- 2353 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Ölümsüzlük Otu
TEVFİK TEKMEN
LATEKMEN’DEN BÜYÜKLERE MASALLAR
ÖYKÜ BAŞLIKLARI: SAYFA NUMARALARI:
1- ÖLÜMSÜZLÜK OTU (s.4-14)
2- DELİ DELİ TEPELİ (s.24-25)
3- MAĞARADAKİ CİN (s.25-30)
4- İNSANLAR ÖLMESİN (s.30-43)
5- NAMUSLU (s.43-47)
6- MAVİ GÖMLEK (s.47-62)
7- SIRATIN İKİ YANI (s.63-67)
8- SUSUZ YAZ (s.68-74)
9- BABAM SENİ KESECEK (s.75-82)
10- CENNETTEN MEKTUP GELMİŞ (s.82-89)
11- İÇKİCİ KÖYÜN HARAMİLERİ (s.89-95)
12- OĞUZ KÖYÜNÜN İNSANCIKLARI (s.96-102)
13- BİZ HAYVAN MIYIZ ALİ AGA (s.103-107)
14- TUFAN (s.107-1113)
15- BİR DÜŞÜM VAR (s.113-119)
16- ÜZYİR’İN ÇİL ÇİL’LERİ (s.120-131)
1- ÖLÜMSÜZLÜK OTU
Koca ahlat koca kayanın yanında
Koca kaya da harman yanında
Harman köyün doğusunda
Köy bir dağın yokuşunda
İyi de bu dağ nerde
Türkiye’de
Ya da başka bir yerde
Bir Balkan ülkesinde
Çok gerilerde
Tarih öncesi günlerde
Ya da gelecekte
İki bin yedi yüz yedi de
Her neyse…
Gün gündüzdü ve vakit akşamüstüydü
Sanki mevsim güzdü
Her yerde sessiz bir hüzün
Belli ki Eylül’dü
Ağaçlar yeşil, otlar kuruydu
Harmanlıklar sapla samanla doluydu
Atlar, katırlar, öküzler, camızlar
Hayvanlar çekiyor, dövenler dönüyor
Saplar eziliyor, taneler saman altına iniyor
Dünya dönüyor, devran sürüyordu…
İgves, dövenin üstünde
Öküz sıçar diye tahta kürek elinde
Bir elinde de üğrende
Büyük agası sap saman içinde
Onun eli de çatal diğrende
Durmadan sapları kaldırıyor
Savurup savurup yere çalıyor
Döveni çeken öküzler idi
Güden, kara kız İgves idi
Küçük agası İlev’di
Harmanda değil yukarıda bir yerdeydi
Belki bostanın içinde
Bakışları boşluk ötesinde, elleri de belinde
Acaba derdi neydi
Belli ki işte değil
Acaba bir sevdiği mi vardı
Göçmen kuşlar da gidiyor
Sanki harman sonu zamanıydı…
Harman köyün dibinde
Kaya harman dibinde
Koca ahlat kaya dibinde
Kifet Nemket de ahlatın dibinde
O şimdi doksan yedisinde
Ak saçlı aksakallı bir dede
Yapraklar yeşil ama otlar kuruydu
Çünkü yaz sonuydu
Kuru otlar üstünde kara koyun postu
Bağdaş kurmuş üstünde oturuyordu
Nemket, adsız bir şahtı
Belki de kraldı
Tam on üç karısı vardı
En büyüğü kendisi kadar
En genci yirmi dört yaşındaydı
Yedi bin yedi yüz yetmiş davarı, yedi yüz yetmiş yedi sığırı, yetmiş yedi katırı, yedi de atı vardı. Çok tarlası vardı. Zenginliği Karun kadardı.
Kocaman malikânesi vardı. Duvarları taştan, örtüsü kamıştandı. Tam on üç odası vardı. Her odada da bir karı. Her gece başka odada yatar, her gece başka birini koklardı.
