- 1947 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
KIRAĞIYA İNAT, AÇAR GÜLLERİM
Tepelere dağılmış evleri kiremit çatılı, ahşap yapılı; yolu kıvrımlı, çamur, bakımsız, yeşilden gömlek giymiş, üstü dumanlı, kaderiyle baş başa kalmış Nodullar Köyü’nü nasıl unutabilirim? Meslekte ilk göz ağrım, sevdada baş ağrım, gurbete çağrım, anıları solmayan bağrımdı...
Zonguldak’ın Yenice ilçesine bağlı bu dağ köyüne yapılan ilk atamamda, köylülerden Seyfi Baba, beni misafir ettikten sonra, ertesi gün okula götürdü. Okul müdürüm olacak Hasan Bey’le tanıştırdı.
Yaşı bir hayli ilerlemiş, saçlarından çok, uzun kaşları kırlaşmıştı. Boynundaki gri kravatı, takım elbisesiyle uyum sağlıyor; iki elini başının arkasında birleştirerek gerildiği tahta iskemlesinde, sırtını sobaya dönmüş, belini ısıtıyordu. 1990 Aralık ayının başlarıydı. Yüksek rakımlı bu köyde, yağan karın soğuğu çenelerimize enstrüman çaldırıyordu.
Göz yuvalarına sığmayıp, dışarı fırlayan çakır gözlerini bana dikti. Tepeden aşağı süzdü. “Biz de seni bekliyorduk. Yalnız başıma yetmiş beş talebeyle uğraşmam zor oluyor. Baksana seslerinden duramıyorum. Ağız tadıyla bir sigara içirmediler şu lojmanda. Bana bah! Sen gençsin. Moderin örgetmenlik göstertmişlerdir saa. Cırlayan şu veletlerle anca başa çıkarsun.”
Tecrübeli bir müdürün yanına düştüğüme sevinememiştim. Dersi kaynatıp lojmanda vakit öldüren, yörenin ağzıyla hitap eden bu adamın, ideal duygularla yüreği kıpır kıpır toy bir öğretmene iyi model olmayacağı belliydi. Oysa ben, Türkiye’nin en güney ucundan, en kuzey ucuna kutsal bir vazife uğruna kalkıp gelmiştim. İlgiye muhtaç, kardelen çiçeklerini yüreğimin sevgisiyle ısıtıp, bilgiye doyurmalıydım. Okulu ve öğretmeni sevdirmeliydim. Gizli kalan yönlerini ortaya çıkarmalı, aksayan yönlerini tamir etmeliydim. Onları şimdiye kadar hayal bile edemedikleri hedefler için yüreklendirmeliydim. Öğretme hazzını bonkörce duymalıydım iliklerimde.
Hasan Bey, ikisi bir arada şampuan misali, birleştirilmiş 4 ve 5. Sınıfları bana verdi. Seviyelerine baktığımda; öğrencilerin çoğu okuma-yazmayı bile tam kavrayamamıştı. Okuldan soğumaya başlamışlardı. İhmal edildikleri belliydi. Özverili bir çalışma bekliyordu beni.
Güneydoğu’nun ücra köşelerinde daha zor şartlarda çalışan arkadaşları düşündüm bir an. Terörün namert kurşununa gövdesini kalkan, kalemini süngü yapan gönüllü bahçıvanları... Karadeniz’in ötesinde Sibirya buzullarını eriten, Afrika çöllerini serinleten ve dünyanın daha nice diyarlarında yüreği sevdayla ıtırlaşan yağız yürekli Anadolu yiğitlerini... Onurun, faziletin, cesaretin sevdadan abidelerini... Hoyrat bir rüzgârla savrulup yeni filizler yeşertmeye namzet tohumlar gibi, kabuklarına sığmayan cevherleri... Onların gurbeti, yalnızlıkları, görev aşkı yanında benimkisi deryada bir damla olsaydı gerek.
