- 462 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
KURTULUŞ REÇETESİ
KAYNAKTAN DERYAYA
LEBİDERYA
KURTULUŞ REÇETESİ
YERLİ DÜŞÜNCE VE YERLİ ÇÖZÜM İLE KURTULUŞ REÇETESİ YAZILIR
Türk milleti üzerinde Avrupalı mütercimler uzun yıllar araştırma yaptılar. Bu uzun araştırmalar sonunda; Türkleri yenilmez yapan en temel etkenlerin tespitleri yapıldı.
Bu ana etkenlerin birden bire ortadan kaldırılması mümkün değildi. Bunun için; yüzyıllara dayalı planlar geliştirldi. Milletimizin en önemli unsuru olan yenilmezlik unvanı er yada geç elimizden alınacaktı. Bir yandan planlarını uygularlarken; öte yandan haçlı seferleri düzenleyip, bütün ihtişamları ve acımasızlıkları ile üstümüze geldiler.
Fakat her şeye rağmen Türk yenilmiyordu.
Bunun için ne yapılmalıydı?
Çok iyi eğitimlerden geçmiş devşirmeler, dönmeler ne yapılıp edilip saraya sızacaktı. Güzel işveli kadınlar ile saray zevk-ü sefaya dalmalıydı. Uzak diyarlarda olan biteni görmeyen, göstermeyen yöneticiler saraya sızmalıydı. "Padişahım çok yaşa." Diyen şakşakçı takımı kendilğinden oluşmalıydı. Padişah kendini vazgeçilmez ve ebediyyen yaşar sanmalıydı. Padişahın etrafında etten duvar oluşturulacak, devlet ile millet arasına set vurulacaktı. Devlet; milleti görmeyecekti.
Uzaklarda halk canından bezdirilecek ve devlete olan güven sarsılacaktı. Manevi ve milli değerler zayıflatılacaktı. Din tüccarları ile işe başlanacaktı.
Öyle hal olmalıydı ki; insanlar en küçük konuyu dahi ulema diye yutturulan din bezirgânına sormalıydı. Halk buna öyle alıştırıldı ki; her konuyu, her hususu din tüccarına sorar hale gelindi.
Nikahtan, ev süpürmeye, hangi gün hangi yemeğin yenilmeyip, yenilelebileceğinden, baş ağrısına ne iyi gelir sorsuna kadar... Kime selam verilmez, kime verilirden; kim ile ticaret yapılır soruları dahi din tezgâhtarlarına soruldu.
Bu hale gelinmesi dış kaynaklı güçlerin işine geliyordu. Cahil bir zümre yetişecek ve kendilerinin alim diye ortaya çıkardıkları günden güne prim yapacaktı.
Saraya sızıldı, din tüccarları istenilen ölçüye getirildi. Güzel işveli kadınlar saraya köşesinden bucağından sızdılar. Saray efradı zevk içinde iken dışarda halk aç bırakılmalıydı. Bunu sağladıklarında devlete olan güven temelden sarsılacaktı.
Nihayet devşirmeler öyle noktaya geldi ki; bunların bir çoğu Paşa, vezir, şeyhülislam dahi oldular.
Her şey planlandığı gibi gelişiyordu.
Bu aşamada oyunun ikinci perdesi sahneye konuldu, "Sistem ihtiyaca cevap veremiyor, bunun için ithal çözümler devreye konmalıydı." Bunun için de; meşrutiyetler, mutlakiyetler devreye alındı. Gülhane Hattı Humayunu kurtuluş reçetesi gibi sunuldu. Mithat Paşâ’nın da içinde bulunduğu bir grup padişahın kollarının damarlarını dahi keskin bıçaklarla kesecek noktaya geldiler.
Üst üste yapılan yenilikler ve yenilikçiler hiç bir işe yaramıyordu. Neticede yenilikler ithaldi. Oysa bize yerli çözüm gerekiyordu. Hasılı; huzuru bozan güruh, huzur arayışına çıktı. Fakat huzur günden güne yerini, şer ve şirrete bıraktı. Düşmanlar son bir hamle dediler ve Türk milletini yok etmek için bütün bir Avrupa bir olup, yanlarına ABD’yi de alarak; üstümüze geldiler. Paris’te son tango oynandı. İngiliz ve Fransız başvekilleri ile ABD başkanı bir araya gelip; Türk milletinin son kalan parçasını yok etmek için her yoldan Anadoılu’ya çıkarma yapacak devletleri tespit edip, Anadolu’yu pay ettiler.
Bu oyun da tutmadı. Çünkü; son anda, son nefesi vermek üzere iken Milletin yüceliği aklına gelmiş ve Türk Milleti ayağa kalkmıştı.
Hesap yapılmaya başlandı. Bu milleti savaş ile yok etmek mümkün değildi. İcraata devam dediler. Sessiz ve derinden icraatlarına kaldıkları yerden devam ettiler.
Bu sefer çok ama çok dikkatli olmalıydılar. Bu milleti iyice ve derin bir uykuda yakalamalıydılar. Millet uyumalıydı.
Marşal yardımları, eğitim sistemi, değişim ve gelişim adı altında sızma hareketi hep devam etmeliydi.
