- 851 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Mor Dut
Solmaz Kadın kızgındı, öfkeliydi, burnundan soluyordu. Tombul yanakları kıpkırmızıya kesmişti. Kan ter içinde çırpınıyordu. İşte bu haldeyken;
- Seni lanet seni, seni canavar seni, Allahın belası seni, buldun belanı sonunda.. Çekirge bir sıçrar, iki sıçrar, diye söyleniyor, önüne gelen taşları, kesekleri topluyor, üst üste yığıyor, onları bir harman haline getiriyordu..
Oğlunu mahallenin çocuklarını çağırsın, onları toplasın diye görevlendirmişti.
- Bütün arkadaşlarını çağır, hepsini buraya topla. De ki, anam size tarhana verecek, iğde verecek, kaymaklı yufka verecek de. Gelin, bizim dereye gelin de..
Solmaz Kadının gövdesi asırlık dut ağaçları gibi kalındı. İki kişi sarılsa kolları kavuşmaz.. Her bir kalçası su değirmeninin taşları gibi, büyük, geniş.. Yanaklarından sanki kan fışkırıyor.. Bilekleri tombul, kalın; köy evlerinin tavan döşemeleri gibi..
Solmaz kadın taşları topluyor, telaşla üst üste yığıyordu. Manzara, bir ordunun hücum öncesi yaptığı hazırlığı andırıyordu. Çağrıyı duyan çocuklar neden çağrıldıklarını anlamaya çalışıyor, biraz şaşkın, biraz heyecanlı koşturuyorlardı. Onları gören Solmaz Kadın;
- Gelin yavrularım, gelin kuzularım.. toplanın.. ben sizin elinize, ayağınıza kurban olayım, diyordu.
Hep ürktükleri, korktukları dev yapılı kadının söylediği bu sözler gariplerine gidiyor, şaşırmış bir halde bekleşiyorlardı.
- Sizde taş toplayın aslanlarım, büyük, küçük demeyin, aha bu taşların üzerine yığın. Gadalarınız bana gele..
Anasının verdiği talimatı harfiyen yerine getiren Selim bütün çocukları haberdar etmişti. Kimisi derenin alt tarafından, kimisi üst tarafından, her köşeden bir çocuk çıkıp geliyordu. Selim’in bir gözü şaştı küçükken ağabeyleri ve ablaları ile yaramazlık yaptıkları bir sırada, Solmaz Kadın elindeki çalı süpürgeyi fırlatmış, aksilik bu ya süpürge selimin gözüne isabet etmişti. Ağlamışta ağlamıştı. Günlerce gözünden sular akmıştı. Gözüne sütün kaymağından sürmüşler, otlardan yapılan lapayı sarmışlardı. İşte bu olayda gözü yarı kör, yarı şaşı kalmıştı. Selim’in adı da çocuklar arasında Şaşıbeş Selim olmuştu. Doktora götürmemişlerdi. Zaten kazalarda, hastalıklarda pek doktora gidilmezdi bu köylerde. Ya çaresizlikten, yokluktan, ya da böyle gördüklerinden. En çok;
- Geçer, geçer, bir şey olmaz, sözü kullanılırdı. Değerli bir ata sözüymüşçesine..
Bekleşen çocuklardan biri ;
- Solmaz Hala, bizi çağırmışsın, geldik. Niye çağırdın ki bizi? diye sordu.
- Söyleyeceğim kuzum, şimdi size diyeceğim. Herkesler geldi mi ?
Çocuklar hep bir ağızdan;
- Hepimiz buradayız, dediler.
Solmaz kadın, öynüğüne toplamış olduğu son sefer taşları da boşalttı. Alnında domur domur olan terleri öynüğünün ucuyla sildi. Çocuklara el etti;
- Toplanın kuzularım, şu taşların etrafında toplanın, dedi.
Çocuklar koşuştular, taşların etrafında bir halka oluşturdular. Hepsi bu dev kadının ağzından çıkacak sözcükleri bekliyordu.
- Arkanızı dönün, dedi, Solmaz Kadın, Dönünde şu dut ağacına bir bakın!..
