- 3667 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
PANDOMİM
Bayanlar ve Baylar,
Bu gece ünlü pandomim sanatçımızın özel gösterisini izlemek için burada toplandık. Kendisi bir süredir hepimizin bildiği o ıssız kıyı kasabasında iç dünyasına çekilmiş ve belki de onu tanımlayabilme yeteneğinden yoksun olan biz izleyicilerine olan küskünlüğünden ötürü her türlü sahne teklifini reddetmişti. Tiyatromuz bu gece sadece onun varlığını kuşatmak ve sanatını çerçevelemek gibi bir işlevi onurla üstlenmektedir.
Bayanlar Baylar ,
Lütfen birazdan sahnede cereyan edecek olan belleklerini mutlaka zorlayacak, belki de sizi iç dünyanızdaki o kör kuyulardan birine indirecek olan gösterimizi sarsılsanız ve ürkseniz de sessizce izleyiniz. Sanatçımız her türlü gerekli gereksiz tepkiyi ve dinginliği bozacak olan huzursuz kıpırdanışları derinden hissetme yeteneğine sahiptir.
Yaşı 55-60 arası görünen siyah smokinli ve beyaz eldivenli adam durdu ve bir süre öylece seyirciye baktı. Uzun bir sessizlik arası vermişti ve bunun izleyiciyi nasıl etkileyeceğini görmek istiyordu. Hiçbir şeyin bu arayı parçalayamayacağından iyice emin olduğunda ise saygıyla kenara çekilip siyah kadife perdeyi işaret etti .
Bayanlar ve Baylar,
Oyun başlıyor.
1. mektup
Canım sevgilim,
Bu sıcacık ve kuş cıvıltılı ilkbahar gününde evimizin terasında oturmuş seni düşünüyordum. Havanın ılıklığını fırsat bilip o çok sevdiğin siyah çiçekli şifon elbisemi giydim ve yanıma da hep hatırlattığın gibi C vitamini deposu bir bardak portakal suyu aldım. Salondaki eski pufu da çıkarıp ayaklarımı uzattım.İkimizin de çok sevdiği o tatlı Fransız şarkısı çalmaya başladığında aklıma sana mektup yazma fikri düştü. Hem de hediyen olan kalemle yazıyorum bir tanem. Şimdi acaba nerelerdesin ?...
En son mektubunu Paris’ten göndermiştin... Bir gün seninle o aşıklar kentinde elele sabahlara kadar dolaşacaktık değil mi ?...Ve kahkahanın en utanmazını patlatacaktık...Kristal kadehlere köpüren gülüşlerimizi doldurup aşkın şerefine içecektik...Ayrılığa üzülmemeye çalışsam da dayanması güç bir şey bu sevgilim...Düşünsene ayrılık acısı üzerine ne çok söz söylenmiş, şiir ve roman yazılmış...Doğudan batıya insanoğlunun aşamadığı en büyük engel değil mi ayrılık ?...Terk edenler ve ölümün çağrısına kapılıp gidenlerin ardısıra gözyaşı dökmüyor mu tüm evren ?...Gün gelecek insanoğlu uzayın derinliklerinde keşfedilmedik yıldız bırakmayacak, ülkeler büyüyüp büyüyüp küçülecek, sınırlar duvarlar bir yıkılıp bir yeniden inşa edilecek, ama sevgilim ayrılığa ne zaman çare bulunacak ?...Her gidenle kalbimizin bir parçası eksilmekte...Her gidenle erimekte ruhumuz biraz daha...İçimize bir kara nokta daha yerleşmekte...Bütünüyle kararmadan önce bizden geriye ne kalıyor hiç düşündün mü ?
Ama ben ne yapıyorum... Bu neşeli ilkbahar gününde sana hoş şeyler anlatacakken...Bilmiyorum bu mektubu gönderir miyim sana ?...Düşünmeliyim.
Yeniden 1. mektup:
Canım sevgilim kartlarını ve fotoğrafları aldım çok sevindim. Beni hiç merak etme havalar ısınmaya başladı ve günlerim harika geçiyor...Seni çok seviyorum aşkım..........................