Kız, oğlan yetmiş iki çocuk. Kimisi çoban, kimisi sığırtmaç, kimisi baltacı… Kimisi çalışmaz, hampacı. Kimisi öküz güder, kimisi çift sürer, kimisi odun keser. Kimisi yapar, kimisi satar. Evde değil hepsi kırda, bayırda yatar.
Eski bir zamanda, eski bir dağda
Eski köy bir dağın yamacında
Nemket, ahlat ağacının altında
Altında kara koyun postu
Arkasında da mavi yosunlu kaya
Ak saçlı ve aksakallıydı
Şimdi doksan yedinci yılında
Çok yaşlıydı
Ahlatın gölgesi serinlerken, aç karnındaki zilleri dinlerken, aslan da malikâne kapısında malı, mülkü beklerken; aslan gibi kükreyip şöyle bir seslendi. Önce bir numara geldi. Adı Lügamse’ydi. O nekes birisiydi. Yetmiş yedi yıldır bir kerecik gülmemişti. Kollarını iki yana açtı, sallayıp savurup kareli bir bez açtı. O gitti ikinci geldi. Onun adı Eyirvec idi. Tahta siniyi bez üstüne kütletti. Eyirvec gitti Müslüg geldi. Çanak, tabak getirdi. Penyez, dördüncüydü. Kocasına somun götürdü. Eçça, tahta kaşıkla bir çömlek yemek, Telada, buz gibi su… Lesya, yedincisiymiş ama o başka birisiyle gitmiş. Sekizinci karısı Eyifas kuğuymuş. Yeşil gölde yüzüyormuş. Ayağı sarmaşığa dolanınca boğulmuş.
Kifet; yedi, içti, davul gibi şişti. Üstüne bir güzel geğirdi. Sonra dokuzuncuya el etti.
Eyisa, sofrayı toplayıp götürdü.
Kelem, kahveyle tütün getirdi.
Keyifle içti…
File, çamaşır seriyor, Netlüg, çocuk emziriyor, en sonunda kıvırtarak on üçüncüsü geldi. Onun adı Eçkög’dü. Yaşı yirmi dörttü. Dedeyi şöyle bir süzdü. Galiba gözünde fer gördü. Tuttu elinden, çekti götürdü. Samanlık dibine yatak serdi, üstüne de gül suyu serpti. Dedeye dedi, “hadi düttürü düü!” Ama dedeninki ölüydü. Gitti aşk ağacının dibine, zoru zoruna çövdürdü. Eçkög, birazcık düşündü. Sonra Karun dedenin ölü çüküne, ağız dolusu tükürdü.
Eçkög, büyük değil küçüktü
En fazla yirmi dörttü
Nemket’in on üçüncüsüydü
Yedi attan birine bindi
At hem kanatlıydı hem yelkenli
Deh dedi
Dağdan ovaya süzüldü
Karun dede üzülmüştü. Ama gerçekleri de görmüştü. Ne on üç karı, ne yetmiş iki çocuk; onu kimse sevmiyordu. Mirası paylaşmak için, hepsi ölmesini bekliyordu.
Samanlıktan çıkıp harmana geldi
Post taşın dibindeydi
Eçkög gitti onu boş ver
Sen pöstekiye selam ver
Pöstekiye selam verdi. Tam üstüne çökecekti ki, salıncaktaki küçük bebek şöyle bir el etti. Arkasından da “baba” diye ses etti.
Ahlatın dalında salıncak vardı
Salıncakta bebek vardı
Bebek en fazla ikisinde
Kendi ise doksan yedisinde…
Bebeğe şöyle dedi:
“Bir gözün mavi, bir gözün yeşil! Ey bebek sen kimsin? Bak salıncak üstündesin, çok sallanma düşmeyesin!”
Bebek de şöyle dedi:
“Benim anam Lesya idi. Seni değil Miles’i sevdi. Miles isimli biri için, beni bile terk etti. Sen beni sevmiştin. Bana “alaca bebeğim” demiştin. On iki anama vermeyip, kendi ellerinle beslemiştin…”
Nemket:
“Tamam,” dedi “seni bildim...”