Az ötede, derenin kenarında ki dut ağacını gösteriyordu. Deminden beri taş toplayan Solmaz Kadın’ı izleyen çocukların o tarafa bakmak akıllarına bile gelmemişti. Şimdi şok olmuşlar, ağızları açık dut ağacında ki korkunç manzaraya bakıyorlardı.
Kahve, siyah tonlarda, kırçıl, tüylü bir kedi, boynundan geçirilmiş bir iple dutun dalına asılmış, öylece sallanıyordu. Çocuklar şaşkın, büyümüş gözlerle bakıyorlardı. Kim, neden asmıştı bu kediyi?.. Hem kadın neden kendilerine gösteriyordu. Bu şaşkınlığı, ürkütücü ortamı, bir o kadar ürküten sesiyle Solmaz Kadın bozdu.
- Hadi yavrularım, alın şu taşları, alında şu yedi canlı lanet hayvana atın. Hem de tüm gücünüzle fırlatın. Kafasına, gözüne, neresi rast gelirse.. tüm gücünüzle.. deyip, koca bir taşı sallanmakta olan kediye doğru fırlattı. Önce oğlu Şaşıbeş Selim, sonra birkaç çocuk, sonra diğerleri.. Kaptıkları gibi taşları kediye fırlatıyorlardı. Taşlar yağmur gibi yağıyordu. İsabet ettikçe kedi kasılıyor, çırpınıyor ve sallanıyordu..
Çocuklar taşları fırlatırken, kendisi etraftan taş topluyor, adeta cephane takviyesi yapıyordu. Bazı çocuklar isteksizce taşlıyordu, sanki bilerek isabet ettirmiyordu. Kediye acıdıkları, üzüldükleri yüzlerinden okunuyordu.
Büyük çoğunluğu ise var güçleriyle fırlatıyorlardı. Ara vermeksizin, hedefe nişan alan bir keskin nişancı gibi.. Taş hedefi bulmadıysa daha yakına gidiyor, taşları oradan atıyorlardı. Taşları büyük bir hınçla atan çocuklar, babasından, anasından, okulda öğretmenden dayak yiyen, bolca mahalle kavgası eden çocuklardı. Hele Kör Bektaş’ın oğlu Hüseyin.. Başı o çekiyordu. Babası olacak Bektaş zalim mi, zalim. Karısını havadan, sudan sebepten döver, kolunu, kafasını kırardı. Hüseyin’in yediği dayağın haddi hesabı yoktu. Bir keresinde kulaklarını o kadar şiddetle çekmişti ki, kulak memeleri yanağından ayrılmış, çocuğun yüzü kanlar içinde kalmıştı. Şimdi fırlattığı taşlar kediye isabet ettiğinde, sanki babasına değiyor, onun canını acıtıyor, yediği dayakların öcünü alıyordu. Vücudunda ki acılar sanki uçup gidiyordu.
Taşların bittiğini gören Solmaz Kadın;
- Hadi ben size kurban olmuşum, attığınız taşarlı toplayın getirin. Getirinde bu mırdar hayvana yeniden atın. Bu pisiğin ( kedinin ) canı çıkmadan gitmek yok..
Solmaz kadının kocası yıllardır yurt dışında gurbetteydi. Yılda bir yada iki yılda bir izine gelir, bir ay kadar kalır ve giderdi. Solmaz Kadın, altı çocuğa hem analık, hem babalık etmeye çalışıyordu. İşte Solmaz Kadın’da bu astığı kedinin bedeninde rahatlıyor gibiydi. Sanki kocasından hıncını alıyordu. Yalnızlığın, çaresizliğin, erkeksizliğin acısını çıkarıyordu. Taşlar kediye değdikçe acısının bir parçası süzülüp gidiyordu.
Başından beri isteksizce taş atan çocuklardan biri;
- Solmaz Hala bu kediyi kim astı buraya, hem ne günahı var ki taşlıyoruz, yazık değil mi, dedi. Solmaz Kadın hınçla çocuğa baktı ve gürledi;
- Ben astım ulan ben, it dölü.. Keyfimden mi astım, bu lanet hayvan bana neler çektirdi biliyormusun ? Benim nice emeğimi zehir etti.. Hırsız, namussuz.. Kaç kazan sütümü, yoğurdumu, kaç süzek peynirimi harap etti.. Ben ne ettimse bu lanetin hırsızlıklarının önüne geçemedim. Kazanda koruyamadım, selenin altında koruyamadım, küpte koruyamadım.. Yakalayana kadar neler çektim.