Siyah kadife perdenin aralandığı yerden bembeyaz bir yüz uzandı ve huzursuzca etrafa bakındı. Bütün bedeni siyah bir taytın içine hapsedilmişti adeta...Renkli olan tek şey beyaz yüzü ve elleri idi. İnce kollarıyla perdenin ağır kıvrımlarına sarıldı ve öylece kalakaldı...Sonra aniden hiç ağırlığı olmayan bir top gibi yere düşüverdi...Anne karnındaki bir cenin gibi kıvrılıp kalakaldı perdelerin tam açılmamış kıvrımlı eteklerinde...Sessizlik iyice büyürken bembeyaz yüzde mutlu bir ifade belirdi...Gözler kapalı, dudaklarda tatlı bir bebek gülüşü...Hayatın vurucu ritmini henüz dokunmadığı teni sanki şeffaf ve masumdu...Acı ve yıkılışlarla lekelenmeden önce son mutlu anının tadını çıkarmak istiyordu sanki...
Siyah smokinli yaşlı adam üzerinde yoğunlaştı aniden ışık ve derinden gelen tuhaf bir sesle konuştu adam : LEKESİZ ŞEFFAFLIK
2. Mektup:
Son mektubundaki planlarını pijamalarımı giyip yatağıma uzandığım sakin bir anımda yeniden okudum. Sen sürekli plan yapabiliyorken ben nasıl böyle uçucu ve kaygan yaşayabiliyorum diye sordum kendime ...Aşk bütün vücudumu ve ruhumu içine almışken istediğin gibi düşünemiyor beynim sevgilim...Düşünmemeyi ve hissetmeyi tercih ediyor o yaramaz...Herakleitos gibi yaşar oldum belki de...Her şeyin durmamacasına aktığı bir devinim dünyasında senin kokunla sürükleniyorum...Ama evet düşünmek ve plan yapmak zorundayım biliyorum...Bana doktorayı bırak diyorsun...Belki haklısın ama Felsefe doktorası yapmayı çok eskiden beri isterdim ve şimdi böyle bir fırsat geçti elime...Ben birlikte yaşanmaya başladığımızda Paris veya Viyana’da, ya da nerede yaşayacaksak orada devam ederim diye düşünmüştüm, ama sen “sürekli gezeceğiz ve yanımda olman lazım” diyorsun...”Hem üniversitede hoca olmak gibi bir niyetin mi var ?” diye sorup eklemişsin; “Böyle hırsların olduğunu bilmezdim”. Hırs değil ki bu sevgilim... Sadece kendimi kendim gibi hissettiğim bir şeydi derslere girmek Aristo’yu, Platon’u, Heraklesitos’u okumak, okudukça önümde açılan dünyanın genişliğine şaşırmak bir çocuk saflığıyla...”Seni karamsar yapıyor” diyorsun...Peki haklısın belki de...
Biliyorum işle ya da.. kitaplarla değil seninle sadece seninle ilgileneyim istiyorsun...Ah aşkım kalbim bütünüyle seninken nasıl şüphe duyarsın sevgimden...Peki her şey istediğin gibi olsun...Atacağım o felsefe kitaplarını...Yemek kitabı mı alsam acaba ?...
Aniden kadife perde biraz daha aralandı ve gerilerden parlayan kesif beyaz bir ışık giderek yoğunlaşmaya başladı. Öyle ki göz kamaştıran bir ışık denizi oluştu adeta...Yerde kıvrılmış duran adam ritmik titremelerle sarsılmaya başladı...Huzursuz kıvranışlar, şiddetli titremeler ve kasılmalar içinde emekleyerek ışığa doğru yöneldi...Perde açılmaya başladı...Açıldı açıldı ve adam sıçrayarak ayağa kalktı kendi etrafında sarmal bir dönüş yaptıktan sonra hızla ışığa doğru koştu...Davulların ani vuruşlarıyla tuhaf ve kakafonik bir müzik sahneyi kapladı...Değişik renk ışıklarla oluşturulan haleler içinde adamın gövdesini renkli ipler sarıyordu...Davullar iyice hızlandı ve ön sıralarda oturan izleyiciler ellerini kulaklarına götürdüler...Smokinli adam ağır ağır sahnenin önüne geldi ve elinde ki kocaman harflerle yazılmış kağıdı izleyicilere doğru tuttu : DOĞUM KAKAFONİSİ.
