- 1716 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Yalancı Ali/1
(Çocuk Hikayeleri)
…Çatak Köyü’nün iki derslikli bir okulu vardı. Duvarları taştan, örtüsü de saptandı. Yüzü batıdaki dağlara, arkası da doğudaki istihkâmlara sırtına bakardı. Sol yanında derin bir yol, sağ yanında da uzun bir tarla vardı. Tarlanın başında kör bir kuyu, kuyu başında uzun bir servi, servinin yanında da tek bir oda vardı. Öğretmen eviydi bu odanın adı...
Okulda elli kadar öğrenci ve iki de öğretmen vardı. Birleri, ikileri ve üçleri birisi, dörtleri ve beşleri de diğeri okutmaktaydı. Evli ve çocuklu olan bu tek odaiı evde kalırdı da bekâr olana yer yok; o, sınıfın bir köşesinde yatar kalkardı ve öyle yaşardı.
Hikâyenin yaşandığı zaman işte o zamandı. Yani yıl bin dokuz yüz elli altı…
Okul, köyün batı yamacındaydı. Önü, kazma ve küreklerle köylülerce düzlenmişti ki çocuklar burada koşup oynarlardı. Aşağısında iki kademeli taş duvarlar vardı. İki duvar arasında da dar ve uzun bir bahçesi vardı. Yine, köye içine gidilen yola inen taş merdivenler vardı ki, bu merdivenler bahçeyi orta yerinden ikiye ayırmaktaydı. İkiye bölünmüş bahçede ayva, muşmula, elma ve erik ağaçları vardı. Ağaçları tarım bilgisi derslerinde öğrenciler dikmiş, kazmış, sulamış yetiştirmiş; meyvelerini de onlar tüketmekteydi…
*
…Tosbağa kayası, yola inen yamaçtaki taş merdivenlerin hemen sağındaki erik ağacının altındaydı. Yalancı Ali, tilki Dilaver, herodot Selim, Osman Osmanov, demir yumruk Veliko, kedi Şaban, aniyata, ergele budala kazkafa Naci, bozca, sivri kaya Recep, kepçe… Adı ve lakabı her ne ise bir sürü çocuk da ilkyaz güneşinin ısıtıp kızdırdığı bu kayanın üstündeydi.
Erkekler tosbağa kayasının üzerine çöreklenmişler, hayı huy içinde ve derin muhabbette; kızlarsa okul önündeki düzlükte; gırgır, şamata, neşe içinde; bez topları ellerinde, kırık kiremitleri üst üste dizmişler; kim yıkacak, kim kaçacak, kim toplayacak gibi bir oyunun peşindeydi...
*
… Ali, bir gün eşeği Köroğlu’nu semerlemiş. Eşeğin babasını teke süsmüşte eskiden, bir gözü körmüş de, sümsük eşeğin adı da o yüzden Köroğlu’ymuş Ali’nin dediğine göre. Semeri eşeğin sırtına yüklemiş, kıl keçeden heybeyi semerin üstüne, zeytin, peynir, ekmek gibi nevaleyi heybenin gözlerine, bir de kendi onların üstüne binip kışla yoluna düşmüş. Adına Ala Şeytan dediği alacalı uyuz köpeği de onların peşinde, yürüyüp gitmişler. Çobana ve çoban köpeklerine yiyecek götürecekler ve vazife bitince dönüp gene geri gelecekler sözde… Ama o da ne, Ali’nin dediğine göre; bu gidiş başka bir gidişmiş ve başka günkü gidişlere hiç benzemezmiş. Çünkü Ala, tuhaf hisler içindeymiş ve çok tuhaf hareketler etmekteymiş. Dur desen durmaz, git desen gitmez, ür desen ürmez, sus desen susmaz, ne yaptığı anlaşılmaz, bilinmez… Ala’ya bir şeyler olmaya başlamış ki, tuhaf; durduğu yerde duramaz! Tüyleri kirpi gibi diken diken, peynir gözleri çok sinirli kan içinde, dişleri sivri kama, sanki domuzların azısı gibi, kulakları havada dikili yabani kurt gibi; yalancıya bakarmış arada sırada ve bir şeyler anlatmaya çalışırmış ona, tedirgin, endişeli…
Etrafta on üç tane çocuk var, tosbağa kayasının üstünde; sanki onlar bu köyden değil, yabancı, sanki onlar, onun uyuz köpeğini hiç görmemiş, bilmiyorlar; o, anlatıyor, ötekiler de dinliyor; anlatsın dursun bakalım, sanki ne olacak ki…
“Atma yalancı atma! Arkandaki çürük Hasan değil, koca dağ Mahya…”
“Bi yudumcuk yalanım varsa te bu iki gözüm şuracıkta önüme aksın…”
Bir de işte, o azı gibi dişlerini kan kırmızısı dudaklarından dışarı çıkarmış, uzun kürek dilini yere doğru sarkıtıp parlatmış, bakışlarında da şimşek çakmaları varmış. Çok sinirliymiş ki Ala, tüyleri o yüzden kirpi tüyü gibi dimdikmiş.