Bebeğin adı Şümmü idi
On sene önce yedisinde
Azrail’e yenilmiş idi
Ala gözlü küçük bebek
Ak kanatlı bir melek
Ölmeseydi
Şimdi on yedisindeydi
Yirmi dördündeki Eçkög de
Onun cici annesiydi
Bebek ona dedi ki;
“Baba, ben o Şümmü’yüm. Kendi ülkemde çok ünlüyüm. Beni sana yolladılar. Çok da selam yolladılar. Yedi günde tufan olacak. Her yerler suyla dolacak. Sular her şeyi yutunca, insan soyu yok olacak. Bunu kimseye söyleme. Beni onlarla papaz etme. Al bohçanı Mahya’ya git. Başka da bir şey söyleme...”
Şümmü kızı dinledi. Hiç beklemedi. Hemen malikâneye gitti. Kapıdaki bekçi aslan, eğilip “geç ağam” dedi. Ottan, çöpten temizlendi. Çarçabuk giyindi. Karıları ve çocukları umurunda bile değildi…
Doksan yedi sene önceydi
Henüz ana rahmindeydi
O zaman Kifet Nemket değil
Sansız namsız birisiydi
Gaipten biri seslendi
Ses çok inceydi
Suyu yar, çatala var, soluk al dedi
Soluk aldı, soluk verdi
Sonra yere iniverdi
Dünyaya ilk değil, bilmem kaçıncı gelişiydi
Kaç kere çıkıp gelmiş, kaç kere çekip gitmiş
Her seferinde çıplak gelmiş, her seferinde sefil gitmiş
On üçüne gelince evlendi
İlk eşi çok zengindi
Istranca’nın kralı
karunın eniştesiydi
Düğününde bahşişler verdi
Ama en az beş çocuk istedi
Beş çocuk da ne ki
Yedi yılda bir yeni karı seçti
Tam on üç kere evlendi
On üç karı ona
Yetmiş iki çocuk verdi
Doksan yedi yıl çabuk geçti ama Karun kadar da zenginleşti…
Torbasını aldı, sopasına astı
İçinde acaba ne vardı
Biraz zeytin bir de somun
Mahya’da onlarla yaşayacaktı
Yıllar önceki ses kendisine “yedi gün önce in” demişti
Anasının karnındayken bile bu sesi dinlemişti
Arada doksan yedi sene geçti
Gördünüz ne çok zenginleşti
Yedi günlükken anasız kalan Şümmü’ye ceylan sütü içirmişmiş…
Şümmü ne demişti?
“Mahya’ya git! Hiç bekleme hemen git! Yedi günde tufan olacak, sular her şeyi yutacak. Suların çekilmesi, tam yetmiş yedi yıl tutacak. Önce Mahya yolunu bul. Sakın geç kalma erken bul. Sonra tepeni kuzeyindeki ölümsüzlük otunu bul. Bana ceylan sütü içiren babam, ölmekten de kurtul…”
Ala gözlü kızını dinledi
Çünkü o gökten inmişti
Sopasını torbasını aldı
Mahya’ya doğru yollandı
Malı vardı
Mülkü vardı
Zenginliği Karun’un kadardı
Yedi bin yedi yüz yetmiş davarı
Yedi yüz yetmiş yedi sığırı
Küpler dolusp altını
Bağları, bahçeleri, tarlaları
Dünya kadar kıskananları
Burada bıraktığı kaç yılları
On üç tane karısı
Yetmiş iki tane danası
Ama çekip giderken
Hiç biri el sallamadı
Az gitti uz gitti
Dere tepe düz gitti
Üç gün üç gece hep gitti
Dördüncü günün ikindisinde
Mahya’nın tepesindeydi
Tepenin yükseğinden
Koca dünyayı seyretti
Ama çok yorgundu
Hem de uykusuzdu
Kayın ağacının öbür yanı
Kadife gibi yosunluydu
Yeşil yosunlar üstünde
Yattığı gibi uyudu
Bu nasıl bir uyku?