3. Mektup
Sevgilim dün geçen mektubunda yazdığın gibi annenlere gittim. Boğazın gri mavi sularını seyreden o eski ama hala görkemli olan yalıda uzun uzun sohbet ettik. Senin bebeklik resimlerini de içeren aile albümlerinizi gösterdi bana.Pembe yanaklı tombul bir bebekmişsin sen hayatım.Bembeyaz tulumların içinde ne de çekicisin.Sarı saçlarını şık bir şekilde toplamış, eminim ki çok büyüleyici olan çini mavisi gözlerini de hafifçe boyamış olan annen Yıldız Parkı’nın gölgeleri arasında belli ki bir yaz gününde seni kollarında tutmuş ve objektife gülümsemiş, üzerinde uçuş uçuş şifon bir elbise...Şifon elbiseleri neden sevdiğini anladım şimd.Bir başka resimde ise annen ağabeyin baban ve sen görülüyorsunuz....Hepiniz spor giysilerle bir duvara oturmuşsunuz, arka planda boğazın gümüş pırıltısı, sen 5 yaşında, ağabeyin ise 10...
Annen gerçek bir İstanbul hanımefendisi ve bir paşa torunu olduğu her halinden belli. Bana gümüş zarflı fincanlarda kahve ve yanında çok sevdiğin nane liköründen ikram etti. Laf arasında evlenmemizden memnuniyet duyacağına dair bir şeyler söyledi, heyecanlandım. sanırım yüzüm kızardı hafifçe... Beni sana layık gördüğü için gururlandım aşkım.
Dışarı çıktığımda biraz yürümek istedim ama tuhaf bir şey oldu. Gözlüklü, esmer bir adam yürüyüş hızıma ayak uydurarak beni takip etmeye başladı...Belki yanılıyorumdur diye düşünürken aniden adımı fısıldadı gibi geldi bana...Çok korktum ve boş geçen bir taksiyi çevirip atladım. Sanırım rüzgarın sesi yanılttı beni... O yabancı adam nereden bilecek adımı ?.
3.Mektuba ek .
Eve döndükten sonra çiçekçiyi aradım ve annene güzel bir buket gönderdim. Umarım beğenir.
4. Mektup:
Garip bir rüya gördüm ve ter içinde uyandı.Annene giderken beni korkutan gözlüklü adam sürekli adımı söyleyip bağırıyordu.Karanlık koridorları olan tuhaf bir evdeydik, .boz renkli perdeler yarı inik, sütlü kahve koltuklar delik deşik ve iyice tozlanmış gibiydi.O nefret ettiğim vitrinlerden biri duruyordu salonda ve içi iğrenç cam bardaklarla doldurulmuştu... Koltuklara ve diğer eşyalara çarparak kaçmaya başladım ...Hiç bitmeyen koridorda sürekli koşuyordum nefes nefese...Sanki beni yakalarsa çok kötü ve geri dönülemez şeyler olacaktı...Tam kolumu yakalamıştı ki sıçrayarak uyandım.Yanımda olsaydın bana sarılıp sakinleştirirdin.Sensizlik bazen çok koyuyor. Bütün geceyi terasa bakan koltukta büzülerek geçirdim.
Bu mektubu göndererek seni üzmek istemiyorum sevgilim...Göndermeyeceğim.
Yeniden 4. Mektup:
Bir tanem seni öyle özledim ki burnumda tütüyorsun, ama biliyorum kavuşacağımız günler yakın. Senin de dediğin gibi hiç ayrılmayacak ve bıkana kadar birbirimizin kollarında eriyeceğiz...Başımı boynuna gömüp kokunu içeceğim her gece...Gözlerinin mavisinde kaybolacağım sevgilim.Sensiz ben bir hiçim inan.Yarın üniversiteye gidip Profesörümle görüşecek ve doktorayı bırakacağımı söyleyeceğim...Senin de istediğin gibi sadece resimle uğraşacağım ve senin güzel, çekici eşin olacağım. Kurs hocam resme yeteneğim olduğunu söylemişti biliyorsun. Paris’de bana bir resim kursu ayarlayabilir misin ?.