Sonra, işte o muhteşem Ala, her şeyiyle söyleyeceğini söylemiş ya, yalancı, Ala Şeytanın ne dediğini pekte anlamamış, bilememiş. Sonra bakmış ki çaresiz Ala; sahip Ali pek umursamaz; kahraman Ala’ya da bir dakka bile durmak yakışmaz, sıkmış geriyi ve o hızla kışla yolunun dik yokuşuna tırmanmış.
Ne tırmanması; ne atlaması, sıçraması; ne uzayıp tazı gibi koşması; uçmuş uçmuş! Kuş olmuş uçmuş. Ne kuşu; kahraman Ala’ya kuş yakıştırması olur mu; o, kartal olup uçmuş. Kartal da bir kuş ama olsun; o, serçe filan değil ki, ünlü mü ünlü bir kuş!
Ala Şeytan, o hızla tek solukta kışlaya bir gitmiş, bir gelmiş. Gelmiş ki, Ali, Köroğlu’nun üstünde, Köroğlu da sefil mi sefil kulakları yerde; gelmiş onların önüne kazık sıçanı gibi dikilmiş. Köpekçe bir şeyler söylemekteymiş ama Ali, anlamaz, itin anlatmak istediği acaba neymiş?
Sonra gene uçup gitmiş Ala. Sonra, soluk alıp verene kadar gene geri gelmiş. Bu şekilde tamı tamına yedi kere kışlaya gidip gelmiş. Öyle ki, kale gibi dik ve yüksek şeytan kayalıklarını ve dibi direği olmayan çok derin gürgen dereyi tam yedi kere gidip gelmiş ve Ali’nin önüne dikilmiş ki, o da ne; Ala’nın dili bir karış sarkmamış, ne bir zerrecik olsun yorulmuş muş, ne de sık sık soluyup boğulmuş muş. Yorgunluğun esamisi bile yokmuş. Ve ağzından tek damla salya akmaz! “Vaaay!” demiş Ali, köpeğin bu dayanıklılığına. Şaşırmış, hayret etmiş. “Bu Ala, gitti ötelere erdi, geldi başıma evliya kesildi,” demiş. Başka olası yok, bu Ala erdi. Evliyanın ta kendisi... Şeytan kayalıklarını, gürgen dereyi tam yedi kere aşıp geldi de gık bile demedi. Ulan bu ne güç, bu ne kuvvet; ona bir haller oldu ama ne; Ali, tedirgin olmuş, biraz da korkmuş tabii.
Ala, kışlaya yedi kere gidip gene geri gelmiş ya, sekizinciyi denememiş. Ali’ye diklenmiş de diklenmiş. Eşek Köroğlu bile bu vaziyette titremiş, ürpermiş, Ali de korkudan altına işemiş. İşte aynen öyleymiş. Bu ermiş ulu köpek, şimdi, ya hop edip eşeğin üstüne atlarsa! Ya onu kaptığı gibi kaçırırsa! Kanat çırpıp masal kuşu gibi, onu göklere doğru uçurursa! Bulutların çok ötesine, evrenin sonsuz derinliklerindeki görünmez, bilinmezler ülkesine götürürse! Evliya bir kere o! Hem de ermiş… Erenler ülkesine yedi kez gidip gelmiş! Hem uçar, hem de… Kanatları tüyden değil ki, belki de demirden. Ya da çelikten; ellerli ve ayakları kerpeten… Ali, kaç kiloluk çocuk şunun şurasında! Eti ne, iliği ne onun; o, zayıf mı zayıf; topu topu bir deri, üç de kemikten…
“Ne masalmış be yalancı!”