Aynı zamanda rehber öğretmenim durumundaki Hasan Bey, 1,2,3.Sınıfları okutuyordu. Civar okullarda cümle yöntemiyle okuma-yazma öğretilirken, kendisi müfredatın dışında bildiği eski yöntemleri uyguluyordu. Öğrencilerin neden bir türlü okuyamadıklarını sezebiliyordum. Liyakat, formasyon, erdem... Müdürüm için önemli değildi. Varsa yoksa “çayda dem, öğretmenlikte kıdem.” sözünü diline dolamıştı her dem. Bu kıdem ki; boşa geçmiş yılların günah yaprağı... Sürgün yemiş yolların felâh durağı... Yetmemiş; minik dimağların kâbus otağı... Dar düşüncelerin habis batağı... Mantar bedenlerin bordro yatağı olmuştu ne yazık ki.
Öğretmen okulunu zor bela bitiren Hasan Bey, Zonguldak’ın köylerini bir bir dolaşmış, hiçbir yerde dikiş tutturamamış. En son, gözden ırak bu köye sürgün edilmiş, yollarımız burada kesişmişti. Birkaç ay zarfında mizacı hakkında az-çok fikir sahibi olmuştum.
Düşe kalka memuriyete atılmış, medeniyet yularını boynuna takmış; hâla o fakir, horlanmış halini üstünden atamamış. Elinden gelse pijamaya kravat takacak; yirmi dört saat üstünde taşıyacak. Maddiyat hayranlığına meylini vermiş, cimriliği kendine huy edinmiş.
Tıraş için aldığı jileti, atmazdı; kanayıncaya kadar yüzünün eti. Maaş gecesi elini ovuşturur, heyecandan sabahı zor ederdi. Tiryaki değilim diyerek sigara almazdı, başkası teklif etsin diye bakardı. Konuşmaya daldırırdı milleti, bakmışsınız bitirmiş o paketi. Fazla aç değilim der, otururdu yemeğe; dört kişilik nevaleyi indirirdi mideye.
Siyaset de güderdi kendi çapında, güçlü kim ise; bakmışsınız onun safında. Herkese şüpheyle yaklaşır, duymazdı itimat. Müdürlük makamı, sığındığı en yüce saltanat. Kulaktan dolma bilgiler en büyük külliyatı; duyan alim sanır, bilmezse evveliyatı. Konuştu mu mecliste, parçalar edebiyatı. Lafta korkusuz, kahraman; yaprak kıpırdasa, ürkerdi yaman. Hızlı yürürdü, atlı kovuyor gibi; ter içinde kalır, sabırsız idi...
Müdürüm resmi yazı yazıyor. Okulda daktilomuz yok. Sarı saman kâğıdına el yazısıyla istekte bulunuyor. “İlçe Milli Eğitim Müdürlüğüne/Yenice. Okulumuzun etrafı heyelandan dolayı pıtır pıtır göçüyün(göçüyor). Duvarları yarılmış, arasından ışık gözüyün(gözüküyor). Ders yaparken okul, tepemize göçecek diye korkuyun(korkuyoruz). Veliler uşaklarını(çocuklarını) okula eletmiyor(göndermiyor). Okulun taşıma merkezi olan Yortanpazarı’na iletilmesini isteyoz. Gereğinin yapılmasını arz ederim...”
Yazıyı bitirdikten sonra, “beri bah! Şu yaziya bir göz atıver. Benim yazılarum çok etkilidur. İlçeden gerisin geriye döndüğü görülmemiştir. Bah da resmi yazinun nasil yazilduğunü öğren.”
Üç hafta sonra ilçeden cevaben gelen yazının içeriğinde: “Okulu incelemek için iki müfettişin görevlendirileceği, hazırlanacak rapor neticesinde taşınıp, taşınmayacağına karar verileceği, bundan sonra yazılacak resmi yazılarda, Türkçe dil ve imlâ kurallarına, falanca yönetmeliğin filanca maddesinde belirtilen yazışma kurallarına uyulması hususunda gereğinin yapılması...” diye sıralanan bir dizi uyarı yer alıyordu.
