- 1092 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
NADYA'NIN IŞIĞI
Nicedir soluğunun kesilmekte olduğunu duyumsuyordu Bayan Nadya. Sanki göğsünün içine yüzlerce yılın tortusu dolmuş ve tıkayıvermişti soluğunun girişi çıkış yollarını..."Gün gelecek hiç ışık sızamayacak" diye geçirdi içinden tahta merdivenlere bin bir acıyla tırmanmaya çalışırken. Bacakları ufalmış gövdesini bile taşımakta zorluk çekiyorlardı artık...Durdu ve aşağıya, artık iyice soluklaşmış olan salona baktı. Bir zamanlar ne ihtişamlı partiler verilirdi bu salonda...Annesi tafta tuvaletinin içinde mağrur ve çekici bir beyefendi olan babasının koluna girip gelen misafirleri karşılardı tek tek. Hepsine uygun bir iltifat bulmayı da bilirdi evin güzel ve çekici hanımı ; "Ooo efendim ne kadar da latifsiniz bu gece !...Şekerim pembeler seni çok açmış...Hoşgeldiniz efendim ne şeref sizi burada görmek...Müşerref oldum efendim...Bizi güzel sohbetinizden mahrum etmediğiniz için çok teşekkür ederim..."
Kristal avizeleri Paris seyahatlerinin birinden dönerken çapkın dayısı getirmişti annesine sürpriz yapmak için. Bayan Jaklin’in yeşil gözleri pırıl pırıl yanmış ve kollarına atılmıştı biricik erkek kardeşinin. O yıl daha sona ermeden Paris’de bir yangında ölüp gidiverdi hayat dolu, neşeli, ışık saçan genç dayı.
Keşke Paris’e gidebilsem ve mezarına bir demetçik koyabilsem diye iç geçirdi Bayan Nadya...Ah Paris ah !...Gizemli aşıklar şehri... Paul bir gün mutlaka oraya gideceğiz demişti ama o gün hiç gelmedi...Paul genç yaşta ölüp giden dayısının arkadaşıydı.
Düşüncelere dalmışken merdivenlerin sonuna geldiğini fark etti Bayan Nadya ve kapısı sıkıca örtülü iki odadan birine sanki çekinerek girdi. Annesi ve babasının yatak odasıydı burası. Oymalı ve sedef kakmalı aynalı konsolun önüne geldiğinde öylece durup bunca yıl geçmesine karşılık tek bir leke bile olmayan kristal aynada yüzünü seyretti. Geriye taranmış ve sımsıkı toplanmış beyazla karışık kestane saçlarının çevrelediği yüzü hala çok güzeldi. Kırışıkları vardı elbet, özellikle gözlerinin etrafında bir küme çizgicik ve mora çalan halkacıklar...Ama teni hala fildişi beyazlığında gözleri yosun yeşilindeydi. Yeşil gözlerini annesinden almış ve küçük kızı Alin’e miras bırakmıştı. Alin aynı bana benziyor diye düşündü...Belki ela gözlü kızılımsı kumral saçlı Jaklin daha hoştu kardeşinden...Ama esmer güzeli Alin’in kendi gençliğine benzeyen bir pervasızlığı, hoş bir koketliği vardı.
Ne kadar da cesur ve bir o kadar da zekiydi bir zamanlar Bayan Nadya...Aynadaki siluetine bakıp tatlı tatlı gülümsedi. 27. doğum günü pazara denk gelmişti. Sıcacık bir Haziran günüydü ve o zamanlar hava şimdiki gibi dengesini yitirmemişti. Mayıs dedin mi güller kızarmaya başlar, Haziran’da incecik uçuşan elbiseler sandıklardan çıkarılıp çoktan giyilmeye başlanmış olurdu. O pazar erkenden kalkmış, yeşil tafta elbisesini giymiş ve güzelim saçlarını omuzlarına dökmüştü. Taze çiçek kokulu parfümden bolca süründükten sonra ince topuklu beyaz ayakkabılarını sarılı olduğu jelatinden özenle çıkararak ayaklarına geçirmişti. Bir masal perisi gibi süzülerek indi merdivenlerden ve annesiyle kaş göz ederek arabaya bindiler pazar ayinine yetişmek için.
Kilisenin huzur veren loşluğunda bir Mayıs gülü kadar taze, yaz denizi kadar cilveli görünüyordu Nadya. Yan sırada oturan genç adam gözlerini alamıyordu adeta...Öylece bakakalmıştı bu düşsel güzelliğe.