Altı gün altı gece hep uyudu
Yedinci günün sabahı
güneş Karadeniz’den doğmuştu
Kalktı, doğruldu
Gözlerini kanatırca ovdu
Uykudayken olup bitenlere
Ala kızın söylediklerine
Kendi gözüyle gördüklerine
Hala inanamıyordu
O şimdi Mahya dağında
Ulu bir kayının altında
Ve çomarik gibi
Kimsesiz tek başına
Her yeri sular basmış
Kalmış bir deryanın ortasında
Önce çok korktu. Kendine bir sürü soru sordu; “Milat öncesi bir zamanda mıyım? Ben Ut-Napiştim miyim? Ala gözlü Şümmü kim? Dört tanrı toplantı yaptı. Birlikte bir karara vardı. Büyük bir tufan olacak ve insan nesli yok olacak. Kendine bir gemi yap diyen bilge tanrı Enki’mi?
Böyle kendi kendine sorular sorarak, hem de içine tarifsiz korkuları doldurarak akşamı yaptı. Akşam olunca karanlık bastı. Mahyanın tepesi küçücük bir adaydı. Kurt yok, kuş yok. Ne uçan, ne kaçan; tek canlı yok. Ses yok, soluk yok. Korktu. Hem, altı gün altı gece uyumuş, uykuya tıka basa doymuş, hiç mi hiç uykusu yoktu. Böyle böyle sabah oldu. Çevresi ıslak, her yer çiyle doluydu. Üç yudum somunu üç zeytinle yuttu. Ve kendine sorular sordu.
“Suyu yarıp çatala indim mi? Burnumu çıkarıp havayı teneffüs ettim mi? Gaipten gelen sesi dinleyip, günümü beklemeyip, yedi gün erken gelip anamı kan kaybından geberttim mi?”
Kendi kendine sorular sorarak, sorduklarını cevaplayamayarak akşam oldu. Akşam olunca hıçkırık tuttu. Su içerse geçecek ama adacıkta su yok, derya da tuzluydu. Yerdeki otlara baktı. Çiy yok, onlar da kurumuştu. Hıçkıra hıçkıra uyudu. Sonra sabah oldu. Güneş yeniden doğdu. Hem yapraklar, hem de otlar yağmur gibi çiy doluydu. Önce biraz çiy yuttu. Üç yudum somunu da üç zeytinle yuttu.
Sonra öğlen oldu. Sonra ikindi oldu. Gene kendi kendine bir sürü soru sordu, bir sürü yorumda bulundu.
“Anamdan doğduğumda çıplaktım. Ne şah, ne de kraldım. Anlı şanlı değildim. Adsız, sansız bir kimseydim. Yedi bin yedi yüz yetmiş baş davarım var mıydı? Yedi yüz yetmiş yedi baş sığırım var mıydı? Yetmiş yedi bin dönüm toprağım… Katırım, devem, atım… Ahırım, samanlığım, küpler dolusu altınım… Otuz üç tane hizmetçim, üç yüz üç tane işçim… On üç odalı saray yavrusu evim, on üç tane eşim… Yetmiş iki çocuk sorgusuz sualsiz doğdu mu? Kimisi sığırtmaç, kimisi çoban oldu mu? Hepsi kırda, bayırda uyudu mu? Şimdi belanı buldun mu?”
Böyle böyle akşam oldu. Ne kurt, ne kuş; canlı bir şey yoktu. Karun dede gene korktu. Çaresizce korkular içinde uyudu. Sonra sabah oldu.
