- 651 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
‘Noksan’ Olan Kinaye!
Sevgili;
Suratları ustura gibi kesen karın soğuğu ve uğulduyor kasvetli rüzgârın bitmek tükenmek bilmeyen soluğu... Ve ağaçlar gibi çıplak Ankara kışı, serzenişte... Ve yitip giden zaman buğulu camların ardında; mağdur küçük su damlalarındaki bezginlik; hatıralarla yalnız kalma ihtiyacı tiryaki ruhun... İmdadıma yetişir rahmetli Ruhi Su’nun o tok sesi, tüylerimi diken diken eden destansı yorumu; odamın duvarlarından yankılanıyor olmasıdır tüm tesellim: “Ayın altında kağnılar gidiyordu / Akşehir üstünden Afyon’a doğru...” Tesadüf müdür, nedir o esnada -pencerenin dibine pusmuş, kahvemi yudumluyorken- (Atatürk’ün kriz yönetimi / Tekalif-i Milliye’ den) şu satırları okuyorum:
“Bizim İstiklal Savaşı, şimdi yalnız bir hatıradır. Gerilere baktığımız zaman dağların, bozkırların üstünde, o’nun kızıllıklar içinde ufka muhteşem düşen hayalini görürüz. Ama Gazi, bu mücadelesinde yalnız değildi. Binlerce, yüz binlerce adsızlar vardı. Bu adsızlar, ya savaşkan birer erdiler ya muharebelerin mihnetlerine alın terleri ve gözyaşları ile katılmış yarı aç, yarı tok liyme liyme kıyafetli analar, gelinler, kızlar, çocuklar ve ihtiyarlardı. Bunlar o’nun etrafında, o’nun kızıllıklar ortasında hala dağlara, bozkırlara gölgesi vuran siluetinin çevresinde sanki kendilerini göstermek istemeyerek yer alırlar. Hep birbirlerine sokularak, hep birbirlerini kendilerine siper ederek, önlerinde hayal meyal kağnıları, böğürleri birbirine geçmiş öküzleri, inekleri ve ellerinde övendireleri ile uçsuz, bucaksız bir kadınlar, çocuklar ve ihtiyarlar ordusu... İşte asıl Kuvay-ı Milliye buydu.” Ş. S. Aydemir, ‘Tek Adam -cilt II-’
Ah Sevgili; bu yoğun Ankara kışında, gözlerimin seyir eylediği kalabalık caddede o kadar yalnız ve yetimim ki bilemezsiniz. Kurtuluş Savaşı yıllarında ülkenin içerisinde bulunduğu o vahim duruma rağmen henüz uyanmış olan ‘Türklük’ bilincini ve bu bilincin yoğurduğu ortamı arıyor olmakta haksız mıyım? Esasen bugün için -o döneme oranla- artan refah ve ulusal gelire mukabil kaybettiğimiz ‘ulusal onuru’ arıyorum.
O zaman için ‘soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen’ kadınlarımızın her nevi hadiseyi içine atıp -dudaklarını ısırarak- amansız ızdıraplara değin fedakârlıklarının yerini; kamusal alanlarda zorla takılmaya diretilen türbanların, zihinlerde tezahür eden ya ‘Arap milliyetçiliği’ ya da ‘Batı hayranlığı’ nın almasıdır, beni asıl kahreden. O vakit sahiplenilen mefkûrenin şu durumda anımsanmayışı, ‘küreselleşme ağında’ çaresiz çırpınan mahlûklar gibi ecnebiden medet umulması ve nihayet ulusal onur mefhumunun -ayaklar altında- kaideye alınmamasıdır tuhaf olan. Maalesef ki 5 Aralık 32’de birçok batılıdan önce seçme seçilme hakkını elde eden kadınlarımız bu hakkı -bilinçli olarak- kullanmaktan mahrum bırakıldılar; halen de ne suretle bu hususla alakadar olunduğu düşündürücüdür.
Sevgili; Kurtuluş Savaşı’nın Büyük Taarruz hazırlık günlerinde güçlü hatiplerden bir mebus kürsüde -şaşkınlığından olsa gerek- “Kuvay-ı Milliye bir cinnet-i mukaddestir (kutsal deliliktir)” tarifine; yerinden fırlayarak müdahalede bulunan Atatürk’ün “Bu adam ne söylüyor?.. Ne demek cinnet-i mukaddesedir?.. Kuvay-ı Milliye hesaptır, hesap!..” şeklindeki cevabını bir yere not etmez miydiniz? Belki o hesap günü tekerrür eder de hala hak ve hürriyetlerinin ayırdına varamamış olan -kimi- kadınlarımız o zamanlar uslara yerleşemeyenleri özümserler...
Raşit Nadir
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.