“Ne yani, götüremez mi?”
“Yoksa akşam yediğin fasile gaz yaptı da anlatıp savurduğun, uykunda gördüğün bir rüya mı?”
“Ne yani, yalan mı? Evliya gücü oğlum; sen hayatında ermiş gördün mü hiç? Ben gördüm. Kendi gözlerimle. Oğlum, bi kere sen dünyadan bihabersin. İsterse bi ermiş; senin o üstüne çıkamadığın kayalıklar var ya, onları kucağına alır bana mısın demez ve hoppadak gürgen derenin içine bırakır ve beş dakkada oraya bi baraj yapar. Senin bundan haberin var mı? Ermiş kuvveti oğlum! Hem şeytan kulağına kurşun de de sakın duymasın! Alimallah bi çarparsa cin çarpmışa çevirir adamı! Ama korkma korkma; evliyalar insana yardım eder, çarpmazlar. Çarpsa bile insanları çarpan kötü cinleri çarpar onlar. Evliyalar insan çarpmaz…”
“Ulan yalancı, Savi dede bin bir tane masal bilir ama sorsam bu masalı o bile bilmez, duymamıştır!”
“Ne masalı be, ne masalı! Te şu gözlerimle gördüm diyom, ne masalı! Sor istersen, Kör oğlu bile şahitlik eder. Sor istersen… İstersen ona sor. Yalansa da gözlerim önüme aksın! Ekmek mushaf çarpsın. Anam bubam ölsün ulan! Dilim, şindi daa şuracıkta tutulsun da konuşamaz olsun! Yalansa da… Bak size anlatayım…”
“Anlatma anlatma! Üüüff… Yeter bu kadar palavra!”
“Anlatayım lan, ne olacak! Bilmiyorsanız öğrenin işte! Bi gün sizin de başınıza gelirse böyle bişey, o zaman çaresiz kalmayın.”
“Bırak be Selim, anlatsın işte! N’olacak ki! Daa akşama bi gün var. Örtmen gitti zaten, artık gelmez. Zaman nası geçecek?”
“Anlatsın mı?”
“Anlatsın işte… Yapacak işimiz mi var başka? Baksana, kızlar yedi kiremit oynuyo. Bizi sokmadılar oyuna. Topumuz olsaydı biz de futbol maçı oynardık ama…”
“Bi gün gelmiş bütün ülke işgal edilmiş. Kanı bozuk padişah da ikinin keyfindeymiş…”
“Hoşt hoşt! Masal bitti şindi de tarih dersi! Ulan koca padişaha öyle nası dersin? Hem kızlar duyacak lan küfürlü konuşma! Hemen gidip yapıştıracaklar örtmene! Sonra cetvel kırılacak ellerimizde…”
“Tamam… Yani, ülke zayıf durumdaymış. Yani, padişahımız zor durumdaymış. Ne yapsın, elinden ne gelir? Anlı şanlı padişah ya, ne olursa olsun sonunda o da kanlı canlı bir insan; evliya değil ya! Küçük büyük düşmanlar birleşmişler, sonra birlikten kuvvet doğar deyip güçlenmişler ve topla tüfekle üstümüze gelmişler. Önce Çanakkale’ye gelmişler. Anadolu’nun bazı yerlerine gelmişler… Fransızlar, İtalyanlar, İngilizler… Yalan mı Herodot; sen daa iyi bilirsin! İşgal etmişler. Yalan mı? Çanakkale’den Gelibolu’ya çıkmışlar. Zelandalılar, Avustralyalılar… Hindistanlılar bile… Hem de Araplar da mı ne? O kadarını bilmem; her neyse ne! Ama birleşip de gelmemişler mi; yalan mı yani? Dört koldan saldırıp bizi sarmışlar, kuşatmışlar mı? İşte o zaman kurtuluş savaşı başlamış. Buyursunlar gelsinler mi? Bizi kesip, çiğ çiğ yisinler mi? Ya ölüm ya kalım demiş miyiz, dememiş miyiz? Demişiz. Hadi, yalan deyin bakalım... Yalan tek kelime konuşanın ağzı kurusun, dili tutulsun; bi daa hiç konuşamasın! Anası bubası ölsün…”
“İyi, tamam tamam! Sana yalancı deyen mi var?”