Tufan olalı üç gün olmuştu…
Üç lokma somunu üç zeytinle yuttu, hemen sahile koştu. Güvercin uçuracaktı ama güvercin yoktu. Kırlangıç uçursa kırlangıç yoktu. Bu küçücük adada kuzgun bile yok; çok korktu. “Her yer derya deniz, burada biz neyiz?” Suyun kıyısına oturdu, kendi kendine bir sürü soru sordu.
“Birinin tavuğunu kışt ettim mi? Garibin keçilerini ürkütüp kendi sürüme sürdüm mü? Diklenenin başını suya, ya da toprağa gömdüm mü? İnsanları sömürdüm mü? Sömürdüklerimin halini görüp de onları bir gün olsun düşündüm mü? Bana bu zenginliği kim verdi? Bunca sığırı, bunca davarı, taşı, toprağı, on üç avradı kim verdi? İsyan eden sekizinciyi göle kim itiverdi? Şümmü’nün anası kaçıp gitti diye yüzüne kezzabı kim döküverdi?”
Şümmü, yedisinde ölmüştü. Bunu biliyordu. O melek değildi; bu bir. Bilgelik tanrısı Enki değildi; bu iki. Kendisi de Ut-Napiştim değildi. Bu üç. Eğer ki, öyle olsaydı kendisine bir gemi yapardı. Her canlıdan bir dişi bir de erkek alırdı. Her tohumdan yedişer tane, çuval çuval yiyecek, küp küp su alırdı. Ala gözlü bebek demek ki melek değildi. Ama tufan olacağını ona neden söyledi?
Böyle böyle öğlen oldu. Öğlen geçti ikindi oldu. Sonra gün kavuştu akşam oldu. Gene hıçkırığa boğuldu. Geçsin diye biraz derya suyu yuttu. Sonra tepedeki ulu kayının yolunu tuttu. Ses yok, soluk yok; gene korktu. Dua bilmiyordu. Bilseydi okurdu…
Koca kayının kuzeyindeki yeşil yosunların üstüne yattı. Yılanyastıklarını başına yastık yaptı. Korkular içinde uyuyacaktı. Ama aklına yılan takıldı. Ölmez otunu çalan yılan acaba nasıl bir yılandı? Gılgamış, en büyük tanrıyla anlaşmış; dokuz yüz elli yıl yaşamış. Acaba ölümsüzlük otunu çalan yılan, hala sağ mıydı?
Ölümsüzlük otu deyince hatırladı. Ala kız ona, “önce doğru yolu bul” demişti. “Sonra Mahya dağını bul. Yedi günde tufan olacak, her yer suyla dolacak. İnsan nesli yok olacak. Ölümsüzlük otunu bul. Bana ceylan sütü içiren babam, sen bari kurtul. Tufan çok sürecek. Sular yetmiş yedi yılda çekilecek.”
Yetmiş yedi yıl mı?
Zeytini, ekmeği azdı. Su ise hiç almamıştı. Bu şekilde yetmiş yedi yıl değil yetmiş yedi gün zor dayanır. Tez elden ölmez otunu bulmalı, bir lokma yutup ölümsüz olmalı; dokuz yüz elli yıl değilse bile, yedi yüz yetmiş yıl yaşamalı; Karun kadar zenginliğini de sömürdükleriyle paylaşmalıydı.
Ama ot nerede?
Şimdi biri gelip söylese…
Ah bir söylese!
Eğer ki o; başı yularlı, ayakları prangalı komünist öküz ise…
Ya da yüzünü kezzapla yaktığı karısı küsmemişse…
Göle attığı dibe çökmemmişse…
Ceylan sütü emzirdim dediği ala gözlü şümmü, açlıktan ölmemiş ise…
Bostanda dikilen âşık oğlu vuslata ermiş ise…
Harman döven igves’in başına güneş geçmemişse...
Sap saman içindeki ilev, beddua etmemişse...