Bu arada AB ortak pazarı kurudlu. İlla bu pazara dahil olunmamız gerektiği insanımıza lanse edilmeye başlandı.Bu arada Avrupada normal karşılanan yaşam tarzları da sanki gelişmecilikmiş gibi bize giydirildi. Bu yaşam tarzı içinde; eşcinsellik, travestilik, lezbiyenlik gibi toplumun kabul etmediği, milletin ayıp gördüğü bir çok gayri ahlaki düşünceler yavaş yavaş ve sessiz sedasız toplum yaşamının bir parçasıymış gibi normal karşılanan hayatmış gibi gösterilecekti.
Poşete pornografi konuldu. Buna da; "Basın özgürlüğü." Denecekti. Öyle de oldu. Konrolsüz yayınlar hızla bütün toplum katmanlarına yaygınlaştırıldı.
Buradaki amaç, "Vurdumduymaz, nemelazımcı." Toplum yetiştirmekti. Çünkü "Nemelazım." Diyen toplum "Çökmüş bir toplumdur." Gerçeğini Avrupalı çok iyi biliyordu.
Din tüccarları; sözüm ona bilgi satarak zengin olacaklardı.
Bir yandan da; "Devletin kurucusuna." Kuru iftiralar atılacaktı. Bu devlet müslüman değil, vergi vermeyin, tarihi eser ganimettir ve helaldir, bu devlette camide cuma namazı kılınmaz." Gibi anlaması mümkün olmayan karalama ve devlet düşmanlığı alttan alta işlenecekti. Bunların hepsi "Toplumun reaksiyonunu." Kırmak için gerekli olan gelişmelerdi.
Bu noktada; Asala bitirilecek ve devlete güven sağlanacaktı. Fakan Asalanın bitirilme işi ihale edilirken; ihanet çetesinin icraatlarını yapabilbesi ve yeni icat edilen silahların canlı hedefler üstünde denenmesi için; "Kanlı ihanet çetesinin." yanıbaşımızda ve vatan toprakları içinde konuşturulması sağlandı.
Bunları yan yana sıraladığımız zaman ihanetin kanlı merdivenlerinin nasıl geliştiğini daha rahat görmek mümkün.
Tarihi iyi bilmeyen ve analiz etmeyen yarına yön veremez. Yarınların aydınlık olması için dünden ilham almak ve bugüne nasıl gelindiğine iyi bakmak gerekmektedir. Bugüne nasıl gelindiğine bakılıp yarınlara plan ve program hazırlamak yine hepimizin üstüne düşen en önemli vazifedir..
Selçuklu İmparatorluğu’nun nasıl dağıldığına baktığımızda o dönemde icraatın bizzat temsil noktasında olanları makam sevdasının, zevk-ü sefanın içinde oldukları gerçeği ile karşılaşırız. Onlar dünden ders almadıkları için dağılmışlardır. Yani; Çin esaretinin sebep ve sonuçlarını iyi anlamış olsalardı, Selçuklu dağılmayacaktı. Osmanlıya geldiğimizde; eğer ki; çözümü avrupadan yani dışardan değil de "Kendi özümüze dönüş." Etrafında aramınmış; ona göre tedbir almış olsalardı, Osmanlı Avrupa ülkelerinin oyuncağı olmayacaktı.
Kendi eksenimiz içinde; Çeçence, Lazca, Tatarca, Kırgızca, Azerice, Kırımca, Türkmence, Tacikce, Ahbazca, Boşnakca, Arnavutca, Romanların konuştuğu kuş dilince, Ahıskaca, Naçevanca gibi dillerin konuşulduğunu net olarak görmekteyiz. Bu dilleri konuşanlar ile hiç bir problem yaşadığımız söz konusu olmadığı gibi Kürtçe konuşan ile de en küçük bir meselemizin olmadığını "Ülke bütünlüğünden." Yana olan bütün insanlarımız bilmektedir.
Kimseye; sen şu dili konuşuyorsun bu okulda okuyamazsın, bu işte çalışamazsın, bu meslek odasına üye olamazsın, bu şehirde oturamazsın, bu beldede tatil yapamazsın, şu caddeye girmezsin, şu otobüsle yolculuk edemezsin, şu kamu kuruluşunda çalışamazsın gibi bir engelleme söz konusu da değildir.
Yukarıda sıraladığımız dillerin her birine bir açılım yapacak olur isek; birlik ve dirlikten söz etmek imkânsız bir hale gelecektir.
Kaldı ki; bir de ağız ve lehçeler söz konusudur. Ağız ve lehçeler ile konuştuğumuzda başka bir yörenin insanı, ayni dili konuştuğumuz halde; bizim ne konuştuğumuzu anlayamayabiliyor. O zaman her ağız ve lehçeyi konuşan için bir açılım olması; işi iyice içinden çıkılmaz bir hale getirecektir.
Hepimiz bu durumları niyice analiz edip ona göre tavır almamız gerekmektedir. Ülke bütünlüğü ve birliğinden yana olduğumuz gerçeğini dost düşman herkesin bilmesi için, resmi dilimizin Türkçe olduğu, devletimizin adının Türkiye Cumhuriyeti olduğu, vatanın ülkesi ve milleti ile bir bölünmez bütün olduğu Türküye Cumhuriyeti temelleri atıldığına çok açık ifadelerle net bir şekilde anlatılmış, kanunlarla hüküm altına alınmıştır.
Şu gerçeği hiç bir zaman unutmayalım; ihanet fırsatını bulduğu an, önce kendini besleyeni yutar.
Kısacası bizim bizden başka dostumuz yoktur.
Yerli çözümler, yerli düşünceler, yerli insanlar ile yarınlara selam olsun.
Allah yar ve yardımcınız olsun.