Karlar yavaş yavaş erimeye, eridikçe açan güneşle birlikte topraktan buğular yükselmeye başlamıştı.. Daha önce beyaz korkuluk gibi duran ağaçların çıplak ve kuru dallarına, şimdi avare sığırcıklar tünüyordu. Eriyen suların şırıltısı, pencere kenarındaki kumruların nağmelerine karışıyor, uşşak makamından besteye dönüşüyordu. Düşen her cemre, tabiatta olduğu gibi kırağı yemiş yüzümüzde, ılık tebessümler açıyordu. Kardelenler nöbeti sümbüle, mor menekşelere devretmekteydi. Okulun bahçesindeki erik ve kiraz ağaçlarının beyaz çiçekleri, meltemle cilveleştikçe; ruhumda şiirler devşiriyordu.
Nisan ayının başlarıydı. Yağan yağmurlar köyün yollarını çamur deryasına çevirmişti. Çizmeyle dolaştığımız, sakız bulamacı bu yollara arabayla çıkıp köye ulaşmak, akıl kârı değildi. Aday öğretmen olduğum için, kelli- felli kravatlı iki adamın gülümseyerek bir gün sınıfıma gireceğini hayal eder dururdum.
Hasan Bey, baharın gelmesini fırsat bilip, okulun zaten dar olan bahçesinin neredeyse tamamını çocuklara kazdırmış, fasulye ekmek için belirli aralıklarla kuş yuvalarını andıran yuvarlak çukurlar açtırmıştı. Bu yuvalara hayvan gübresi dökecek, fasulyeler boy verince de yaklaşık iki metre boyunda, iki parmak kalınlığındaki sırıkları, çukurların ortasına dikecekti. Böylece fasulyeler sarmaşık gibi dolana dolana sırıkların tepesine ulaşacaktı.
Bir sabah derse girdiğimizde isim yoklamasının ardından Hasan Bey, yanıma gelerek; “Benimkilere de mukayyet ol. Bir saate kadar gelirim. Sarı Ahmet’in yanına gidip bir el arabası kemre(gübre) getiriverecem.” dedikten sonra ayağında siyah lastik çizme, üzerinde çamurlu boğazlı balıkçı kazağı ve kirli beyaz sakalıyla çitten atlayarak gözden kayboldu. Köyde hemen hemen herkesin bir lakabı vardı.
Sınıfına girdiğimde, masanın üzerinde bir liste duruyordu. Listede eğri çizgilerle birbirinden ayrılmış iki sütun vardı. “kemre” ve “fasulye çubuğu” diye ayrılan sütunlarda, getiren öğrencilerin karşısına artı, getirmeyenlerinkine eksi konmuştu. Her ikisini getirmeyene ekstradan ellerine cetvelle saydırılarak, sözde bir de “baklava” yedirilmişti.
İkinci teneffüs olduğu halde, müdürüm hâlâ ortalarda yoktu. Bahçedeki çeşmenin şadırvanından akan suyun tatlı tınısında uzaklara dalmışken; bir öğrencimin “geliyorlar!... geliyorlar!...” sesiyle koşuşturmanın olduğu yere baktım. Kravatlı, elleri çantalı, pantolon paçaları yukarı kadar kıvrılmış, ayakkabıları koyu kırmızı çamurla boyalı, kelli-felli iki adam bana doğru yaklaşıyordu. Bunlar beklediğim misafirler olmalıydı. Yüzümdeki tebessüm, karşımda duran buzdan soğuk duvarlara çarparak geri döndü ve “ne münasebet” diyerek benim de suratımı soğuttu. Sonradan anladığım kadarıyla beyefendiler, köyün aşağısına kadar traktörle gelmiş, geri kalan merkep öldüren yokuşları aşmak ise kendilerine zulüm olmuş.
