- 2059 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
SEVMEK BENZEMEKTİR
Asr_ı Saadetten tablolar geliyor gözümün önüne… Mekke’den, Medine’den, Taif’ten…Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in o ruhlara huzur, gönüllere sürur veren hayatından kesitler ve O’nun gökteki yıldızlar kadar seçkin ashabından modeller…
Öyle dehşetli bir asırda yaşıyoruz ki, insanlar şaşkın. Örnek alınacak, model olacak kimse yok gibi. Çocuklarınsa sahte kahramanlarla süslü hayalleri…
Oysa bizler müslümanız. Böyle şaşkın olmamalıyız. Yolumuzu aydınlatacak, bize misal olacak o kadar çok yıldızlarımız var ki tarihimizde…Hangisine tutunsak yolumuzu buluruz.
Hz. Hatice geliyor ilk aklıma. En sevgilinin, en sevgilisi. İlk eş, ilk Müslüman, ilk model. Efendimiz’in en büyük desteği, en zor zamanlarındaki. Önemli olan da bu değil mi?
Evliliği geliyor gözlerimin önüne, Peygamberimiz ile olan. Kendisi kırk yaşında, iki evlilikten dul kalmış, iki çocuklu bir kadın. Çok akıllı ve zeki idi. Aynı zamanda da yüksek bir ahlak ve feraset sahibi. Mallarının ticaretinde görevlendirdiği Muhammed (a.s.) isimli genci her yönüyle çok beğenmiş ve takdir etmişti. Bütün zamanların en mükemmel insanını. Her devirde, insanların sevdiği, örnek aldığı, yaşantısını,ahlakını, sünnetlerini uygulamağa çalıştığı o yüce insanı. Daha o zaman anlamıştı bu dünyanın gidişatını tersine çevirecek biri olduğunu…
Teklifi kendisi götürdü ilk, bütün ayıplamaları arkasında bırakarak. Ve Kâinatın Güneşi, onunla evlenmek isteyen bir sürü genç kız varken, kabul etti kırk yaşındaki kadını zevceliğine. Henüz yirmibeşindeydi bu dönemde. Ahlakını beğenmişti ve ferasetini…
Bunları herkes biliyor. Ansiklopediler, kitaplar defaatle anlatıyor. Ya bilmediğimiz nedir?
O’nu sevdiğini, sünnetlerini yaşamağa çalıştığını söyleyen kaç kişi çıkar acaba O’nun gibi.
Ve O’na insafsızca dil uzatanlar, hanginiz tercih edersiniz böyle bir evliliği?
Ya genç kızlar, hanımlar? Kaçımız Hatice (r.a.) gibi olma yolundayız. Varını yoğunu İslâm’a adamış, en zor günlerin gönüllü taliplisi olmuş. O yaşta beş çocuk vermiş eşine ve en güzel ahlakla yetiştirmiş Gül’ün Gülleri’ni…
Sıcak bir günde kızgın kumlar üzerine serilmiş bir beden ve üzerine taşlar bastırılmış. Türlü işkencelerle dininden döndürülmeğe çalışan bir siyahi köle var şimdi sahnede. Ve O’nu bütün malını vermek pahasına da olsa efendisinden satın alıp, azad eden bir sahabe.
Şimdi de asrımızdan bir sahne. Filistin. İnancı uğrunda katledilen, işkence gören insanlar, babasız kalan yetim çocukların haykırışı. Ve bu haykırışa kulağını sıkı sıkı kapatmış bir dünya Müslüman.
Afrika’da açlıktan kırılan insanlar ve dünyanın çeşitli yerlerinde tıka basa yiyen, artanı da çöpe atan bir sürü insan…
Birkaç kuruş menfaat ya da dünyevi mertebe uğruna dinini satan, tavizli fetvalara imzalar atan, apaçık farzları ve haramları kafasına göre yorumlayan, kenarından köşesinden yontarak değiştirmeğe çalışan diplomalı din adamları.
Hani sevmek benzemekti?
Hani nefisle savaş en büyük cihattı?
Hani Rabbim neyi emretmişse, neyi yasaklamışsa amenna ve saddakna, şeksiz şüphesiz, itirazsız inandık ve itaat ettikti?