“Yalancı diil, yalancının padişahı…”
“Sensin ulan yalancı! Osman seni istiyo deye Ayşe Nur’a kim yalan attı? Adamı konuşturma! Yalan torbası!”
“Sor, Osman te burda; sor bakalım kendisine, Ayşe Nur meselesi yalan mı?”
“Osmanov, doğru mu lan?”
“Beni karıştırmayın!”
“Karıştıran be miyim oğlum; Naci…”
“Ulan kör Naci, bi yumruk çekersem gözlüklerin kırılır bak?”
“İktir ulan cansız bacaksız! Çöp gibi parmakların var hepsi yumruk olsa ne yazar?”
“Demir yumruk Veliko var… O çeker…”
“Ona sövdüm mü ki? Ne dedim? Bak, Ayşe Nur orda! Gidip soralım, yalan mı doğru mu deye. O anlatsın. Bak, gözü hep sende zaten…”
“Neyse, Gelibolu’da amansız bir savaş başlamış. Düşman çok, biz az. Az askerin başında komutan olarak kim varmış bilin bakalım? Komutanı kahramanmış ama askerlerde üst baş yok, silah, cephane yok, ekmek, katık yok… Ama çok güçlü düşmanlar bi türlü Çanakkale’yi geçememiş. Neden? Bi türlü Türk askerini yenememiş. Neden?”
“Neden?”
“Neden olacak; çünkü o zaman zayıf ve güçsüz olan bize evliyalar yardım etmiş. Yani, o zaman haksızlığa kim uğramış? Yani, o zaman Allah Allah deye kim bağırmış? Yani, evliyalar öyledir işte; zor durumdaki iyilere yardım eder onlar…”
“Herodot, bu yalancı var ya, tarih dersinde seni yenecek”
“Yalan mı?”
“Din dersinde de kaypak hocayı yenecek”
“Yalan mı?”
“Uyuz itinden sonra başımıza evliya kesilecek”
“Yalan mı?”
“Nenen sana çok masal anlatmış…”
“Ulan ne nenesi! Bu savaşları biz kitaptan okumadık mı? Örtmen anlatmadı mı? Düşman şaşırmamış mı? Gelibolu’da… İnebolu’da… Yalan deyen çıksın! Başka türlüsünü aklınız alır mı sizin? Oğlum, bu iş erenlerin, evliyaların işi! Başka nası olacak? Biz az, onlar çok. Biz kazma kürekli, onlar toplu tüfekli. Biz taşlı sopalı, onlar kurşunlu saçmalı. Başka nasıl olacak?”
“Oğlum, biz azmışız ama kahramanmışız. Cesur… Onlar çok ama korkak…”
“Neden korkak olsun, onlar da bizim gibi insan diil mi?”
“Ulan salak yalancı, sen sadece yalancı diil bi de salaksın!”
“Sensin salak! Salak Sali kimin dayısı?”
“Ulan bi kere Gelibolu bizim yurdumuz. İnebolu neresi, Safranbolu neresi? Onlar kalkmışlar ta nerelerden gelmişler. Kendi yurtlarından uzak oldukları için tabii korkacaklar!”
“Ben bilmem. Hani Türk askerinde silah yoktu ya! Hani mermi kurşun yoktu ya! Sözde gâvur askerlerine öyle demişti komutanları ya! Yalaan. Öyleydi de mevzileri içindeki çukurlara neden sıkışıp kalmışlar? Kurşunlar mermiler havalarda uçuşuyo, başını kaldıranın beynini oyuyormuş. Yağmur gibi… Kurşun, mermi çokmuş ama görünürde asker filan yokmuş. Haçlı askerleri şaşırmamışlar mı; ulan bu kurşunları kim sıkıyo deye? Tabii ki evliyalar sıkıyo… Anlamışlar. Düşmüşler mi can derdine… Ulan, burda, elin ülkesinde bizim işimiz ne! Silahını atan, kepini kapan sıkmış karayı. Kaçar mısın, kaçmaz mısın, ölür müsün, yaşar mısın? Ulan erenlerle, bi de evliyalarla savaşılır mı?”
“Bunları tarih kitabı mı yazıyo?”
“Hayır…”
“Örtmen mi anlattı?”
