatürk Parkı cıvıl cıvıl insan kaynıyordu. Kimi, bankta gazeteye gömülmüş güneşin keyfini çıkarıyor; kimi holta atıyor, kimi de çocuklarını salıncakta sallıyordu. Parkın çıkış kapısında kendisine uzanan dilencinin elini, her zamanki gibi boş çevirmedi. Eğitim Gönüllüleri Derneği’ne giderek, çantasındaki parayı fakir öğrencilere burs olarak kullanmaları için bağışladı. Oradan çıktı, hastalığına inat, güzel havayı teneffüs ede ede yürüdü. Şehrin dışına çıktı. Yolun her iki tarafında keçiboynuzu ağaçları eşit aralıklarla dizilmiş, tepeye kadar uzayıp gidiyordu. Titreşen dallarında ve diplerinde siyah sığırcık kuşları ve kumrular söyleşiyordu. Onlara hayranlıkla baktı. Yolu takip ederek mezarlığa geldi. Sükûnet içinde uyuyan insanlara selam verdikten sonra, annesinin mezarı başına çömeldi. Çantasından çıkardığı kitapçığı okudu. Dua etti. Annesiyle de vedalaştı.
Şehre geldiğinde, günbatımı ebrulu bir hâl almıştı. İstasyon Caddesi’ndeki mağazaların vitrinleri ışıl ışıldı. Yeni yıla sayılı günler vardı. Herkeste yeni yılın özlemi, hayalî, heyecanı vardı. İnsanlar yine alış-veriş telaşındaydılar. Gözü bir an vitrinde çil çil parlayan beyaz gelinliğe takıldı. Ne aşka vakti vardı, ne de o gelinliğin hayalini kuracak sağlam bir beyni... Yaşıtları içeride gelinlik beğenirken; O, birkaç adım ötedeki mefruşatçıya gidip on dört metre kefen bezi kestirdi. Hayallerini ötelere saklamıştı. Toros Dağlarının erguvan kokulu baharlarını da aşıp, daha ötelere uçacaktı. Kırlangıç değil; O, bir simurgdu artık. Geçen yılların eline baston tutuşturup, yeni yılların özlemini çekmeyecekti. Ebedî hayata doğru yürüyordu. Elindeki on dört metrelik kumaştan başka götüreceği dünya malı olamazdı.
‘Balcalı Tıp’ yazan dolmuşa bindi. Yorgunlukları yüzlerine sirayet eden insanlar, iş çıkışı eve gitme telaşındaydılar. Hastane kapısında indi. Daha önce kendisine ayrılan özel odaya çıktı. Ay, çoktan uzatmıştı başını pencereden. Yorgunluktan hâlsiz düştüğü için, hemen uyudu.
Ertesi gün Burak Öğretmen’i aradı. Hastaneye yattığını söyledi. Burak Bey, eşini yanına alarak Adana’ya gitti. Eşini refakatçi olarak orada bıraktıktan sonra geri döndü. Yirmi gün tedavi gören Şebnem, yeme-içmeden kesilince; yoğun bakım ünitesine alındı. Bir hafta süren bitkisel hayatın ardından, apansız veda etmişti. Çektiği acılar, yüzünde gamzeleşip, tatlı bir tebessüme dönüşmüştü. Okullar sömestre tatiline girerken; Şebnem Öğretmen, geri dönmeyecek uzun bir istirahata çekilmişti.
Durumu Burak Bey’e bildirilince, Balcalı’ya geldi. Göz yaşlarına hakim olamıyordu. Şebnem, iyi olduğu bir anda vasiyet mektubu yazmış; öldükten sonra, öğretmenine verilmesini arzu etmişti. Burak Bey, hanımının uzattığı mektubu aldı. Çabucak açtı. Mektupta; ev eşyalarının üniversitede okuyan fakir öğrencilere verilmesini ve öldükten sonra, öğretmeninin olduğu şehre defnedilmesini rica ediyordu. Öğretmenine hitaben: “ Bahçende suladığın rengârenk çiçekleri kıskandım. Benim mezarıma da çeşit çeşit çiçekler dikip sulamanı istiyorum...” diyordu. Okudukça, yüreğinin derinliklerinden süzülerek gelen sağanak yüklü duygular; gözlerinde gölleniyordu. Buğulanan gözlüğünün altından iki damla yaş, iz çizip yanaklarından aşağı düşüyordu.