Habeşli bir siyahi köle bile olsa, Rabbim imanına ve takvasına bakıyor. Kalblere değer veriyor. Oysa bizim değerlerimiz ne çok değişmiş.
Şöhret, mal, makam, güzellik.
Her şey ne çok kirlenmiş şu ihtiyar dünyada.
Bir Hz. Ömer vardı bir zamanlar. Bir ağacın altına uzanmış yatıyor. Bir Bedevî de gelip başına dikiliyor ve gayet laubali bir tarzda Emir-il Mü’minin’i aradığını söylüyor. Ömer (r.a.) bir kalkıyor ayağa ki; üstü, başı toz içinde, üzerinde eski bir elbise. Ama o ne heybet ne vakar. Bedevî irkiliyor, bir adım geri kaçıyor ürpertiden. Mü’minler’in Emiriydi Ömer (r.a.) halifeydi, yani devlet başkanı. Eski ve tozlu elbiseler içinde. Ama O’nu görünce Şeytan yolunu değiştirirdi korkusundan, bunu kendisi itiraf etmişti.
Öyle korkardı ki; Rabbinden, “Fırat kıyısında bir topal keçi kaybolsa, korkarım ki vebali Ömer’i bulur” diye kaygılanır, geceleri sırtında çuvallarla fakir fukaraya nafaka taşırdı.
Sevmek benzemekti o zamanlar.
Ve onlar sevdiklerine benzemek için yarışırdı. Allah ve Rasulü idi Onlar’ın sevdikleri…
Uhud Savaşı’nda hepsi O’na benzemişti. Ve her şehid düşen sahabeyi O sanmıştı müşrik taifesi.
Bir Mus’ab Bin Umeyr vardı. Oraların en zengin ailesinin çocuğu ve en yakışıklı gençlerinden biri. Çok güzel giyinirdi İslâm’a girmeden önce. Uhud’da şehit düştüğünde ise üzerine örtecek bir elbise bulamamışlardı.Bir hırka vardı sadece, başını örtseler ayakları, ayağını örtseler başı açıkta kalırdı.
Sevmişti ve benzemişti. Sevdiğini koruyabilmek için canını vermişti. O kadar ihlasla vazife bilmişti ki bunu, bir kolu kesilmiş, diğer koluyla, o da kesilince göğsüyle mücadele etmişti. Ve cansız düştüğünde bedeni görevini bir melek devralmıştı O’nun kılığına girerek.
Ya biz neleri feda ettik sevdiğimiz uğruna? Önce sevdik mi benzeyecek kadar?
Ve bir Hind Bint-i Amr vardı. Kardeşini, oğlunu ve eşini şehit vermişti Uhud Dağı’nda. Ama O Rasulullah’ın yaşadığını duymak istiyordu. O’nu herkese tercih ediyordu.
Onlar öncüleriydi bu davanın. Önderleri ve örnekleri. “Nereye gittiğini bilen insanın önünden dünya bir kenara çekilir” Onlar dünyanın peşinde koşmuyorlardı bu yüzden dünya onların peşindeydi. Bir avuç hurma da olsa ellerindeki, paylaşıyorlardı. İnandıklarından asla taviz vermiyorlardı. Çünkü sevmişlerdi. Ötelere sevda çekmişlerdi. Ya bizler nelere sevda çekiyoruz?
Seviyor muyuz yeterince? Benziyor muyuz? Ya da en azından gayret ediyor muyuz?
Not: Bu yazıyı öncelikle kendi nefsime hitab ederek yazdım. “Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız yolunuzu bulursunuz” buyuruyor Efendimiz (s.a.v.) Bizler o kadar karanlık bir gecede kalmışız ki ve yıldızlara bakmak aklımıza gelmiyor hiç. İşte gökteki binlerce yıldızdan sadece birkaç tanesi. Yolumuzu aydınlatmaya yetecek ışık onlarda. Bizleri Onlar hürmetine mağfiret etsin Yüce Rabbim. Onları bize dünyada ve ahirette şefaatçi eylesin. Feyiz ve bereketlerinden istifade ettirsin. Amin…