Sahnenin koyu siyahlığı tatlı yansımalı ışıklarla aydınlanmaya başladığında bedenine dolanmış renkli iplikçiklerin farkında değilmiş gibi yumuşak çocuk adımlarıyla koşarak geldi ve arkalıksız iskemleye ilişiverdi. Yüzündeki kesif beyazlık sanki hafiflemiş gibiydi...Dudakları elma kırmızısına boyanmış, dolgun ve muzip bir görüntü almıştı. Ellerini havaya kaldırıp parmaklarını tek tek incelemeye başladı...Gözlerinde beliren hayret ifadesiyle ellerinden sonra kollarını ve gövdesini elleyerek yokladı...Sonra yüzünü avuçları arasına aldı her uzvuna parmak ucuyla dokundu...Adeta kendi bedenini keşfe çıkan meraklı bir gezgin gibi huzursuz ve heyecanlı görünüyordu...Yüzünden bin bir ruh hali yansımaktaydı...Yine de tuhaf bir saflığı vardı bakışlarının...Elleri göğsüne gelince aniden durdu... Sanki orada yaşayan soluk alan bir canlının varlığını hissetmişcesine tekrar tekrar yokladı göğsünü ve arandı...Elleri tıp tıp kalp atışlarının ritmini yakalamıştı sanki...Daha aşağılara bacaklarının birleştiği yere gelince arkadan gelen davulların homurtusu üzerine yanmışcasına geri çekti elini ve ayağa zıpladı görünmez bir uçurtmayı uçurmak için koşturmaya başladı...Uzaktan belli belirsiz homurtular duyuluyordu.
Aniden duruverdi... Görünmeyen eller kollarından bacaklarından yakalamış çekiyorlardı sanki...Bedeni baskı altına alınmış bir yay gibi gerilivermişti...Direndikçe baskı arttı...Bu amansız çabadan yorgun düşerek zembereği boşalmışcasına bırakıverdi kendini yere...Omuzları düşük, gövdesi gevşekti şimdi...Başı önüne düşmüş öylece oturuyordu...Garip bir sessizlik sarmıştı sahneyi ve aniden kırmızı bir ışık düştü yere ve kırmızı deri kaplı hantal ve smokinli adam tavandan sarkıtılan bir iple bağlanmış olan kırmızı eski ve hantal bir koltukla ağır ağır sahneye inmeye başladı...Koltuk yere değdiğinde ise ayağa kalkmadan sayıklar gibi derin ve melodisiz bir sesle mırıldandı : İPLERİN ZAFERİ...Aynı şekilde ağır ağır koltukla havaya doğru yükselerek kayboldu.
5. Mektup
Dün geceden beri garip bir kayboluşun etkisi altındayım...Nasıl oldu bilmiyorum ama kendi içimde kendimi yitirdim gibi geldi bana...Bir yanda hep bildiğim tanıdığım ben öylece kayıtsız ve mutlu dolanıp duruyor... Aşık bir kadının sevecen pırıltısı vurmuş yüzüne...Diğer tarafta ise içinde kocaman bir ejderhayı taşıyan ve ne zaman doğuracağını bilmeyen bir başka kadın...Doğurmazsa içinde kalan o kavurucu ateşle birlikte yok olup gidecek... Doğurursa etrafında bildik tanıdık her şey kül olacak...Bütün kararsızların beklediği gri ve soğuk bir koridorda öylece dolaşıyor...
Sevgilim kafan mı karıştı ?...Belki de her şeyi en baştan anlatmalıyım.
Dün gece bizim okuldan arkadaşlarla dönem sonunu kutlamak için yeni açılan o bara gittik...Metal ve cam aksesuarlar, her tarafı dolanan soyut kesimli aynalarla bir uzay gemisi izlenimi verilmişti...Senin pek sevmediğin tarzda underground ve techno müzik çalıyordu...Az sayıda masalar dolduğu için hepimiz bar kenarındaki taburelere iliştik...Birbirimize eğilerek ve bağıra çağıra sohbet etmeye çabalıyorduk...Grubun tek şarap içeni ise bendim tahmin ettiğin gibi sevgilim...3. kadehten sonra başım hafif dönmeye başlamıştı ki siyahlar içinde uzun boylu bir kadın oturduğu masadan kalkarak bize doğru yürümeye başladı...Bana göre çok marjinal sana göre ise bütünüyle fiyasko bir giyimi vardı...deri bir pantolon, siyah askılı bir bluz ve omzunda bir ejderha dövmesi...bizim genç asistanla sarılıp öpüştüler ve hoca ile de kucaklaştılar...Herhalde bizimkilerin iyi tanıdığı birisi diye düşünürken tanıştırıldım...Meğer felsefi açılımları olan çarpıcı filmleriyle isim yapmış yeni kuşak yönetmenlerden biriymiş...Yeni filminde yaşamı ve aşkı anlatacağını söylüyordu...Hepimizin ilgisini çekti bu ve sohbeti derinleştirmek için bardan çıkıp yakınlardaki bir cafeye geçtik...Aşklarımızda kendi yaşamımızın minik özetlerini çıkardığımızı söylüyordu...Ve bütün hayatımızın bir rol dağılımından ibaret olduğunu anlattı...onu sessizlik içinde dinliyordum ama öyle bir şey söyledi ki...İrkildim. “ Hayat dediğimiz yanılsama yaptığımız seçimlerin kabullenemediğimiz ışımalarından kaçma çabasından ibarettir...Biz seçtik...Biz yaşadık ve biz inkar ettik...Aşkta ki uçuculuğu inkar ettik... Aşktaki yorumsuzluğu inkar ettik...Sonunda aşkı inkar ettik”. Sizin aşk diye yaşadıklarınız ten oyunu başka bir şey değil”. Keskin bakışları bakışlarımı yakaladığında ise gülümsedi ve “Görünmeyen iplerin var farkında mısın” dedi...Çok içtim o gece sevgilim çok...Bilmiyorum artık hiçbir şeyi...Başım ağrıyor, midem kötü...
