- 2497 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
Bir Şair, Bir Şiir ( Abdullah Çevik- Kalbe Yürüyen Yolcular )
Kalbe Yürüyen Yolcular
- Abdulbaki Akpınar’a -
yıldızların kışkırttığı bir heves saklı bizde
vaktin yasını tutmuyorsak bundandır
kin yerine aşk bulaşan dilimizde
inadına direnmenin ağrısı vardır
bu yüzden yüzümüzü ateşle yıkıyoruz
kalbimize yürüyoruz güneşin battığı yerden
bu bitimsiz yolculuğu yaşamak belleyerek
oyundan çıkmıyoruz
değdiği yeri tutuşturan bir sızı saklı bizde
öyle ki inci mercan altın ve ipek
o sızının eczasıyla yeniden değerlenerek
’güneşin altında söylenmedik söz’ olur
böylece yorumlarız anlamını hayatın
medet uman bulamaz umduğunu ölümümüzden
size kalan ey insanlar asla vazgeçmemektir
cenazeye çiçek atma adetinizden
Abdullah Çevik
Öncelikle merhaba şair…
Bir başka şiirde, başka bir ruh hali ile sizi anlamaya çalışmak ve yüreğinizden dökülen dizelerle dildaş olmak için sayfanızda alıverdim soluğu. Ne de iyi etmişim ki, böylesine hoş bir şiir ile karşılandım. Ne yalan söyleyeyim, Abdullah Çevik şiirleri okumak bende resmen bağımlılığa yol açtı. Hani çektiği onca ağrıya dayanamayıp, ardı ardına defalarca ağrı kesici alan insanlar olur ya, yemin ediyorum aynen öyleyim. Günde en az bir defa bu kalemi okumazsam, eksik hissediyorum kendimi ve baş ağrılarım tutuyor:)
Şair ise bu sıralar çok şefkatli. Okuyucusunun çektiği ızdıraplara, gönlü el vermediğinden olsa gerek, peş peşe şahane paylaşımlar sergilemekte… Bunların ilk halkasıydı aslında “ Kalbe Yürüyen Yolcular ” lakin ben ancak ziyaret edebildim, yorum amaçlı olarak sayfayı… Sizin şiirlerinizi yorumlayabilmek için, bir defa okumak yetmiyor. İnanın saatlerce düşündüğüm oluyor, bu şair bu dizeyi ne hissederek yazmış olabilir diye… Yahut kendimi sizin yerinize koymaya çalışıyorum, ben böyle bir şiiri, hangi duygularla boğuşurken meydana getirebilirdim şeklinde. Bu da bize, şiir alanındaki derinliğinizi ve güçlü kaleminizi ispatlıyor.
Lafı fazla uzatmadan şiire geçeyim. Öncelikle ifade etmek istiyorum ki şahane bir başlık seçimi. Asla sıradan değil. Aksine tüm şiirin özünü bünyesinde barındırmakta ve bunun bilinciyle öylesine mağrur, öylesine heybetli bir duruşu var.
Evet, âdemoğlununki hiç şüphesiz bir yolculuk. Daha doğum anında başlayan, ölüme doğru süre giden… Bunun dışında, hayat tarafından bize sunulan küçük enstantaneler de yok değil tabi. Hep bir yerlere ulaşmak, bir yerlere demir atmak hevesinde değil miyiz? Ama şairin seçtiği başlıkta, yolcular bir şehre, bir ideale ya da ölüme yürümüyor. Başlığı özel yapan husus da bu zaten. Yolcuların kalbe yürümesi… Yani, insanın özünü oluşturan noktaya. İnsanın benliğini şekillendiren ve hislerin diyarı olarak addedilen o yere.