İlk karısı Lügamse; “her yedi yılda bir tane, benden sora on iki tane, üstüme kaç karı aldın, boynumu bükük bıraktın, boynun altında kalsın” diye ilenmemiş ise ve kimse gelmese bile tek o gelse... O, vefakâr ve de cefakâr bir kadındı. Şimdi sular altında kaldı. Ruhu cennete vardı. Meleklerden sorup sual etse, ölmez otunun yerini öğrense de gelip söylese…
Mahya’nın tepesi küçük bir adacıktı. Tam yedi gün yedi gece o otu aradı. Ot, mot yoktu. Ölmekten çok korktu…
Keşke küresel ısınma olmasaydı
Denizler kabarıp her yer suyla dolmasaydı
Keşke çok gürültü yapılmasaydı
Keşke tanrılar kızdırılmasaydı
Keşke tufan yapmasalardı…
Keşke ala gözlü şeytana kanmasaydı
Keşke Mahya’ya varmasaydı
Keşke…
Şimdi milat öncesi miydi? Yıl bilmem kaç bin miydi? O, tanrı dostu Ut-Napiştim miydi? Böyle bir hikâyeyi babası anlatsa dinler mi; büyük bir hatanın içindeydi...
Dokuz gün sonraydı…
O lanet otu bulamamış, bir lokmacık yutamamış. Somun bitmiş, zeytin tükenmiş, zaten su yok. Bir gün çiy de düşmekten vazgeçerse de aç ve susuz bu küçücük yerde geberip giderse...
Kurt yok, kuş yok. Ne uçan, ne kaçan; ses yok, soluk yok. Şimdi tanrıya kurban kesse, közlenmiş et kokularını göklere serse ama koç yok, teke yok. Küçük bir ceren yok. Olsa bile ateş yok. Tütün yok, tüttürüp keyiflenemiyor. Şarap yok, içip kendinden geçemiyor.
Aklına iyi bir fikir geldi...
Hemen kalktı, koşa koşa sahile vardı. Denizde balık varsa ölümsüzlük otunu soracaktı. Gözlerini kocaman açtı, baktı babam baktı…
Yengeç yoktu.
Ahtapot yoktu.
Denizanası, midye, istiridye; canlı tek mahlûkat yoktu.
Okyanusun dibi yarılmış, sular içine kaçmış…
Yedi kat yerin altında
Çok derin uykularda
Bir ejderha varmış
Islanınca uyanmış
Ne olduğunu anlayamamış
Fırlamış kalkmış
Önce aval aval bakınmış
Sonra üstündeki tuzlu sulara
Üfürüp püf yapmış
Ejderha yalım saçan ağzıyla üfleyince, sular gerisin geri yeryüzüne gidince, o zaman derya deniz de kükreyip köpürünce, işte nerede toprak varsa son sürat oraya gidince, canlı, cansız her şey sulara gömülünce…
Karada yaşayan canlı nesli yok oldu bunu anladık da, suda yaşayanlara ne oldu? Balıklar nerde?
Karun dede balıktan vazgeçti. Tam dokuz gündür Mahya tepesi denen bu adacık yerdeydi. Zeytin ve somundan başka boğazından hiçbir şey geçmemişti. Koca bir kefalin karnını şöyle bir deşse. Onu kızıl korlar üstüne serse. Üstüne biraz da tuz serpse… Ööf anam öf yağları ağzından süzülse… Süzülse ama ateş yok ki! Onu boş ver. Kefal, lüfer, palamut, torik, her şeyi… Bir küçücük hamsi görse, bir de balıkça konuşmayı bilse ve ona dese; hey hamsi kardeş! Senden çok özür dilerim. Seni tutup sudan çıkardım. Çıkarınca oksijensiz bıraktım. Hiç acımadım, hiçte üzülmedim. İçini temizledim, dışını tavaya dizdim. Altın kızarınca üstünü çevirdim. Limon sıkıp afiyetle yedim. Oğlum hamsi! Ya da kızım hamsi! Yavrum, tosunum hamsi! Derine badem yağı süreyim, hızlı yüz hamsi! Senin canını ben vermedim. Bir canın olduğunuysa hiç bilmedim. Geç de olsa öğrendim, çok çok özür dilerim. İnan harbiyim. Hadi söyle bana! Ala kız bana ne dedi? Benim temiz kalpli babam dedi. Başkasıyla kaçan anası istedi; vermedim. Şümmü’ye sen piçsin dedim. Hepsi yalan, ona ceylan sütü içirmedim. Beslesinler diye on iki anasına vermedim. Yedi yıl aç susuz yaşadı. Sonra dayanamayıp tanrısına kaçtı. Allah rahmet eylesin. O bana ne dedi? Baba kaç kurtul dedi. Ölmez otunu bul ve ölümsüz ol. Ot dağın kuzeyinde, yosunlu bir kayanın dibinde… Ama nerde? Yalvarırım hamsi kardeş! Ayaklarına kapanırım hamsi kardeş! Söyle bana, o Allah’ın cezası ot nerde?