Not: Cafenin camında gözlüklü adamın yansımasını gördüm...Eliyle işaret ederek beni gösteriyordu...Bileğime dolanmış orlon parçacıklarını koparıp attım ve dışarı fırlayıp yağmur ıslağı sokaklarda koşmaya başladım...
5.mektup asla gönderilmedi.
6. Mektup:
Sevgilim bu sabah birdenbire anneni, yani annemizi demem daha doğru olur sanırım (tatlı bir gülümseme daha ) ziyaret etmek isteği belirdi içimde...Onun beğeneceğini umduğum klasik ama çok şık siyah bir elbise giyip yola çıktım. Ancak tuhaf bir şekilde evi bulamadım...Bana güleceksin ama geçen sefer gittiğimi sandığım yalı başka birinin çıktı...Öyle şaşırdım ki kapıdaki kadıncağız beni içeri davet edip soğuk bir şeyler ikram etti ve tam adresi sordu... Belirli bir adres veremedim, sadece bu sırada olduğunu söyleyebildim... Çok iyi bir insandı sevgilim benimle birlikte aramaya çıktı... Ama senin şaşkın sevgilin evi bulamadı...Telefonu da meşguldü annemizin...Sanırım sokakları karıştırdım. Kan ter içinde eve geri döndüm. Felsefeyi kesinlikle bırakacağım, baksana ne unutkan yapıyor beni... Bunu sakın annemize söyleme çok utanırım sonra.
Nihayet gelebildiniz doktor... Korkudan ölecektim. Gözlüklü ve gri takım elbiseli genç adam alnında biriken terleri kağıt mendille iyice sildikten sonra kapıdan giren smokinli adama doğu hızla yürüdü.
- Ancak yetişebildim. Kıyafetimden de anladığınız gibi bir davetteydim. Mesajınızı alınca hemen yola çıktım ancak, İstanbul trafiği bilirsiniz.
Son derece şık bir smokin giymiş olan doktor 50-55 yaşlarındaydı ve oldukça karizmatik biri olarak bilinirdi.
- Çok özür dilerim doktor !. Sizi rahatsız ettim, ancak emin olunuz ki çok önemli bir mesele.
- Sakin olun ve anlatın.
- Sizinle son randevudan sonra eve ürkek ve telaşlı bir şekilde geldi. Her halinde bir tuhaflık vardı. Bana sanki yabancıymışım gibi bakıyordu.
- İlginç doğrusu karınız ile son buluşmamız hiç de fena geçmemişti oysa...Bana bebeklik resimlerini göstermişti ve annesinden bahsetmiştik.
- Bilemiyorum doktor evde sizin önerinizle onun için hazırladığımız o özel odaya kapandı ve saatlerce dışarı çıkmadı.
- Sonra ?
- Sonra bu mektupları buldum. Bir sürü saçmalık...
Doktor masasına oturdu ve ince ipek kağıtlarına yazılmış mektupları okudu tek tek...
- Şaşırtıcı gerçekten... Karınız bir aşk senaryosu yazmış adeta ve size burada kötü adam rolünü vermiş. Yine de yazım yeteneğini takdir etmeliyim.