Etyenle tam tamına 1 ay sonra nişanlandılar.
Uzun süredir aynanın önünde duruyor olmalıydı, ayaklarının ağrısıyla kendine geldi fakat oturmak istemedi. Beyaz dantel örtünün altına ustalıkla saklanmış yatağa doğru yürüdü ve tazeliğini kaybetmiş olmasına rağmen şeffaf bir güzelliği olan ellerini örtünü üzerinde gezdirdi incitmekten ürkerek. İşte bu örtüyü annesi Etyenle evlenirken çeyiz olarak vermişti ona... Babası Beşiktaş iskelesinde kalp krizi geçirip öldüğünde annesi bu büyük yatak odasını terk etmiş ve konuk odasında yatmaya başlamıştı. Nadya odaya dokunamadı uzun süre...Sonra daha büyük diye Etyenle buraya geçmişlerdi.
Ellerini kaldırıp pencereden sızan kesif ışıkta inceledi. Paul bayılırdı ellerine...adeta bir çift güvercin derdi...Şimdilerde kanadı kırılmış, tüyleri hırpalanmış da olsa güvercin uçuculuğunu hala taşıyordu elleri...
Yatağın yanındaki küçük komodini açtı ve deste deste sıralanmış mendilleri kokladı. Evet hala lavanta kokusu hissedilebiliyordu. Bir süre ne yapacağını bilemedi, şimdilerde kimse kumaş mendil kullanmıyordu ki...Onlar buraya ...Bu eve aittiler...Çekmeceyi kapattı ve zorlukla soluk almaya çalıştı. Akciğerleri sanki binlerce toz tanesiyle dolmuş gibi zorlanıyordu artık. Elini göğsüne götürüp toparlanmaya çalıştı. Otursa belki iyi olacaktı ama oturmak istemiyordu, çünkü bir daha asla kalkamayacağından korkuyordu. Jaklin’in dediği gibi inatçıydı işte...Yıllar her şeyini alıp götürmüş ama inadını kıramamıştı.
Annesiyle ne çok tartışmışlardı o Kış. Birden hatırlayıverdi nedense..."İnadı bırakın kızım " demişti annesi "yıllar çabuk geçer daha siz anlamadan gider gençliğiniz...Hiçbir aşk kendini feda etmeye değmez...Daha ne kadar beklemeyi düşünüyorsunuz ?...Sizi seven biri böyle yüzüstü bırakmaz...Gururlu olun biraz...Geleceğinizi düşünün"
Çok zaman geçti diye düşündü Bayan Nadya. Sanki asırlar önce olmuştu bunlar. Gençliğini yitirmeden evlenmeyi başarmıştı ama insan evlenmekle de kurtulamıyordu aşkın yakıcı rüzgarından. Her an ensesinin dibinde onun tütün kokan nefesi ve burnunda erkeksi kokusuyla yaşamıştı yıllar boyu.
Alin doğduğunda bebeğe dikkatle bakıp bu onun çocuğu olabilirdi demişti içinden...3 yaşındaki Jaklin bütünüyle babasının kopyasıydı. Onun kızıl kumral saçlarıyla çevrelenen minik yüzü hırçın ama gururlu bir ışıkla parlardı. Alin derinlerde düş gemilerini yüzdüren bir masal perisiydi sanki...Sık sık ortadan kaybolur ve herkesi korkudan öldürecek kadar telaşlandırırdı. Tıpkı onun gibi diye düşündü Bayan Nadya. Babası olsa bu kadar benzer miydi acaba ? Kalbini saran ateşi...tek aşkını bu kayboluş anlarının birinde yitirmişti sonsuza kadar...Paul...Paul diye içini çekti...
Bacaklarında kalan son bir güçle dışarı attı kendini ve kapısı sıkıca kapalı diğer odaya girdi. Genç bir kızken yattığı odaydı burası...Sonra fazla eşyaları koydukları bir depoya dönüşmüştü. Pembe damarlı mermer konsolu görünce gülümsedi yeniden. Bu konsolu Aleko usta yapmıştı onun 16. doğum günü için.Artık genç bir kız olduğuna karar veren annesi ısmarlamıştı Aleko ustaya...Taşını, ağacını özenle seçmişti. "Bayan Jaklin zevk sahibi kadındır" diyen usta ortağı Şamil ustayla kafa kafaya verip çalışarak doğum günüe yetiştirmişti konsolu. Sedef kakmaları ve ince oymaları Şamil ustanın marifetiydi...Şimdi arasan bulamazsın böylesini. Belki küçük torunu Rita’nın odasına koyabilirlerdi ama Jaklin ister miydi acaba?