Bu yaz, Canan Tan’ın, En Son Yürekler Ölür adlı kitabını okuma fırsatı buldum. Ele alınan tema, basit bir aşk hikâyesi olmaktan çok öte, organ naklinin önemiydi. Şiirle ne alakası var diyeceksiniz belki ama orada, beyin ölümü gerçekleşse bile en son kalbin atmaktan vazgeçtiği ifade ediliyordu. Dahası organ nakli ile bir başkasının kalbiyle yaşamaya başlamış insanlarda, gözle görülür tuhaf psikolojik değişiklikler meydana geldi. Ölen insanın değerlerini kazanmak, onlar gibi hissetmeye başlamak vs… ve kitapta vurgulanmak istenen de, en önemli organımız beyin gibi görünse de aslında, kalbin tüm organlardan daha değerli olduğuydu. Şuraya geleceğim ki, şair bu başlığı seçerken, kalbin öneminden ve özümüzün temelini oluşturduğundan esinlenmiş olabilir. Aslolana ulaşmak, benliğine yürümek, duyguların özüne inebilmek…
Yine kısa ve öz bir şiir ile karşı karşıyayız. Abdullah Bey, kısa yazdığı zaman, daha da anlaşılmaz oluyor. Çünkü çok kısıtlı sayıda dizeye, olağanüstü manalar yüklemekte ve insan bu derinlikte yitip gidiyor.
Şiirin yapısına baktığımızda ise, serbest yazılmış bir şiirde, hece şiirinin ahengini tüm güzelliğiyle görmek mümkün. Şair,
________________bizde
________________dilimizde
_____________________bundandır
______________________vardır
Örneklerinde görüldüğü üzere şiirde, bir ahenk yakalamayı başarmış ve şiirin tamamında da bu ahengi korumuş. Dolayısıyla ritimsel manada da başarılı bir çalışma olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Şiirin yapısına kısaca değindiğime göre, şiirin tahliline geçebilirim. Şair, şiiri çok sevdiği bir dostuna ithaf etmiş. Dolayısıyla şiir, şairin salt kendi duygularına ışık tutmasından ziyade, bize Abdulbaki Bey hakkında da bir izlenim vermekte. Şair, benliğini, çok sevdiği bir dostun ruhuyla özdeşleştirerek, bu dizeleri kaleme almış. Dört pasajdan oluşuyor şiir.
İlk pasaj:
yıldızların kışkırttığı bir heves saklı bizde
vaktin yasını tutmuyorsak bundandır
kin yerine aşk bulaşan dilimizde
inadına direnmenin ağrısı vardır
“ Öyle çok zaman geçti ki her şeyin üstünden. Biz artık, mazideki o iki beden değiliz. Akıp giden yıllar bizden ne çok şey götürdü oysa. İnançlarımızı, duygularımızın saflığını, yaşama hevesimizi belki de. Ne çok şey aşırdı zaman, kimliğimizin tazeliğinden. Oysa bak, biz hala dimdik ayakta durmaktayız. Üzülmeliydik, geçip giden zamanın yasına adamalıydık benliğimizi. Ağlamalıydık belki de. Yapmadık. Çünkü hala yıldızların, parıltıların, bize göz kırpan, bizi cezbeden ufak sevinçlerin ve aydınlıkların kışkırttığı hevesi taşıyoruz benliğimizde. Büyümeyi, kabullenemiyoruz belki de. Çünkü biz hep o gökyüzü altında, aynı sevinçlerle aydınlanan ve yaşama zevkine kani olan, kin gütmez âdemoğullarıydık. Öfkelenmeliydik belki, zamanın bizden kopardıkları karşısında, onu kendimize düşman bellemeliydik, yapmadık, yapamadık çünkü yüreğimiz kinle değil, aşkla sıvandı, sevginin olgunluğuyla büyüdük, aşkın ihtişamıyla piştik. Biz hep, bir şeylere direndik. Savaştık. Hem ruhumuzla, hem ruhumuzu reddeden vicdanımızla, hem de bizi biz yapan her şeyi reddeden zamanla, çevreyle, kâinatla… Direndik, öyle çok bitimsiz savaşlar yaşadık ki, dilimizde bize miras bırakılan bir ağrıyla cezalandırıldık. Biz diğerleri gibi olmayı beceremedik.”