Ama suda balık filan yoktu…
Mahya’nın tepeciğinde ondan başka kimse yok. Böcek, karınca, sinek, çekirge, kelebek yok. Kırkayak, solucan, sırtı muskalı yılan… Yoktu. Acaba kime sorsa, bu lanet otu nasıl bulsa!
Denizde balık yoktu…
Uykucu ejder üflemiş, korkak deniz kükremiş. Ejderhanın nefesi kanserojenmiş. Suda yaşayan her şeyi saniyede yok etmiş.
İçinde balık bulundurmayan, susuzluktan ölsen bile bir yudumu yutulmayan suya tükürdü. Bir güzel de sövdü. Sonra ilendi. “Yer yarılsın da dibine gir iyi mi!” dedi.
Bir avuç su fırladı
Havalara sıçradı
Meşin kamçı gibi
Suratında şırakladı
Kırbacı yiyen Karun Kifet
Oracıkta bayıldı
Altı gün altı gece baygın yattı. Yedinci günü uyandı. İnce kemikli, buruşuk derili elleriyle kanlı gözlerini ovaladı. Gözleri açılınca önce önüne baktı. Sonra ötelere. Sonra berilere. Sağına, soluna, arka yönüne... Bir de gökyüzüne baktı. Sonra korktu. Ne derya, ne deniz; uzakta, yakında suya benzer bir şey yoktu. İlenmişti ya, tanrı onu dinlemiş. Yer ortasından yarılmış, derin bir oyuk açılmış; dünyadaki bütün sular, çabucak oraya kaçmış. Her yer kuruydu. Kuruluktan korktu.
Torbasını aldı, sopasına astı, günbatısına yollandı. Az gitti, uz gitti. Dere tepe düz gitti. Üç gündüz üç de gece gitti. Çentik dereye gelene kadar öldü, geberdi, bitti. Hem açtı, hem de susuz. Ağzı kurudu, dudakları çatlayıp buruştu ama çentik derede bir yudum su yoktu. Bir umut deyip dallı pınarı buldu. Pınar da kurumuştu. Durmadan koştu. Çıplak tepeye, ötesindeki gök su deresine… Gök su da kuruydu. Oysa daha geçen yıl Hızır’la İlyas orada buluşmuştu. Belki sivrinin pınarı… Belki Seğmen’in pınarı… Belki köydeki çifte kurnalı çeşme dedi ama yer gök kuru, bir yudum su bulamadı. Dördüncü günü köye vardı. Köydeki her şey kumlar altındaydı. Taşı aradı buldu. Taşın dibindeki koca ahlat yıkılmamış duruyordu. Ağacın altına oturdu. Başını elleri arasına koyup kendi kendine sorular sordu.
Dünya güneşten kopmuştu. Gaz ve toz bulutuydu. Güneşin etrafında dönüp dönüp duruyordu. Acaba bu doğurgan dünya kaç yılda oluştu…
Önce toprak yok, her yer suydu. Atmosferin bazı katmanları yok; güneş çok ısıtıyordu. Çok sıcak sudan çok buharlar çıkıyordu.
