- 690 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Beni çocukluğuma götüren nesneler!
Bahçe kapısından içeri girdiğimde yerlerde içleri boş renkli renkli çikolata, gofret, şeker kâğıtları ve kutuları ile karşılaştım. Belli ki rüzgâr onları bakkalın önünden alıp, benim bahçeme süpürmüş!
Bizler çocukken mahallemizin bakkalında, kâğıdın da mani yazılı sütlü şeker, kaynana, fasulye, elma, horoz, akide, peynir şekerleri vardı. Süslü tahta raflarda, cam kavanozlardaki bu yiyecekler, hepimizin hayalini süslemekteydi.
Geçenlerde “Elveda Rumeli” dizisini izlerken, yoksul düşen “sütçü Ramiz” ve ailesi, kırlardan labada toplayıp yemek yapmışlardı. Bunu öğrenen Bediha Hanım ve kasap Cabbar Efendi; “ne zamanki, kilerde yiyecek biter o zaman insanlar fakir düşer ve labada toplayıp yerler, öyleyse onlara yardım edelim” demişlerdi.
1960 yılların sonlarına doğru bizim yaşadığımız yerde insanların büyük bir çoğunluğu (bu günkü, Yeşilköy havaalanı sınırları içinden ve ayamama deresinin kenarlarından) labada, ekşikulak ve mantar toplarlardı!
O zaman etrafımızda çokça üzüm bağları vardı. Avcılar av köpekleri ile tek tük evlerin hemen yakınlarında, sarıasma, karatavuk, üveyik ve tavşan avlarlardı.
Çocuktuk, bizde üç beş arkadaş elimizde sapanlar ile avlanırdık. Börtü böcek dünyasını keşfettiğimizde bir gün kertenkele ve yeşilbaşı, bir gün çekirge ve kelebeği, bir gün kumru ve güvercini, bir gün saksağan ve kargayı, Bir gün uğur böceği ve ağustos böceğini bulur yakalar kendi hayvanat bahçemizde (!) bakkal Osman amcadan aldığımız, mis gibi şeker, bisküvi ve çikolata kokan kutularda veya elek telinden yapılmış kafesler içinde sergilerdik.
Ta ki rahmetli anneciğim onları bize azat ettirene dek!
Geceleri çırçır böceklerinin serenatları ile uyurduk. Bazen cam kavanozun içine hapsettiğimiz ateş böceklerini seyrederken onların içinde görünmeyecek kadar küçük pil ve ampul olduğunu düşünürdük. Çocukluk işte.
Rahmetli babamın Beyazıt’tan alıp getirdiği bir çuval dolusu sarı tokalı kahverengi, mavi yazlık ayakkabıların içinden en güzelini seçmek için yarışırdık! Kışın içi tüylü DERBY lastik botlarda olduğu gibi!
Vücudumuzdaki elektriği çoğu zaman yalınayak gezerken toprağa bırakırdık. O zaman şimdiki gibi her yerde cam, çivi, gibi kesici aletler yoktu tabi, en fazla ayağımıza batacak bir diken veya kuru bir dal parçası olurdu!
Bir gün hiç unutmam ben ve arkadaşımın ağabeyi Şahmerdan, bozuk bir masa saatinin zembereğinden sinema makinesi yapmış ve eski bir evi, güya sinema gibi süslemiştik. 25 kuruş karşılığında mahallenin çocuklarını içeriye doldurmuştuk. Bizde de, “şansa bak” zemberek fazla sıkıldığı için kırıldı ve bütün topladığım paraları geri vermek zorunda kaldığım için çok kızmıştım.
Zemberek oyunbozanlık yapmasa, eski bir radyonun pil yatağında ki altı adet pilin verdiği enerji ile küçük ampulün önündeki cam merceğin arasından geçen çöpten bulduğumuz sinema filmlerinin gölgeleri, beyaz kartondan yaptığımız sinema perdesinde, bizim de ilk filmimiz oynamış olacaktı!
Bu bir kırılma noktasıydı! Makinemiz bozulmamış olsa, filmler hayal meyal beyaz perdede oynayacak ve bizler çocukça eğlenecektik. Ayrıca kazandığımız paralarla koşarak eve gidecek “anne bak ben para kazandım” diye böbürlenecektik.
O gün, bu gündür, bütün zembereklere düşmanım... Bizim Alferedo olma merakımızın içine etti bu zemberek!
Bu günlerde içinden lağım ve fabrika atıkları akan "Ayamama" deresinde, bir zamanlar bütün semtin çocukları yüzerdik. Bazen atletimizin uçlarından tutarak küçük kırmızı balıklar yakalardık. Yine bulduğumuz bir kap içinde onları eve getirir, günlerce onları ekmek ve sinekle beslerdik!