Konsolun çekmecesini açınca aslında bu eve neden geldiğini de anımsayıverdi. Gümüş bir kutunun içinde düzenle istiflenmiş mektuplara bir an baktı öylece. İncecik ipek kağıtlara yazılmış ucu ucuna katlanmış mektuplar kurdelelerle sarılıp sarmalanmışlardı iyice. Bir an oturup hepsini okumayı düşündü ama ne zamanı vardı buna nede gücü...Yorgundu artık çok fazla yorgundu giderek azalan bir şey vardı içinde...Giderek solan bir şey...içinde yanan ışık zayıflıyordu günden güne...Annesi olsa bilirdi ışıksızlığın ne demek olduğunu. Nicedir tütün kokusu dolmaz olmuştu burnuna...Nicedir ateş sönmüştü.
İyice tıkanır gibi olduğundan bahçeye attı kendini ve tatlı bir gülümseme yayıldı yüzüne. "Ah Celal Bey Ah" dedi fısıltıyla. Yıllar sonra bile hala aynı ihtimamla bakardı bahçeye ama o da yaşlanmıştı artık. Yine de güller, ortancalar, kadife çiçekleri soluk alıp yaşamaya devam ediyorlardı Celal Bey’in sayesinde. Şamil Ustanın küçük oğlu Celal, Nadya’nın mahalle arkadaşıydı. Çocuksuzluk acısı çeken Aleko usta da evlatçık diye severdi Celal’i. Akıllı uslu, ciddi bir çocuktu yaramazlığı hiç yoktu.
Celal Bey bahçe kapısında az kalsın çarpacaktı Bayan Nadya’ya.
-Ah Hanımefendi demek teşrif ettiniz !...Bilseydim rahatsız etmezdim efendim
-Ne rahatsızlığı efendim...Bilakis çok mutlu oldum rastlaştığımıza...Bahçe sayenizde neredeyse eskisi gibi durmakta
-Hanımefendi gücüm olsa iyice bakar çimlerini keser, ağaçlarını ilaçlardım amma yaşlılık...
-Sizin yıllardır hiç bir karşılık almadan bu bahçeye verdiğiniz emeği biliyorum Celal Bey...Borcumu ödeyemem.
-Efendim ne borcu...Çiçeğe , ota bakmak apayrı bir zevktir biz ölümlülere...Yalnızlığımızı çaresizliğimizi büyüterek...Ekerek...Biçerek yeneriz.
-Buyrunuz Beyefendi ayakta kalmayınız.
Celal Bey beyaz demir bahçe sandalyesine oturdu. Bir an öylece susup böceklerin sesini dinlediler, toprağın kokusunu içlerine çektiler. İstanbul’un yitirilen geçmişinden kalan en son bahçelerden biriydi burası ve bir kuşağın daha sonu gelmek üzereydi artık.
Nadya bu mahallenin en güzel kızıydı, sonra en ciddi Hanımefendisi olmuş ve sonra bir gün zamanın yıpratıcı deviniminde silinip gitmişti bu kentin belleğinden...Tıpkı kendisi gibi...
Sabahat’la söz kestikleri sene Etyen Beyle evlenmişti Bayan Nadya. Gençkızken de hanım dı ama idrak ötesi bir güzelliği vardı. Kimseler ilişemezdi...Mahalleli delikanlılar saygıyla eğerlerdi başlarını o geçerken...Laf atılmaz, atan da susturulurdu hemen. Nadya mahallenin düş perisiydi...
Şamil Usta Azerbaycan’dan bin bir zorlukla göç edip Erzurum’a geldiğinde cebinde ekmek alacak kadar bile parası yoktu. Gencecik karısı 3 aylık hamileydi ve yaşlı anası da açlıktan kurumuş kalmıştı. Sedef ustasıydı ama iş kuracak parası pulu yoktu...Zaten kıtlık zamanlarıydı kimsede sedef kaktıracak hal kalmamıştı. Sağdan soldan buldukları ekmekle bebeğin doğumuna kadar dişlerini sıktılar, sonra çulu çaputu sırtladıkları gibi yollara düştüler. Kah karısına omuz verdi kah ihtiyar anasını sırtladı ama vazgeçmedi yoldan...Korkmadı eşkıyadan Şamil Usta." Eşkıyadan parası olan korkar, bizim bir can borcumuz var açlıktan öleceğimize eşkıya elinde can verelim diye diye buldu İstanbul’u".