Bu kaç yıl sürdü?
Ne bilsin ki!
Buhar kaç yıllar tütmüştü. Suyun bir kısmı bitmiş, sonra toprak görünmüştü. Aradan kaç yıllar geçince, atmosfer perdeleyip de güneşin harı bitince su biraz soğumuş, tütmez olmuş. Aslında biraz çorba olmuş. Çorbada da canlılar oluşmuş…
Önceleri hepimiz sudaydık
Tek hücreli canlıydık
Suyun bir kısmı buhar olunca
Bazı canlılar toprağı bulunca
Toprak bir anaydı
Su, hem ana, hem de babaydı
Acaba hangisi asıl yaratıcıydı?
Beni su doğurmadı mı? Sonra toprak doyurmadı mı? Niye azla yetinmedim? Niye hep çok istedim? Yedi bin yedi yüz davardan birini, niye bir fakire vermedim?
Üç gün önce Mahya dağındaydı. Mahya’da hep su vardı. Orada on altı gün yaşadı. Yer ortasından yarılınca, koca bir oyuk açılınca, bütün sular buraya kaçınca, o da buralara kaçmıştı. Şimdi harman yerindeki kayanın yanında, ahlat ağacının altında, gene tek başına ve çaresiz başı da elleri arasında…
Harmana benzer bir yer yoktu
Çevresinde sap yığınları yoktu
Öküz yok, camız yok, katır yok, beygir yok
Yok oğlu yok
Döven süren çalışkan kızı yoktu
Âşık oğlu yoktu
On üç karısından en büyüğü
Kızılcık sopasıyla dövdüğü
En güzelini kucaklayıp götürdüğü
Çok odalı evi yoktu
Kimi kimsesi yok
Çaresizlik içinde
Çaresiz başı avuçları içinde
Çaresizce oturuyordu
Ölümsüzlük otunu bulamamış
Bir lokmacık yutamamış
Ölümsüz biri olup
Kral tanrı olamamış
Bütün ipler kopmuş
Bütün yollar tutulmuş
Hiç umut yoktu
Ahlatın altında çaresiz uyudu. Aç, susuz ve yorgun uyurken tuhaf bir rüya görüyordu. Ala gözlü kızı kumlar üstünden yürüyüp geliyor. Elinde toprak testi, ona su getiriyor. Bir tutam da ot... Önüne bırakıyor. Komünist öküz de az ötedeki erik ağacının dibinde, olup biteni gözlüyor. Ama Nemket çok halsiz… Hem de mecalsiz. Elini kaldırıp testiye götüremiyor, bir yudum su içemiyor. Ölümsüzlük otundan da bir lokmacık yiyemiyor…
Gene eskisi gibi olsa
Açsa ağzını bağırsa
On üç karının on üçü de
El pençe divan dursa
Ala kıza diyemedi
Bir tas su isteyemedi
Mecburen komünist öküze
Utana sıkıla seslendi
Öküz koşup geldi
Kızın getirdiği ölmez otunu
Bir lokmada yiyiverdi
Sonra gerindi
Su dolu testiye de
Güzel bir tekme kütletti
Dedi; “beni yıllarca ezdin. Hep sırtımdan geçindin. Ben, aç, susuz gezerken; sen zenginleştin de zenginleştin. Dünya döndü, devran döndü. Bak yolun sonu göründü. Gördün mü Karun dede, hayat tek ömürlüktü. Hadi bakalım de gene. Ben şahım, padişahım diye, sıkıysa iki laf söyle. Hindi gibi kabarıp böbürleneme. Yağma, gürleme, esme. Sözünü kimseye dinleteme. Sömürdüklerinden, sövdüklerinden, dövdüklerinden; bir yudum su isteyeme. Ölümsüzlük otunu ben yedim. Su testisine tekme kütlettim. Sen de geber böyle…”