Bu pasajda üç tane anahtar kelime yer alıyor. Bunlar: yıldız, aşk ve dil kelimeleri. Şairin bu üç kelimeye tam olarak ne mana yüklediğini algılayabilmekten geçiyor bu pasajı tam olarak idrak edebilmek. Yıldız gerçekten, karanlık gecelerde, gökyüzünde parlayan o gök cismi manasında mı kullanıldı acaba? Yoksa sevinçler mi? Karanlıkta kendilerine yol gösterdiğini ve yönlerini aydınlattığını düşündüğü insanları mı temsil ediyor yoksa? Ben daha çok sevinçler ve karanlığımıza bir nebze de olsun aydınlık getiren ufak mutluluklar olarak algılamak istiyorum bu kelimenin aydınlattığı dizeyi. Çünkü bu sevinçler yıldıza değil de örneğin güneşe benzetilmiş olsaydı, mutluluğun daim olduğunu ve sonsuz bir sıcaklıkla, aydınlıkla, gün yüzüyle meydana geldiğini anlayabilirdik ama yıldız denildiği için bu heveslerin karanlıkta ortaya çıktığını ve karanlığa ışık tuttuğunu söylememiz mümkün diye düşünüyorum.
Diğer bir kelime olan aşkın, hangi manada kullanıldığı açıkçası çok kapalı kalmış. Acaba şair, bildiğimiz manada kadın-erkek ilişkilerine mi değinmek istiyor? Ama ben Abdullah Çevik kalemini yakından takip eden bir okur olarak buradaki aşkın çok daha kapsamlı bir mana ifade ettiğini düşünmekteyim. Basit bir gönül ilişkisinden ziyade, kâinatta var olan tüm güzelliklere, olmuş ve olacak tüm sevinç ifade eden eylemlere ve hatta belki de yaşamın kendisine duyulan aşk. Yani taşıdığı mananın çok derin olduğunu düşünüyorum.
Son kelime ise dil. bu kelimeyi salt bir uzuv olara düşünürsek ve hatta kelimeye edebi bir anlam yüklersek, “sözlerimiz, söyleyeceklerimiz ya da söylemediklerimiz” manasını yakalayabiliriz. “ belki dilimiz kinle beraber küfre düşmeliydi oysa biz dilimizi kirlemedik. Hep aşkın temizliği ile güzel tümceler kurduk, her ne kadar bu bizim için ağrılı bir sürecin başlangıcı olsa da…
Bu yakalanabilecek anlamlardan birisi. Diğer mana ise, daha şiirsel bir sözcük olan dîl kelimesi ile yakalanmış olabilir. Dîl, Farsça kökenli bir kelime olup; yürek, gönül manası taşımaktadır. Şair eğer bu manada kullanmış ise bu kelimeyi, bu sefer de karşımıza, gönlünü kinin ve nefretin her türlü yıkıcı etkisinden koruyup, onu aşkın saflığı ile temiz tuttuğu gibi bir mana yükleyebiliriz dizelere. “zamanın yıkımına karşı gönlümüzü saf tutmayı başardık, aşkla bürüdük yüreğimizi, kinden koruduk. Bu ise bizde derin bir gönül ağrısına sebebiyet verdi” şeklinde düşünmüş olabilir şair. Bu bölümle alakalı söyleyebileceğim fazla bir şey kalmadı. Yıldızlar bahsinde kafam bir de burçlara, yıldızlara takılıyor ama astronomi ile aram pek iyi olamadığı için bu konuda fikir yürütemeyeceğim:)
İkinci pasaj:
bu yüzden yüzümüzü ateşle yıkıyoruz
kalbimize yürüyoruz güneşin battığı yerden
bu bitimsiz yolculuğu yaşamak belleyerek
oyundan çıkmıyoruz