“Hayır…”
“Rüyanda mı gördün?”
“Hayır… Oğlum, ister inan ister inanma! Bana ne! Zorla inandıracak halim yok ya! Gözümle gördüm, kulağımla işittim diyom. Şahit oldum bi kere. İsterseniz Horali’ye sorun”
“Horali de kim be!”
“Bizim eşek…”
“Onun adı Kör Ali değil miydi?”
“Ne kör Alisi be; Köroğlu…”
“Eeee… Horali kim?”
“Bizim eşek dedik ya ulan!”
“Oğlum sizde kaç tane eşek var?”
“Bi tane…”
“Eee… Adı ne?”
“Oğlum adamı şaşırtırsınız böyle! Bizim ki Köroğlu. Horali, kör çobanın adı.”
“Kör çoban da kim?”
“Ananın… Oğlum, kafamı karıştırma! Ben gözümle gördüğümü, elimle tuttuğumu, kulağımla işittiğimi bilirim…”
“Gelibolu’da mıydın Çanakkale savaşında? Gözünle mi gördün?”
“Ananın… Birisi anlattı, işittim. Ben köpeği anlatıyom, bana ne savaştan! Gözümle gördüm, şahit oldum. İsterseniz sorun Horali’ye… İnanmazsanız bizim Koreliye… Yani eşeğe… Ben üstündeydim. Korkudan yere bile inemedim. Ulan bizim bu Ala erdi dedim tek; başka bişey deyemedim. Ekmek kuran çarpsın! Dedim, Horali! Horali’ye… Benim eşek; yani Köroğlu… O da korktu. Çünkü Ala’nın gözleri çakmak çakmak… Çünkü tüyleri diken diken… Çünkü köpek deiil bir ejderha gibi! Ulan Ala, bu ne hal? Korkudan ona Ala diyom da şeytan lafını edemiyom. Bakışları korkunç. Ulan yedi kere kışlaya gitti geldi de bana mısın demedi! Sekizinciye de gitmedi öldür allah, geçti karşıma diklendi. Ulan sana ne oldu? Aklıma geldi; sakın kudurmuş olmasın dedim kendi kendime! Tövbe tövbe; şeytan kulağına kurşun; kör şeytan sakın duymasın! Korktum. Ama baktım ki ağzında salya yok ya, o zaman rahatladım. Ama korkunçluğunun anlamı ne; her ne ise, gene de Horali’nin üstünden yere atlayamadım…”
“Oğlum, eşeğin üstünde misin sen, yoksa çobanın mı; bi karar versen!”
“Ananın… Ağzında salya yok… Dili de sarkmamış... Sakın kudurmuş olmasın! Can evim sıkışmış, yüreğim ağzımda; ulan benim Ala, bana ha! Kim sorarsa en yakın dostum o ama üzerime ha atladı ha atlayacak! Ama atlamadı. Atlar mı? Çünkü o, kudurmadı ki, sadece erdi. Erenler menziline erişti. Hiç, eren biri köpek bile olsa insan birinin üstüne atlar mı? Atlamaz… Sonra ne oldu ne olmadı çekti gitti anasını satayım! Gidiş o gidiş… Bi de baktım ki, benim Ala yok! Gitmiş. Yoklara karışmış. Haydi, Horali dedim Köroğlu’na. Şaşırdım lan! Anam bubam ölsün ki şaşırdım. İnsan kendi eşeğinin adını şaşırır mı? Şaşırdım. Evliya köpeğe bile it dedim şaşkınlıktan.”
“Lan köpekten evliya olmaz salak yalancı!”
“Sen öyle san… Haydi, uzun kulak dedim. Var ya dedim ona, bizim dilsiz çobanın kulakları seninkilerden bile uzun oldu dedim açlıktan. Düş yola gidelim. Ala da gitti. Artık onun adı sadece Ala... Şeytan mı; tövbe bi daa demem. Fakire küçüklüğünden beri şeytan dedik durduk; kim bilir nasıl da kızmıştı bizlere! Ama sesini bile çıkarmadı fukara. Haydi, uzun kulak, düşelim gayrı yola! Hem de sallanmadan, oyalanmadan. Dilsiz çobanın kulakları biraz daa uzamadan …”
“Ulan yalancı, uyuz bi itten hiç ermiş olur mu? Ondan olsa olsa… Atma atma! Arkandaki çürük Hasan diil, koca dağ Mahya!”
