ÜŞÜDÜM
Binbir üzüntüyle ettik sabahı
Haber yolladık ümitsiz güneşe
Alıştık geceye sevdik siyahı
Veda kalplerimizde yanan ateşe
Ü.Y. OĞUZCAN
Uykuyla uyanıklık arası sancılı bir gece… Çıtırtı bile yokken “Telefon mu çalıyor?” endişesiyle yataktan fırlayışlar… ”Allah’ ım ne olur telefon çalmasın.” diyen yalvarışlar…
İşte istenmediği halde beklenen telefon zili… Yataktan nasıl kalkıp, telefonu nasıl açtığımı hatırlayamadığım bir lahza… ”Alo” demeye korktuğum, ama soluğumun bütün sessizliği doldurduğu, titreyen ellerimde ahizeyi nasıl tutacağımı bilemediğim bir bekleyiş… Çaresizliği her halinden belli yalnızca “Alo” diyebilen annemin sesi… Bildiğim ama sormaya korktuğum, hafızalardan silinmesini dilediğim sessiz yakarışlar… Ümitsiz serzenişler… Annemin söylemediği ama benim duyduğum tek bir cümle; benim soramadığım ama annemin verdiği kısacık bir cevap…
Kapadım telefonu ve oturdum yatağın ucuna. Ne yapacağını bilemediğin zamanlar vardır ya işte onlardan biri daha. Ne düşünmeliyim, ne yapmalıyım, kimi aramalıyım? Haykıra haykıra ağlamalı mıyım yoksa çaresizliğe mi savurmalıyım bütün küfürleri? “Neden Allah’ ım diye isyan mı etmeliyim yoksa mukadderat deyip sineye mi çekmeliyim? Ne yapmalıyım?
Hala bilmiyorum…
Ölümün soğuk yüzü… Tanıştım ben de nefes aldığım müddetçe unutamayacağım o yüzle. Buz kesti her yerim onu öyle görünce. Dokunamadım, ondan daha soğuktu ellerim. Öpemedim doya doya; donup kaldı dudaklarımda buselerim. Bakamadım o güzel yüzüne; soğuktan titredi gözlerim. Gözyaşlarım donmadı bir tek; sıcacık akıp düştü ayaz avuçlarıma. Sesim irkildi; diyemedim kimselere ”Ben de onunla gideyim.”
Ölüsü bile güzeldi; tıpkı dirisi. Dudakları hafif yana kaymış gülüyordu sanki. O şen kahkahalarını koymamıştı bir tek yastıksız yatağına. Dipdiri, dupduru yatıyordu açık pencereden esen serin rüzgarla.
Beyaz çok yakışırdı ona her zaman. Kenarları boncuklu beyaz tülbendini başının tepesinde bağlar, güldüğü zaman oynayan göbeğine taktığı mutfak önlüğüyle yapardı baldan tatlı yemeklerini… Ölüsüne de yakışmıştı beyaz. Ama saçları dökülmesin diye bağlamamıştı bu kez tülbendi çenesinin altına…
Toprak damlı evine gittim birkaç kez… Ne kadar ağır ne kadar zor bir yolculukmuş o öyle. Giderken gitmemeyi, dönerken gelmemeyi isteten bir ziyaret… Ne için gittiğimi kalbime yediremiyorum bir türlü. Ama yine de oturup ayakucuna okşuyordum tenine değen topraklarını. Ona daha yakındı avucumdaki topraklar; seviniyordum.
Şimdi toprak damlı evinin üstüne mermerden kat dikilmiş. Evi güzel, bakımlı, temiz. Kapısında ismi, balkonunda sevdiği menekşeler, zambaklar… Lakin uzak. Kapısında asma kilit takılı adeta. Dokunuyorum… Ama yalnızca çiçeklerine. Çiçeklerinin ekili olduğu toprak tanelerine. Ayak ucuna oturamıyorum; ayaktan seyrediyorum onu. Hiç sevmedim anneanne evini. Yokluğuna daha alışamamışken daha bir ırak ettin bana ellerini…