“Günaydın efendim. Hoş geldiniz!” deyip elimi uzattım. Elim havada kaldı. İlk müdürüm gibi ilk müfettişlerimden yana da şansım yoktu galiba. Ağızlarını bıçak açmayan bu adamlara “müfettiş misiniz?” demeye çekindim açıkçası, bir çam deviririm diye. Ta ki; göbeği diğerine göre kemerden taşma mesafesi yarım karış fazla olanın, dilinden inciler dökülene kadar...
“Bu okulda bir aday öğretmen varmış, yoksa sen misin?” “Evet, efendim, benim.” demekle ellerine kozu vermiştim. Meşakkatlerinin karşılığında, notlarıyla ve sivri dilleri ile diyet ödettirecekleri “vurun abalıya” bir acemi bulmuşlardı karşılarında. Dışarıya bir sıra ve oturak çıkarmamı istediler. Çocukları sınıfa koyduktan sonra, dediklerini yaptım. Kendileri hakim gibi otururken ben ayakta ceketim ilikli, sanık gibi sordukları sorulara cevap veriyordum. Çantalarından çıkardıkları ajandalara küçük küçük notlar alıyorlardı. Hayli zaman geçtikten sonra en korktuğum soru, gonga vurur gibi dank! Etti. “Bu okulun müdürü nerde sahi?” Mahcubiyet içerisinde, “şey efendim... bir yere kadar gitti gelir şimdi.” dedim ama bu gelmenin her dakikası bana bir asır gibi geldi. Zaman geçtikçe, hiddet katsayıları artmaya, tavan yapmaya başladı. Açtırma kutuyu, söyletme kötüyü, her şeyden nem kapmaya başladılar. Paçalarındaki çamurları silkeleyip, ayakkabılarını çeşmenin kurnasında yıkadıktan sonra, etrafı incelemeye başladılar.
Okulun isminin olduğu levhaya alaylı bir şekilde “İsme bak çay demle İsmet! No-du-llar İlkokulu...” Bahçeye bakarak insaf yahu. Çocukların oyun oynayacağı bir karış yer kalmamış.” Çatlayan duvarlara bakıyorlar. Ne zorluklar altında eğitim verdiğimiz için teşekkür etmelerini beklerken; “Keşke yıkılsa... Sizde kurtulurdunuz, bizde...” İçeri giriyorlar, bu sınıfın çamuru ne böyle?” Öğrencilere soru soruyorlar. Çıt yok. Arpacı kumrusu gibi düşünüyorlar gariplerim, müfettişi öcü sanıyorlar. Bildiklerini de unutuyorlar. Hâlbuki okumayı söktürene kadar ne zahmetler çektiğimi ben biliyorum.
Hasan Bey, el arabasıyla tıngır-mıngır, ıslık çalarak okulun bahçesine giriyor. Vaziyeti çakıyor. Lojmana gidip üstünü değiştiriyor. Gözle kaş arasında sakal tıraşını oluyor. Jiletin tırmaladığı çiziklerden yine kanlar akıyor. Nihayet müfettişlerin karşısına dikiliyor. “Vay efendim! Hoş geldiniz İsmet’çim, hangi rüzgâr attı sizi buraya.” İsmet Bey; “dünya ne küçük değil mi? Yanlış anlama; bu sefer soruşturma için gelmedim ha...”
Hasan Bey, buraya gelmeden önce Perşembe’ye bağlı bir köyde çalışırken, köy sakinleri ile takışmış; yoğun şikâyet üzerine, yapılan soruşturmayı İsmet Bey yapmış. Sonunda sürgün edilmiş. Şikâyet mevzusu da trajikomik. Hasan Bey, öğretmenlik yaptığı köyde her işe burnunu sokuyormuş. Okulun bahçesinde yüzlerce kümes hayvanı besliyor, çocuklarla ilgilenmiyormuş...