“Yalan mı? Yalan mı yani? Tek kelime yalanım varsa da… İnanmazsan bizim dilsize sorarsın. Bir bir anlatır her şeyi sana.”
“Dilsiz mi… Dilsiz mi anlatır? Gıdıkla da güleyim…”
“Horali, konuşamaz ama her şeyi anlar. Hemde her şeyi de anlatır. Kaşla, gözle, işaretle... Ama sende onu anlayacak zekâ nerde tabii! Her şeyi öğren ve bil ama kötüyse yapma oğlum! Böyle bi atasözü duymadın mı hiç? Yalan mı ama… Sonracıma, benim eşeğe de bi haller olmasın mı bu saatten sonra. Sıktı karayı, aldı kuyruğu apış araya; o ne gidiş! Başka zaman olacak da, o, kışlaya doğru böyle hızlı gidecek ha! Kes boynundan da gene gitmez. Eşeğin inadını bilmez miyim ben? Ulan bu işte bi iş var dedim ama esas mesele Ala… Yani o, bi ermiş. Hep o canım, hep o! Her bi iş onun işi! Eşekteki bu hal de onun işi! Ermiş kişinin elinden ne gelmez. O, isterse şeytan kayalıklarını bile tek sıra dizer de asker gibi, onları öyle yürütür tek sıra. Yürümeyenin kıçına nodul vuru. Onları kudurtur, ciyak ciyak ulutur. Cansız kayaları… Çanakkale savaşında neler neler yapmamış ki! Savi dede o zaman askermiş. Haaa… Şimdi hatırladım ulan, o anlatmıştı. Tabii... Sorma çocuk sorma deyen oydu. Hatırladım… Gâvurun halini ne gör, ne sor deyen oydu…”
“Masalcı dede Savi dede… Bu masalı ondan hiç dinlemedik! Bize anlatmadı nedense…”
“Çünkü masal diil, gerçek ulan bu! Salak! Ergele budala kaz kafalı! Bilmiyorsan dinle de öğren! Ayıp olan bilmemek… Kışlaya vardım ki ne göreyim! Allaaaahh… Allah allaaahh! Elim ayağım çözüldü. Gözlerim pörtledi, dilim tutuldu. Beynim durdu…”
“Senin beynin var mıydı lan yalancı?”
“Ananın… Ulan ben diyoum Çanakkale boğazı, sen diyon yandı altımın ağzı! Ulan manyak! Ulan ben diyom kışla yanları muharebeden çıkmış gibi. Her yer kan revan. Bir koyun leşi dışarda, uzanmış. Boku, bağırsağı, içi, bağrı dışında; yerler kan revan… Bir koyun içerde; upuzun. Boku bağırsağı dışında… Birinin başı kopmuş, birinin bacakları yok, bir başkasının derisi soyuk. Her yer leş… Bir diğeri hala ölmemiş can çekişir. Birisi, ayakları havada tepinir… Yerler kıpkırmızı kan… Her yer kar ama karlar beyaz diil kırmızıya boyalı. Sürü korkudan gebermiş, kışlanın bir köşesinde tir tir titremekte. Dilsiz çoban çaresiz, çökmüş başka bi köşeye, elleri çenesinde, dirsekleri dizlerinde; boş boş bi yerlere bakmakta ama gözlerini bile kırpmamakta. Ne oldu çoban? Sorma! Ne oldu Horali? Sorma! Kurtlar mı? Bir saldırı ki sorma! Beş değil yirmi köpek önlerine geçemez. Tam on dokuz azgın kurt! Yirmi köpek ne ki, bir bölük asker baş edemez. Dört koldan saldırıp dalmışlar mı kışlaya! Köpekler çaresiz. Çanakkale’deki gibi… Düşman çok, biz az. Kurtlar besili, köpekler etsiz. Horali dersen dilsiz bir çaresiz. Tüfeği bile yok ki elinde, ne yapsın! İyi ki onu da leş etmemişler. Neden etmemişler biliyor musunuz?”