Solmaz Kadın’ın kediyi yakalaması kolay olmamıştı. Ne tuzaklar hazırlamış, ancak tuzaklardan ustaca kurtulmuştu. Taki son tuzağa kadar. Solmaz Kadın, selenin altına bir kapla süt koymuş ve yüklüklerin arkasına saklanmıştı. Kedi, pencereye cam yerine hamurla yapıştırılmış olan kağıdı yırtmış ve içeri süzülmüştü. Kimselerin olmadığına kanaat getirmiş olmalı ki selenin altına girmişti. Solmaz Kadın yüklüklerin arkasından koşarak gelmiş ve selenin üzerine çökmüştü. Yakayı ele veren kedi ne yapacağını şaşırmış, selenin altında sıkışıp kalmıştı. Solmaz Kadın öfkeyle selenin üzerinden bir delik açmış, kedinin bağırtısına, elerlini tırmalamasına aldırmaksızın gırtlağından yakalayıp dışarı çekmişti. O hırsla birkaç kez yere çarpmış, sonra da bir çuvalın içine tıkmıştı. Kedi korkudan böğürürcesine miyavlıyordu. Çuvalın içinde nafile gidip geliyordu. Solmaz Kadın eline geçirdiği sopayla çuvalın içindeki kediye hınçla vuruyordu. Kedinin bağırtısı arttıkça, darbelerin şiddeti artıyordu. Bir süre sonra kedinin sesi zayıfladı, hareketleri yavaşladı. Daha sonra sesi kesildi, çuval kıpırdamaz oldu. Solmaz Kadın çuvalın ağzını iyice sıkıştırıp, öylece dışarı bıraktı. Sabahleyin ilk iş olarak çuvalı açan Solmaz Kadın, kedinin kıpırdadığını görünce çılgına döndü. Bunun üzerine boynuna kalın bir ip geçirdiği gibi getirip bu dutun dalından sallandırdı.
Şimdi bir dutun dalında sallanan, çocukların yağmur gibi yağdırdığı taşlara maruz kalan kedi rahmetli Mahmut gillerin kedisiydi. Bu köylerde herkesler gibi Mahmut’un çocukları da çekip gitmişler, şehirde yaşıyorlardı. Önce hanımı Asiye, en son da Mahmut geçen yıl vefat etmişti. Mahmut’un ölümüyle de bu ocak sönmüştü. Artık hayat belirtisi yoktu bu köy evinde, bahçede, ahırda.. Her sönen ocağın, evin yetimleri kalırdı geride; dut, iğde, kayısı ağaçları, ille de kediler.. Ağaçlar su isterdi, kediler yiyecek.. Kediler bulursa fare, serçe şu bu yerdi. Bulamayınca da böyle hırsızlık etmek zorunda kalırlardı. İşte şu an sallanan kedi de bu kaderi yaşıyordu.
Solmaz Kadın, parmaklarından sızan kandan habersiz, yerden taş sökmeye çalışıyor, bir yandan da çocukları hırslandırmaya çalışıyordu.
- Hadi yavrularım, hadi kuzularım, yedi değil yetmiş canlı bu yaratık.. Daha fazla taşlayın, nefesi tükensin, tükensin ki ben de kurtulayım.
Evet, bunca canı acımış çocuğun, Solmaz Kadın’ın bedenlerine işlemiş acılar bugün ipte sallanan kediye geçiyordu. Acı öyle bir şeydi ki, insan bedeninde gezinir dururdu. Kabul etmezdi insan bedeni, bir başka hayvana, insana, canlıya aktarıldığında rahatlayabilirdi. Onun içindir ki kulağı sızlayan Hüseyin, okulda öğretmenin demirle dövdüğü Hasan hınçla taşlıyordu kediyi. Böyleydi işte insanoğlu, kocasından dayak yiyen kadının gücü çocuklarına yeterdi, öldüresiye döverdi onları. Ağanın baskısına, aşağılamasına maruz kalan marabalar öküzlerden, eşeklerden çıkarırlardı acısını. Her yıl onlarca öküz, eşek ölür ya da sakat kalırdı. İhanete uğrayan bir kadın, kendisi de evli bir erkeği seçer, yaşadığı acıyı bir başka kadına aktarır, bu yolla intikamını aldığını zannederdi. Acı durmuyordu insan bedeninde, varlığı huzursuzluk, öfke, sonrasında şiddetti.. Bir başkasına geçmeden olmazdı..