Müdürüm şüpheci olduğu için İsmet Bey’e “Senin suçun yok. İlçe Milli Eğitim Müdürünün o işi tertiplediğini biliyorum. Kendisine Yılbaşında hindi vermedim diye beni sürdü. Bir de okul arkadaşım olacak!” diyordu. Aslında şu anki okulun bahçesinde de hindi yetiştirmiş. Ne var ki burası dağ başı olduğundan, kışın tilkilerin hücumuna uğramış hayvancağızlar. Lafa dalan müfettişler, müdürümün nerde kaldığını sormayı unuttular. Fırça kayacaklarını beklerken, kırk yıllık dost gibi muhabbete daldılar.
Müdürümün çoluk-çocuğu trenle bir buçuk saat ötedeki Çaycuma’da oturuyordu. Köy köy gezmekten bıktıkları için bir yere kımıldayacak halleri kalmamıştı. Aile reislerini kendi haline bırakmışlardı. Kendisi de hafta sonları gidip Pazartesi geri dönüyordu. Benim gibi bekâr sayılırdı. Zaten yemek yapmayı pek beceremezdi.
Öğle arası olmuştu. Okulun dışında ahşap bir evde kalıyordum. Misafirleri aç göndermek olmazdı. Bir koşu eve gittim. Küçük tüpte sucuklu yumurta pişirdim. Yanında kahvaltılık bir şeyler hazırladım. Misafirleri eve davet edip, karınlarını doyurdum. Ağız yer, yüz utanır derler ya. Çaylarını yudumladıkça gevşemeye başladılar. İsmet Bey, kulağıma eğilerek, “Sen müdürünün dediklerini yap, yaptıklarını yapma. Çok çalışman gerekir. Çocuklar boş. Bu gidişle adaylığının kalkması zor görünüyor. Yine de sana bir iyilik yapabiliriz.” diyordu.
Öğrencilerin başından beri ihmal edildiklerini kime anlatabilirdim. Müdürümle aynı kafadan, aynı kuşaktan insanlardı. Demokratik yönetici ve müfettiş anlayışı tanımları, yüksekokul notlarım arasında kalmıştı. Teorik bilgiyle, gerçek yaşantı arasında uçurumlar vardı. Muhakkak başka yerlerde istenilen manada yönetici ve müfettişler olmalıydı. Şansıma torbadan çıkanlar bunlardı.
Bir ay sonra, teftiş sonucu elimize geçti. Müdürümün notu:75, benimkisi: 63.
Bu not 17 yıllık öğretmenlik hayatımda alacağım en düşük not olacaktı. Not benim için sadece bir araç olacağından, hedefim ve hevesimin yanından vız geldi, tırs geçti. İdealist duygularımı törpülemediği gibi beni daha da hırslandırdı. Ruhumun inadına pervane takıp, şahlandırdı.
Ve aşk. Tarifi olmayan duygu. Beni bu dağ başında mı gafil avlayacaktı? Müdürümün bana “damat”, “hocam!” diyen kızının gün gelir “kocam” diyeceğini nerden bilebilirdim?
Atandığım ilk sene, köyde biçki-dikiş kursu açılmıştı. Kurs öğretmenliğini de
müdürümün kızı yapıyordu. Gel zaman, git zaman aramızda bir elektrik oluşmuş, sevda yumruk gibi kalbime oturmuştu. Ancak birlikte çalıştığım ve kimseye güveni olmayan böyle bir babaya durumu izah etmem zordu. Yaz gelince kurs kapandı ama yüreğimize mühürlenen sevda kapanmadı. Olduğum köye O’nu bir daha göndermedi babası. Gökçebey ve Devrek İlçelerinin köylerinde çalıştı bir süre. Mektuplaşıyorduk. Nadir de olsa yaptığımız gizlice buluşmaların üzerinden tam iki yıl geçmişti. Baktım olacağı yok. Memleketten babam ve amcamı, görücü olsunlar diye çağırdım. Ne pahasına olursa olsun, istetecektim. Sonuç; “ben kızımı uzağa vermem” oldu. Beklemediğim bir cevap değildi. O yaz tayin istedi müdürüm. Doğduğu köye yakın, Kozlu beldesinde bir okula atandı.