Şair, bu bölümde de, şiiri ithaf ettiği dosta, seslenişini sürdürmekte.” Biz yüzümüzü ateşle yıkıyoruz. Çünkü bu ağrıyla yaşamak, bize zorlukları ezberletti. Hiçbir sevincin, güzelliğin bizi tam anlamıyla feraha ulaştırmayacağının bilinciyle, ateşe soktuk suretimizi. Hep en zor olanı seçtik, hep en tercih edilmeyenle süzüldük hayata. Yüzünü suyla yıkayanlardan olamadık, kolayı seçenlerden olmadık. Çünkü asıl ateş bizim benliğimizde tütmekteydi. Ateşi ateşle yıkamak suretiyle, ruhumuza serinlik vermeye çalıştık. Ve dahası hep bu ağrılar yüzündendi, hep bu kin bilmez yüreğimizden, dilimizden ötürüydü, ne vakit batan güneşin ufkuna gözlerimizi diksek, yeniden bir seyrüsefere başlayışımız. Ki bu yolculuk, hiç bi,r yere doğru değildi, özümüzden başka. Çünkü bizim asıl keşfetmemiz gereken, öz benliğimizdi. Her şeyin başladığı yerdi yani ve her şeyin asıl değerine, anlamına ulaşacağı yegâne yer. Bizim yolcuğumuz kalbimizeydi, benliğimizeydi, ruhumuzun özüneydi. Ki bu belki de bir oyundu. Zaten hepimiz hayatı bir oyuna benzetmiyor muyduk? Hakemi tanrı, oyuncuları kullar olan bir bitimli oyun. Evet, bu yaşam olarak addedilen oyun bitimlere mahkûmdu oysa kalbe doğru atılan her adım bitimsizdi. Çünkü insanın kendine doğru çıktığı yolculukta, bitmeyecek olan tek şey düşleriydi. Bu yolculuk bitemezdi. Ve biz öylesine inatçı, öylesine kararlı oyunculardık ki, hakem çıkartmayacağı müddetçe bu oyundan asla vazgeçmemeye and içtik. İsteyerek dahil edilmemiştik bu oyuna, isteyerek çıkma hakkımız yoktu dolayısıyla”
Bu bölümden anladığım bu kadar. Şairin burada, hayatın zorluğunu ifade edişine ve insanın hakikate asıl benliğine ulaştığı an ulaşacağı, bu bitimsiz yolculuğu tamamlayacağı fikrine ulaştım. Şair son dizede üstü kapalı olarak “intihar” fikrine de gönderme yapıyor. Oyundan çıkmaması, onun kendine biçilmiş hayata saygı duyduğun ispatı niteliğinde. Dolayısıyla, oyundan kendi iradesiyle çıkmayı, hoş karşılamıyor.
Son olarak belirtmek istediğim bir husus daha var. Tarih boyunca Türkler, dağı, suyu, ağacı, ışığı vs kutsal saydığı gibi ateşi de manevi manada yüceltmişlerdir. Bu ateşe tapmak şeklinde zuhur edilemez ancak ateşin arındırıcı gücüne, masumiyetine ve temizliğine inanmışlardır. Hatta bazı yörelerde ateş üstünden atlamak ve ateşin etrafında dans etmek suretiyle gerçekleştirilen “sin sin” adı verilen oyunun da, ateşe yüklenilmiş bu değerle anlam ilişkisi vardır. Şairin, yüzünü ateşle yıkadığını ifade etmekle, acaba ateşin arındırıcı gücüne de bir gönderme yapmış olduğunu söyleyebilir miyiz?
Bilmiyorum:)
Üçüncü pasaj:
değdiği yeri tutuşturan bir sızı saklı bizde
öyle ki inci mercan altın ve ipek
o sızının eczasıyla yeniden değerlenerek
’güneşin altında söylenmedik söz’ olur
Ben şahsım adına nedense en çok bu bölümü sevdim. Çok içsel bir söyleyiş hâkim. Abdullah Bey kendi, içsel sıkıntılarını ifade etmekte çok ama çok başarılı bir şair ve bunu her dizesinde belirtmeden de geçmiyor. Çoğu şiirinde, kendi benliği ile hesaplaşmasını, kendine yönelttiği eleştiri oklarını ya da başkalarının, ruhunda bıraktığı yaraları anlattığını ve çözümlediğini görüyoruz. Burada da o durum saklı.