- Bakın karım üniversitede 2 yıl felsefe okumuştu biliyorsunuz...Hayatında hep felsefe doktoru olmak istemiş ancak babasının ani ölümü üzerine okulu bırakıp çalışmak zorunda kalmış. Sonra benimle tanıştı ve evlendik işte.
- Evet anlıyorum. Ancak kafamı kurcalayan şey bu mektupların kime yazıldığı ?
- Bakın doktor sadece bir tanesi zarflanmış ve üzerinde bir isim var.
- Ooooo !...Ben bu ismi tanıyorum... Hiç hoşuma gitmedi bu dostum.
- Nedir doktor söyleyin bana !...Çıldıracağım. Karım aldatıyor mu yoksa beni ?
- Bunu da nereden çıkardınız kuzum!...Bakın bu isim 2 yıl önce intihar eden çok ünlü bir pandomim sanatçısına aittir.
- Ne diyorsunuz ?
- Evet maalesef !...Esef verici bir durum...Sanırım karınız gerçekten kritik bir durumda.
7. ve son mektup...oldukça tahrip durumda bazı yerleri okunmuyor.
Sevgilim...Sevgilim...Sevgilim diye haykırıyorum sana..........................Kimsin diye çığlıklar atıyorum.............................Sana kaç zamandır ulaşamıyorum. Telefonum kesik ve cep telefonun da kapalı...Neredesin ?........................................................Geliyorlar !.....Hayır belki...............Atların sesini duyuyorum...Binlercesi koşuyor....Koşuyor............. Koşuyor..........Sessiz miyim ?
Çok uzaklardan gelen hüzünlü bir müziğine eşliğinde parmaklarının ucuna basarak yürüyor adam...Sahne ışıksız ve kasvetli...Yüzü artık grimsi bir renge boyalı ve dudakları bir çizgi gibi küçülmüş. Omuzları düşmüş...aniden ışık sahnenin kenarında kendi kendine sallanan tahta bir atın üzerinde yoğunlaşıyor. Adam kuş hafifliğinde koşarak ata yaklaşıp sarılıyor ona...Ve sonra onu yere bırakıp yanına çömeliyor ve onun ritmini yakalayıp sallanmaya başlıyor. Saniyeler belki dakikalar boyu sallanıyorlar ikisi...Sonra kollarını tutan iplerin germesiyle ayağa kalkıyor...Bütün bedenini saran kukla iplerinin yönetiminde öylece sağa sola yalpalanıyor...Üzerindeki ışık hafiflemeye başladığında ise sn bir gayretle iplerini tutup çekmeye ve koparmaya çalışıyor. Ölümcül bir savaş sanki... Görünmeyen iplerin ahtapot gibi sardığı bedeni yere yuvarlanıp sarsılmaya ve titremeye başlıyor...Yerde sürükleniyor... Giysileri parçalanıyor ve kırmızı siyah ışık demetleri arasında gidip geliyor bedeni...Sonunda müzik susuyor ve sessizlik sarıyor tüm salonu...Adam biçimsiz bir yığın halinde yerde...
Perde yavaş yavaş kapanırken smokinli adam gelip önünde duruyor...Işık artık bütünüyle onun üzerinde...
“ SESSİZLİK” diyor hafif bir sesle...”YOKOLUŞ SESSİZLİĞİ ..”
Sonra bir süre başı önünde öylece duruyor...
- Sayın izleyiciler...Keşke bazen yaşamlarımızda sadece izleyici olabilsek... Ama bu da doğanın yasakladıkları arasında ne yazık ki... Düşünürsek eğer doğanın yasaklarından daha çoktur insanın yasakları...Bu gece burada belki değişik olabilirdi fakat siz de kaybettiniz... Ses çıkarmanız tarafımızdan yasaklandığından , yani oyunun başından beri buna uydunuz, soluk bile alamadınız değil mi ?...Oysa sevgili izleyicilerimiz...Bu da bir yanılsamaydı...Asıl yapmanız gereken sorgulayabilmekti... sorabilmekti “Neden” diye... Yazık ki bu bitişi seçtiniz...
Yazık ki atların özgürce koşturdukları o yemyeşil çayırları size anlatamayacak sanatçımız...Yaz gününün mavi sıcak neşesini de...
Oyun böyle bitsin istediniz.
Böyle bitti...
İyi geceler...
cylnlts
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.