Baharda öğrencileriyle piknik yapacağı baraj gölü kıyısındaki bu hastane, Şebnem’in son durağı olmuştu. Öğretmeni yıkanıp kefenlenen cenazeyi tabuta koydurdu. Ambulansla oturduğu şehir olan Kırıkhan’a getirdi. Cenaze namazını kıldırdı. Defnetmek için yeni şehir kabristanına götürdü. Zaten eski mezarlıkta boş yer kalmamıştı. Mezar taşları dağılmış, üzerindeki otlar kurumuştu. Onlarca yıl, bıkmadan nöbet tutan ağaçlar yaşlanmış, kuru gövdelerini zor taşıyordu. İçler acısı görüntü bir eğitimci olarak, Burak Bey’i üzdü. Gece tinercilerin, gündüz büyükbaş hayvanların uğrak yerine dönen bu mekân, yeryüzündeki bazı insanların hâlâ iyi bir eğitime ihtiyacı olduğunu fısıldıyor gibiydi.
Yeni şehir kabristanının bir ucu dağa, bir ucu Amik Ovası’na dayanmıştı. Dağ-taş uyuyan insanlarla doluydu. Hatta alan oluşturmak için vadideki derelerin bir kısmına dolgu yapılmıştı. Kimileri aile mezarlığı almış, parsellemişti. Mezar yeri olmayan garibanlar ise, dolgu yapılan dere kısmına rasgele gömülüyordu. Burak Bey, ailesi için daha önce satın aldığı yere, evlâdı durumundaki Şebnem’i defnetti.
Burak Bey, yaşlılık kamburu ayaklarına pranga olana kadar mezarlığa gidiyor, diktiği çiçekleri suluyordu. Şafakla düşen her şebnem tanesi, o çiçeklere bengisu oluyordu. Yanı başındaki akasya ve portakal çiçeklerinin yaydığı kokular rüzgâra karıştığında; cennetten bir esinti gibi orada yatanlara huzur üflüyordu.
Mezarlığa gelip-giden insanlar, gelincikler arasından fışkıran, insanın kalbine zıpkın gibi saplanan; mezar taşındaki şu mısraları okuyup, tefekküre dalıyordu:
“Gelinlikten önce kefeni giydi.
Kanserin pençesine boynunu eğdi.
Toprak, kucağını buyur eyledi;
Rabbine kavuştu, güzel Şebnem’im.”
Saçlarına yüreğinin akı düşen vefalı adam, çocuklarını etrafına topladı. Cebinden, kadife bir kılıf içerisinden sıyırdığı köstekli saati çıkardı. Havaya kaldırdı. Sol elini de kalbinin üzerine koyarak: “Tıpkı bu duran saat gibi, zamanı gelince, tekleyen kalbim de duracaktır. Size vasiyetim, beni Şebnem kızımın yanına defnedin. Merhume, bu dünyada gün yüzü görmedi. Çektikleri İnşallah öte tarafta kendisine kefaret olacaktır. Amelîmiz sâlih olursa, ebedi âlemde de bir araya geliriz.” dedi. Kurmayı unuttuğu için duran saatini kurdu. Cebine koydu.
O saat, Şebnem’in yıllar önce kendisine öğretmenler gününde hediye ettiği baba yadigârı köstekli saatti.
Muhittin Alaca
YORUMLAR
çok üzücü, hüzünlü, can yakıcı
Ateş düştüğü yeri yakıyor
yaşanmışlığın öyküsü
teşekkürler