“ bizde evet sadece bende değil, sende de aynı şekilde bir sızı kaldı. Ki bu öyle bir acı ki, değdiği yeri yakabilecek kadar güçlü, dokunduğu her şeye, kendi ruhundan üfleyecek kadar yoğun bir sızı. İçimizde ne kadar değerini kaybetmiş güzellik varsa, altın gibi, ipek gibi, inci ya da mercan gibi ( tabi ki bunların her biri birer imge, şair burada kaybedilen ya da değerini kaybettiğini düşündüğü özel duyguları ifade etme çabası içinde ) bu acı ile yeniden değerine ulaşacak ve bakir güzelliğine yeniden kavuşacak. Güneşin altında söylenmemiş, hiçbir göz bakışıyla kirlenmemiş, hiçbir dil yarasıyla zedelenmemiş hale gelecek. Bir zehrin nasıl ki panzehiri kendisinden yapılır ise ( örn: akrep zehrini etkisiz hale getirmek için, akrebin öldürülerek yaranın üstüne sarılması gibi) bu içimizdeki sızıyı da kendi sızımız, acımız iyileştirecek.”
“İşte içimizde saklı kalan bu acı ile, kaybettiğimiz tüm değerlere, güzelliklere yeniden hak ettikleri manayı yükleyeceğiz” diyor şair. Yani bir umuttan bahsediyor. Acılarla, sızılarla olgunlaşma düşüncesi görülmekte. Ben nedense burada biraz da tasavvufi bir mana sezdim. Mevlana’nın “ hamdım, piştim, yandım” sözü gibi. Acılarımızla piştik dercesine…
Son pasaj:
böylece yorumlarız anlamını hayatın
medet uman bulamaz umduğunu ölümümüzden
size kalan ey insanlar asla vazgeçmemektir
cenazeye çiçek atma adetinizden
“ evet, işte tüm bu ifade ettiklerimin ışığında yorumlarız hayatı. Biz öyle bir raddeye ulaşacağız ki, kendi deneyimlerimiz, kendi içsel travmalarımız, psikanalizlerimiz ve de acılarımız bizi bir üst mertebeye eriştirecek ve selamete ulaşacağız. İş bu noktaya geldiğinde, etrafımızı sarmış olan hiçbir anaforcu düşünce, insan ya da olgu bizimle baş etme cesareti sergileyemeyecek ve öldürdüğü bedenlerin galibiyetiyle sevince erişemeyecek. Çünkü biz ardımızda dopdulu bir fikir dünyası, eğilmemiş bir baş ve harikulade değerler bırakacağız. Güneş altında söylenmiş ve hükmünü kaybetmiş güzelliklere itibar edenlerden olamayacağız ve ölümümüze sebebiyet veren hiçbir olguya, galibiyetin hazzını yaşatmayacağız…”
Kesinlikle çok anlamlı. Bu idrake ulaşabilmiş birileri için hayat kesinlikle, galibiyetle noktalanmış demektir. Hiçbir güce boyun eğmeksizin, onurlu bir raddeye ulaşabilmek, her insanın düşleyeceği olgulardan olsa gerek…
Ve şiirin son iki dizesiyle zuhur eden o enfes final…
size kalan ey insanlar asla vazgeçmemektir
cenazeye çiçek atma adetinizden
“biz size, kendi ölümümüzle, mutlu olma şansı vermedik. Sizin galibiyet sevincinizi yok ettik, engelledik. Çünkü biz, ölmeden bir lahza evvel de olsa, bizi biz eden değerlere ulaşabilmiştik. Bizimkisi bir yolculuktu ve son durağımız olan yere, kalbimize, özümüze, benliğimize ulaşarak bu bitimsiz görünen yolculuğu tamamlama mutluluğuna eriştik. Bu saatten sonra bizim için, bizi zedelemek, yok etmek, incitmek adına atacağınız her adım, boşluğa atılmış adımla kadar önemsiz, girişeceğiniz her eylem, hükümsüz olacaktır. Ancak siz yine de kendinizi avutmaktan vazgeçmeyin. Tabutumuza atacağınız o çiçekler, ruhunuzun sığ yanını tatmin edecektir çünkü. Bununla, basit sevinçlere ve vazifesini yerine getirmiş, insanların dayanılmaz hazzına ulaşacağınıza inanıyorsanız, asla hislerinize barikat koymayın ve son görevinizi itinayla yapın. Bilesiniz, bu canımızı acıtmayacak…”
Diyerek şiiri noktalıyor şair.