Kimseleri yoktu, ihtiyar anası çöpten ekmek toplayıp ağzında ıslatır bebeğe yedirirdi. Gece karanlığı çökünce karısı ve kendi çöp karıştırmaya çıkarlardı utana utana. "Vay Şamil usta vay çöp mi toplayacaktın sen" diye ince ince ağlayan anasının sesinden uyuyamazdı geceler boyu. Bir gün dayanamadı dışarı fırlayıverdi acıyla ..."Gideyimde atayım kendimi şu koca ummana" diye iskeleye yürürken camda yapışık ilana bakakaldı.
"Marangozhaneye çırak aranıyor"
Aleko usta gelen çırak adayına şaşkınlıkla bakakaldı. "Ama efendim siz bir sedef ustasısınız...Bir ustaya çıraklık ettiremem ki"
Şamil ustanın tütün rengi gözlerine ve genç yaşta çöken avurtlarına bakıp düşünceli düşünceli başını sallamıştı Aleko Usta. "Olsun ağam ...Çıraklık dokunmaz bize...Evdeki sübyanı aç komak dokunur...İhtiyar anamıza çöp toplatmak dokunur"
Böylece Aleko ustanın yanında işe başladı Şamil efendi... Ama Aleko usta ondaki sanatı bir çırpıda kavrayıvermişti. Hiç çıraklık ettirmedi bu gururlu ama saygılı Kafkas Beyi’ne. Konuşurken hep ustam diye çağırdı onu hep dostu, kardeşi belledi. Zaten mobilyaları sedefle süslenince daha bir satar olmuştu...Hem de kapış kapış...Siparişlere yetişemiyorlardı. Bu iş böyle olmayacak diyerek Şamil Ustayı ortak aldı yanına. Evladı , akrabası yoktu...Neyim varsa Mecit’in ve Celal’in olsun derdi. Çocuklar ona Aleko amca, hanımına Maria Teyze diyerek büyüdüler. Bayramlarda anaları iyice giydirip parlatır, babaları el öpmeye Aleko amcalarına götürürdü onları.
Celal Bey dalıp gitmişti uzaklara Bayan Nadya’nın sesiyle kendine geldi.
-Daldınız efendim
-Haklısınız Hanımefendi birden çocukluğum geldi aklıma Aleko amcayı hatırladım.
-Ne tuhaf az önce onun yapıp rahmetli pederinizin elleriyle sedeflediği konsola bakıyordum bende.
-Demek hala duruyor o konsol. Size getirdiğimiz günü hatırlarım da ne heyecanlıydı anneniz Hanımefendi. Ruhu şad olsun !
-Maalesef eskilerin içinde bir odada öylece duruyor efendim...oysa ondaki işçiliği bulabilir misiniz şimdi !
-Üzülmeyin Hanımefendi gençler şimdi hep böyle...Üzülmeyin torununza yadigar kalır.
Nasıl üzülmem diye düşündü Bayan Nadya. Konsolun geldiği gün çapkın dayısı da gelmişti Paris’ten ve yeğenine doğum günü hediyesi olarak bir fransız parfümü getirmişti ve makyaj takımı. Ama en önemlisi çok sevdiği arkadaşı Paul de yanındaydı ve ilk kez geliyordu İstanbul’a.
- Hanım kızlarınız nasıllar efendim ?
-İyiler efendim sağolun.
-Alin kızımız bazen gelir buralara.
-Öyle... Sever bu mahalleyi...Biliyorsunuz ayrıldı kocasından. İyi adamdı ama ..Bilmem ki Celal Bey zaman çok değişti. Bizim kuşağın kalkıp gitme vakti geldi Celal Bey...Çoktan geldi.
Acı bir öksürük tıkadı nefesini. Celal Bey fırlayıp çeşmeden bir tas su getirdi. Yudumları zorlukla yuttu Bayan Nadya.
-Çok hastayım Celal Bey çok. Soluğum azalıyor günden güne. Bildiğim bir şey bu iş uzun sürmez.