Köyde yalnız başıma kalmıştım. Sessiz gecelere düşen ayın şavkı, hasret, gurbet ve hicranıma ortaktı. Yağmuru kesilen toprak, gülü koparılan yaprak, dumanı tütmeyen ocak gibi mahzundum...
Anılarla yüklü okulum, ayakta duracak mecali kalmadığından yıktırıldı. Çatlamıştı sabır taşım. En güzel sohbetin dedikodu olduğu, pirenin deve yapıldığı bu köyden uzaklaşma anım gelmişti. Çivi çiviyi söker deyip, müdürümün olduğu şehre ben de tayin istedim.
Sonu görünmeyen sevda, belli bir zaman sonra yerini ızdıraba bırakıyordu. Bir babanın yok yere, evladının gözleri önünde erimesine seyirci kalması olur şey değildi. İnce hastalığa düşeceğinden korkuyordum. Daha beterine yakalandı. Kanser...
O yıllarda Çernobil faciasının etkisiyle sızan radyasyon Karadeniz Bölgesinde bu hastalığın yaygınlaşmasına belki zemin hazırlamıştı. Üzerine Türk filmlerini aratmayan bir babanın cehaleti de eklenince, tümörün gelişimi çabuk olmuştu. Beyin ameliyatı geçirmişti sevdiğim. O’nu zor zamanlarında yalnız bırakamazdım. Biraz iyileşince, gizlice resmi nikâh kıydırdık. Kaçış yol kalmadığını anlayan müdürüm, istemeden de olsa kayınbabam olmuştu. Ancak kırılan kalplerin tamiri mümkün değildi. Memleketime götürerek düğün yaptırdım. Beş yıl süren, fedakârlık gerektiren bir evlilik hayatımız oldu. Kanser, acımasız yüzünü tekrar gösterdi. Bu sefer affetmedi. Müdürümün yapamadığını, o yaptı. Koparıp aldı benden.
Gidiyordum. Bu diyara bir can bağışlayarak... Köy kabristanında, yaşlı dut ağacının gölgesinde bırakarak....Geçmişin acılarını, elimin tersiyle iterek, yeni bir hayata yürüyordum.
Kara elmas diyarı Zonguldak’taki 9 yıllık görev hayatımda, hayli deneyim kazanmıştım. Müdürüm Hasan Bey’i sorarsanız, Kozlu’ya atandığı 1993 yılından beri hâlâ aynı okulda çalışıyor. İlk karşılaştığımız 1990 yılında, “bir yıl içinde emekli olurum.” diyordu. Bu gidişle belki de Ondan önce emekli olacağım.
İlk müdürüm ve de kayınbabam Hasan Bey’e karşı olan olumsuz duygularımı “delete” tuşuna basıp çoktan çöp kutusuna gönderdim. İlginç bir eğitimci ve karakter olarak, beyin hard diskimin hatıralar dosyasında kalmaya devam edecek.
Muhittin ALACA
YORUMLAR
Çok gerçekçi ve aynı zamanda da duygusal yazınızı beğeniyle okudum.Eşinize Allah rahmet eylesin.Başınız sağolsun...Hayat bir mücadele...sizi mücadeleci ruhunuzu yansıtan bu değerli yazınızı okurken olayları yaşamış gibi oldum...insan karakterlerini çok güzel tanımlamışsınız.Olayların geçtiği mekanların tasvirleri de çok başarılı olmuş...Tebrik ederim efendim...saygılarımla...tam puanımla favori listeme alıyorum...