“Horali insan deye. Ya da konuşup bağıramıyo ya; o, bir dilsiz adam deye…”
“Hayır, hiçbirisi diil! Tam o sırada benim Ala yetişmiş imdada. Hani dedim ya; kışlaya yedi keri gidip geldi deye. Oysam o, o yüzden öyleymiş. İmdat sesini işitmiş de kışlaya yedi kere o yüzden gidip gelmiş. On dokuz azgın kurda bi saldırmış bi saldırmış ki, tarihe destanlar yaza!”
“Nerden biliyon? Orda mıydın? Yalancı!”
“Teten yalacı… Ulan çoban ordaydı dedik ya ananın yancığı! Kaz kafalı! O anlattı herhalde dimi! Ondaki yürek Alpaslan yüreği! Ondaki yürek fatih Ahmet yüreği! Ondaki yürek, saldırım Beyazıt! Kanuni Bedirhan…”
“Pala Hasan… Zaaart, zaart, zart! Kıçına katran sürmüşler…”
“Yanık yağ…”
“İnanmazsan sor Horali’ye! Evliya lan o, köpek gibi göründüğüne ne bakıyon? Evliyalar bu dünyada gezerken her şeye benzer, salak! Hiç duymadın mı? Öyle bi saldırmış ki, kurtlar feleğini şaşırmış. Birisi hemen oracıkta daa can vermiş. Ala’nın çenesi mengene, dişleri de kerpetenmiş. Birisi avludan atlarken kazığa saplanıp kalmış. Sarı bi kurt... Alanın dişlerinde can verense bozkurt… Korkudan ödü patlayıp ölen de…”
“Ala kurt. Ya da Sibirya kurdu…”
“Ananın… Ulan korkudan ölüp geberen kurt diil bi kere; çoban köpeklerinden biri. İşte bizim dilsiz çoban gözlerini kırpmadan ona bakıyomuş sonradan anladım. Ne oldu Horali aga dedim çobana? Ala şeytan bi geldi; Allah’ım o ne geliş; on dokuz azgın kurt on dokuz serseri şaşkın. Bozgun... İkisi ölmüş, on yedisi kaçmış. Aman Allah’ın o ne kaçış! Horali’nin tüfeği yok ama olsa bile arkalarından kurşun yetişemez ki! Ala kükremiş; bana demiş, bu on yedi bozgunu tek tek avlamadan bana yaşamak haram demiş. On yedisini bi mezara sokmadan bana dönmek haram! Ve gitmiş. On yedi kurt önde kara bi bulut, Ala, peşlerinde kızıl bi şimşek… Şimşek gibi çakıp gitmiş. Gidiş o gidiş, bi daa da geri dönmedi. Ama bi gün mutlaka dönecek. On yedisini bi mezara gömüp… Öcünü alıp dönecek. Dilsize öyle demiş. Horali aga, için rahat olsun demiş. Köpeğinin öcünü almadan dönmem canını hiç sıkma dostum Horali demiş. Gidiş o gidiş. Tam saymadım ama galiba üç yıl oldu; gidiş o gidiş…”
“Üç seneden beri yok mu, kayıp mı senin uyuz it?”
“Yok…”
“Kışlaya yedi kere gidip gelen kimdi peki?”
“Oğlum karıştırma işte, şaşırdım. Ermiş olmuştu ya bizim Ala, belki de gerçek sandım. Yani gelen giden kimse yok. Ala gitti, döndüğü filan yok…”
“Kaf dağının ardına…”
“Gıdıkla da güleyim, mezarlık çukuruna…”
“Akbabaların kursağına…”
“Kemikleri aç itlerin ağzına…”
“Ulan yalancı, köpek ölüsünü başka bi köpek yer mi sence?”
“Tamam, ulan tamam; anlattım size koca bi yalan…”
“Gördün mü Osmanov, Ayşe Nur sana bakıyo?”
“Kiremitten kuleye top atıyo…”
“Yaşayın kızlar!”
“Ayşe Nur, kaçtı, yakalayın kızlar!”
“Ulan o duman ne?”
“Sivri tepenin berisi tütüyo.”
“Yangın var galiba...”
“Yanıyooo yanıyo!”
“Koş Ali haber ver, sizin kışla yanıyo!”
“Oğlum başka birisi koşsun, ona kimse inanmaz…”
…O.Ç.Osmanov/ÖLÜM UYKUSU (Roman)…
Tevfik Tekmen. 9/Aralık/1982 *Lüleburgaz*