-Lütfen Nadya Hanım !. .. Bakın siz bile inanmamıştınız güllerin, kadife çiçeklerinin yaşayacaklarına giderken... Ama yaşadılar değil mi ?
-Celal Bey ! çiçeklerin solma zamanı gelince ne gün ışığı nede dağ suları tutabilir onları hayatta. Çiçek solmalı ve toprağa karışıp yeni tomurcuklar için besin haline dönüşmelidir bilirsiniz bunu. Ben sizden bir şey isteyecektim asıl.
Celal Bey başını öne eğip saygıyla dinledi Bayan Nadya’yı ve sonra taksiye kadar eşlik etti.
O hafta hep eski günleri düşünüp içini çekti Celal Bey... Tansiyonu çıktığı için uzun süre yatmak zorunda kaldı ama gözü hep Nadyaların evindeydi. Kendini iyi hissedince oğlunun ve gelininin ısrarlarına rağmen kalkıp giyindi ve yola düştü. "Bahçeyi ihmal ettim" diye düşündü acı acı. "Bayan Nadya’ya ne derim ben".
Demir kapıyı gıcırdatarak açıp içeri girdiğinde inledi derinden. Güller kuruyup gitmiş, kadife çiçekleri iyice yatmışlardı toprağa, ince bir toz tabakası altında erimişti canlı olan her şey. Mavi damarlı bir grilik altında sessizdi şimdi bahçe. Sessiz ve dingin...sanki yılar süren acı bekleyiş sona ermişti artık. Zaman özgür kalmıştı...
Üzüntüyle başını sallarken gördü kapıda duran genç kadını.
-Buyrun kızım
-Celal Amca benim tanımadınız mı ?
-Alin kızım sen misin ?
-Benim Celal Amca.
-Ne oldu hayırdır ?
-Ben de sizi aramaya gelmiştim ama gelininiz burada olduğunuzı söyledi.
Alin’in yüzünde biriken acının tortusunu görünce kalbi sıkışır gibi oldu yaşlı adamın.
-Kızım yoksa!...
-Annem dün sabahtan beri yok artık Celal Amca. Ölmeden önce size haber vermemi istedi cenazesi yarın belki katılmak istersiniz.
Genç kadının göz yaşları akıp boşalmaya başlamıştı yeniden... Yaşlı adama sarıldı.. Demir sandalyelere çöküp sessizce döktüler hüzünlerini toprağa.
-Ah kızım o büyük Hanımefendi de uçup gidince gerçekten bitti artık bizim kuşağın soluklanma zamanı...Gelirim elbet cenazeye...Gelirim...Gelmez olur muyum ....Ah kızım ah...Çiçekler de soldu zaten...Biliyordu Nadya Hanım biliyordu...Çiçeklerin solma zamanı gelmiş meğer.
Alin’in kolunda eve gelince daha bir fena oldu Celal Bey ama tüm engellemelere rağmen inatla ertesi gün kalkıp giyindi, traş oldu... Bahçede kalan son çiçekleri toplayıp bir buket yaptı ve Ermeni kilisesindeki cenazeye gitti. Dönüşte ince ince yağan yağmur altında yürüdü eve...Cebindeki anahtarla kapıyı açıp üst kata çıktı. Şamil ustanın Aleko ustayla elele , gönül gönüle yaptığı pembe mermerli sedef kakmalı konsolun gözünü açıp gümüş kutuyu çıkardı. Sonra Kayısı ağacının dibinde uğraşa uğraşa derin bir çukur açtı kutunun içine hiç bakmadan saygıyla çukura yerleştirip gömdü. Yeri belli olmasın diye iyice düzledi. İşi bitirince bacağı uyuştuğu için sendeleyerek ayağa kalktı ve eski bahçeye son kez baktı.
-Rahat uyuyun Nadya Hanım!... Dediğiniz herşeyi yaptım...Kutu güvende...Sizinle aynı zamanda o da yeşerecek başka dünyalarda...Yeniden buluşup konuşana dek rahat uyuyun efendim !...
Çökmüş omuzlarını son bir hamleyle doğrultup yürüdü Celal Bey...Yağmur iyice hızlanmış, buruşuk yanaklarından süzülerek akmaya başlamıştı. Arnavut kaldırımlı sokakta yürüyerek gözden kayboldu.
Ankara - 2000
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.