Ama mutluluk böyle değildi işte. İnsan kendinde tutardı mutluluğu, neşeyi, huzuru.. Paylaşmak istemezdi, azalacak ya da bitecek korkusunu yaşardı. Gitmesin isterdi kendinden. Başkalarının mutluluğu da olumsuz etkilerdi insanı; sanki kendi payından çalınmış gibi..
İşte tüm bunlar yaşanıyordu yeryüzünde. Acılar çoğalıyor, bedenden bedene geçiyor, en çokta çocuklar, hayvanlar ve güçsüzlerin bedeninde toplanıyordu.
Kedi ipte sallanıyor, taşlar hala yağıyordu. Belki de ölmüştü, yada yarım candı.. Eğer öyle ise kim bilir aklından neler geçiyordu. Sahiplerinin hayatta olduğu o mutlu günlerinden birinde olmayı ne çok isterdi şimdi. Evde ki fareleri yakaladığında sahiplerinin mutlu olduğunu, kendisine şevkat dolu sözler söylediğini, sevdiği yiyeceklerden verdiklerini biliyordu. Onun için yakaladığı fareleri ağzına alır dolaştırır, illa da sahipleri görsün isterdi. Yine birgün yakaladığı fareyi almış, sahiplerinin gelip – geçtikçe görecekleri duvarın dibine bırakmıştı. Kendisi de sabah güneşinin altında duvarın dibine uzanmış, fareyi kendinden az ötede tutuyordu. Hem güneşleniyor, hem de çalagöz yarım canlı fareye bakıyordu. Fare kıpırdayıp, bir iki adım uzaklaştığında, yattığı yerden pençesini sallıyor, farenin tenine geçirdiği tırnaklarıyla kendine doğru çekiyordu. Sahibinin geçtiği sırada doğruluyor, iyice yere yapışıyor, kafasını ön ayaklarının üzerine koyuyor, kulaklarını kısıyor ve yıldırım hızıyla farenin üzerine atılıyordu. Tırnaklarını geçirdiği fareyle toz duman içinde birkaç takla atıyor, sonra tekrar duvarın dibine bırakıyordu. Bu oyun saatlerce sürerdi, ta ki sahibi ilgiyi kesene kadar..
Artık bu mutlu günleri göremeyecekti, hayal bile edemeyecekti. Çünkü son kontrollerini yapan Solmaz Kadın kedinin öldüğüne kanaat getirmişti. Çocuklardan biri ağaca tırmandı, ipi çözdü ve kedi kanlar içinde yere düştü. Kediyi sürükleyip dereye attılar.
- Siz sağolun kuzularım, hadi bize gidiyoruz. Size söz verdiğim gibi tarhana, iğde vereceğim. Kaymaklı yufka vereceğim.
Büyük bir kısmı gitti çocukların. Küçük bir grup kalmıştı ve hemen hemen aynı şeyi düşünüyorlardı; o kadın bir katildi, onun elinden hiçbir şey yenmezdi.
Evlerine dağılan çocuklar, olayı analarına, babalarına anlattılar. Kimisi kadına sövdü, kimisi, “ iyi etmiş “ dedi. Küfürbaz Musa, “ herifsizlik başına vurdu kahpenin “ dedi..
Yıllardır mor dut diye bilinen ve meyvesi morun türlü renklerini taşıyan ağacın bu olayla kaderi değişti. Artık o güzelim mor dutun yüzüne bile bakmaz olmuşlardı. Çünkü, o günden sonra mor dutun adı “ kanlı dut “ oldu.
Yıllar sonra bile çocuklar ;
- Bu duta, asılan kedinin kanı bulaşmış, derlerdi.
Hasan AKSOY