Balıkların öldüklerini gördüğümüz de, başında oturur saatlerce üzülür ağlardık. Daha henüz tam olarak okuma yazmayı bile çözememişken Teksas, Tommiks, Zagor, Kaptan Swing, Zembla, Mandrake, M. No gibi çizgi kahramanlarını okur onlarla birlikte maceradan maceraya sürüklenirdik!
Çoğu zaman avuçlarımı ağzımın kenarında birleştirerek, bengal ormanlarında; Kızılmaskee diye bağırarak uyandığımda, rahmetli babam; üln senin kızılmaskene de sana da deyip, sabah kalktığında bütün Kızılmaske vesaire kitaplarımı toplar, tavan arasına atardı. Sonra ben ne yapar, ne eder onları tekrar alır ve defalarca okurdum!
*****************************************************************
Bazen, mahalleden arkadaşlarla muhallebi yemeğe giderdik. Bir gün hiç unutmam Sebo ile birlikte muhallebiciye gitmiştik.
Sebo kaşığını bol kırmızı şerbetli muhallebiye daldırıp çıkarırken vallahi ne söylediğimi bilmiyorum ama Sebo’cuğuma komik bir şey söylemiş olmalıyım ki öyle bir pohladı ki muhallebi tabağını fukara sümüğü ile doldurdu!
Ben kendimi dükkândan dışarı nasıl attığımı hatırlamıyorum. Bugün halen o günü anar ve tebessümle güleriz.
Sebo ile bir iki anekdot;
—Yine bir gün bu Sebo ile sinemadan çıkmış geliyoruz yaşım 14–15 Sebo benden bir yaş büyük. Ben Sebo’nun önünde geri geri geliyor ona Burclee (!) modunda yumruk sallıyorum. Benim yumruk Sebo’nun suratında istem dışı patlayınca, burnundan oluk oluk kan gelmeye başladı. Özür dilemeye meydan kalmadı Sebo’cuğum eline ne geçerse bana gönderiyor. Hele fırlattığı kırık tuğla parçalarını görünce işin ciddiyetini kavrayıp arkama bakmadan kaçtım. Sebo beni eve kadar kovaladı. Ertesi gün Sebo’ya iki porsiyon cevizli pres kadayıf ısmarladım da siniri anca geçti)
—Fakat hiç unutmam bu Sebo’nun zirai merakı yüzünden rahmetli babamdan öyle bir dayak yedim ki halen dün gibi hatırlarım. Önce mantar toplamaya gittik, sonra kuzukulağı ve labada; sanki arkadaş Oktay usta! Sana ne be kardeşim bırak annen toplasın labadayı bilmem neyi!
Bir çuval labada, kuzukulağı ve mantar ile eve geldik. Rahmetli babam burnundan soluyor ama hiç çaktırmadı. Bende “Hiç bozuntuya vermeden bak baba neler topladık” dedim.
Bana;
“Aa ne güzel nerden topladınız bunları” diye sordu. Bende dere kenarında ki fidanlıktan dedim.
İyi tamam götür içeri dedi ve peşimden gelip kapıyı kitledi. Sonra pata küte, al sana fidanlık, al sana labada, alsana ekşi kulak, al sana mantar!!!
Ertesi gün Sebo dışarıdan bağırıyor Taliip! sakın o mantarları yemeyin onlar zehirliymiş.... Bende içeriden bağırıyorum senin mantarının daa... Senin dee...
Evden izinsiz mantar toplamaya gittiğim için babamdan bir ton dayak yemiştim ve bu fikir Sebo’dan çıktığı için ona çok kızmıştım. Kaç gün onunla konuşmadığımı hatırlamıyorum.
Bir gün Sebo koluma girip beni tatlıcıya götürünce, daha fazla küs kalamadım. Yalnız ben ondan fazla dayak yediğim için kaç porsiyon tatlı yediğimi de hatırlamıyorum)
Bak kendi yok Allahı var çok tutumlu çocuktur Sebo; küçük kahverengi cüzdanın da her zaman benden fazla parası olurdu, halen de öyledir.
Şimdi ikimizde çoluk çocuğa karışınca ne sinemaya gidebiliyoruz ne mantar toplamaya arada balığa gidiyoruz. Bu kez de Sebo kamışı kıyıya paralel sallayınca tüm oltacıların oltalarını karıştırıyor.
Ben kendisinden yüz metre mesafede olta atıyorum. Bazen beni oradan bile yakalıyor! ) Bir gün hiç unutmam balıkçının biri, tam da balık çıkmaya başladığın da, takım çantasını neyin topladı ve Sebo’ya “balıktan değil ama senden bıktım. Ne bela adamsın sen be, bana kafayı yedirttin!! Allah melanı versin, üç kuruşluk bir keyfimiz vardı onun da içine ettin.
Al bütün balıklar senin olsun” deyip hızla uzaklaştı.
Sebo’cum hiç tınlamadı tabi o kamışla adeta savaşıyor. Bir gün onu denize atarlarsa hiç şaşırmam )
Aaa Afgan dede nerdesin be...
Bize çocukluğumuzu satarmısın?