Kesinlikle bir sanat eseriydi okuduğum. Verildiği emek, hissettirdiği duygu, yansıttığı güç buram buram okuru saran bir şiirdi çünkü. Klasik bir Abdullah Çevik şiiriydi. İmzasını üslubuyla attığı türden. Çok beğendiğimi söylemeden geçmek istemiyorum tekrardan.
Sizin gibi değerli kalemler ışığında, yeni şiirlere imza atmak, bizim için büyük bir onurdur. Ve sizinle aynı yerde yazdığım, sizi anlayarak okuyabildiğim ve döktüğünüz her dizeden bin bir feyiz alabildiğim için, kendimi şanslılardan addediyorum.
Şiirin tahlilini ne derece düzgün ve sizin de söylemek istediğiniz gibi yapabildim bilemeyeceğim ama inanın anlayabilmek için her türlü çabayı sarf ettim. Umarım muvaffak olabilmişimdir.
Yeni şiirlerinizi merakla beklediğimi unutmayın lütfen ve hep yazın Abdullah Bey. Bu kalem asla vazgeçmemeli yazmaktan.
Not: Abdulbaki Bey’e sevgilerimi yolluyorum ve bu kalemden, böylesi hoş bir şiirle ödüllendirildiği için şahsını kutluyorum
Not 2: Canan Tan’ın kitabını hiç beğenmedim. Olabildiğince sığ ve faydasız bir yapıttı. Asla tavsiye etmiyorum.
Son olarak,
Her bir dize için ayrı ayrı takdir ediyorum sizi şair.
Şiirle, sanatla ve ışıkla kalınız…
Saygılarımla…
___________________________________________________
Yukarıya asmış olduğum yazı, benim Abdullah Çevik’in şiirine yapmış olduğum yorumdur. Daha fazla özen gösterebilirdim, çeşitli kaynaklardan yararlanıp, yazımı akademik bir makale şeklinde takdim edebilirdim. Ancak deneyimsizliğime geldi. Hatta yorumumu paylaşma amacı da gütmemiştim ancak sevgili Hilmi Ağabey ( Hilmi Yazgı ) bu konuda, hayli ısrarcı oldu. Sitede çok fazla düzgün ve ciddiye alınabilecek yorum olmadığını, benim bu işi layıkıyla yaptığımı, dolayısıyla yorumlarımı, makaleler şeklinde okuyucu ile paylaşmam gerektiğini ifade etti. Düşününce çok da mantıksız gelmedi. Evet, bundan sonra, kendime belirli aralıklarla bir şair ve şiirini seçerek bu başlıkta, O’nu irdeleyeceğim. Böylelikle hem emek vererek, hazırlamış olduğum yorumu takdim edebilir, hem de şairin, şiirinin okunmasında belki bir nebze olsun fayda sağlayabilirim.
Bu başlıkta, ele aldığım ilk isim çok değerli şair Abdullah Çevik’tir. Onu okumanın ve anlayabilmenin, her genç şair için çok büyük bir kazanım olduğunu düşünüyorum.
Profil sayfasından okumak için:
www.edebiyatdefteri.com/siir/261086/kalbe-yuruyen-yolcular.html
Tıklayabilirsiniz.
Sevgiler…
YORUMLAR
bir şairin diğer bir şairin ruh anatomisini çıkartması..
her ne kadar mutevazı davransanda senin şairliğinde yadsınamaz Ayşeciğim,
ben bu işten çok anlamam bazıları şiir yazdığımı görünce ve okudukça şair diyor bana ama ben kabul etmiyorum
( şimdilik :) ) ama olacağim inşallah, sizlerin izinden gelerek.
Emeğinden öpüyorum seni can dostum..
Abdullah Bey mi? ona ise söylenecek söz bulamıyorum sen herşeyi söylemişsin zaten :)
seni seviyorum..