SUCUK EKMEK
İnsan temiz havada büyük şehirdeki gibi sabah geç saatlere kadar uyuyamıyor. Uyandığımızda sanırım hava daha yeni ağarmıştı.
Güzel ülkemin olağanüstü doğa harikalarından biri olan bu yaylada, sırtını çam ormanlarına yaslamış küçük kulübemizin perdelerini açtığımızda bizi çocuklar gibi sevindiren bir manzara ile karşılaştık. Kar yağıyordu lapa lapa.
Lapa lapa tabirinin sözlük karşılığı bu olsa gerekti. Avuç içi büyüklüğündeki kar taneleri gümüşi renkte gökyüzünden süzüle süzüle iniyordu yaylaya.
Önceki gün insana huzur veren yeşilin binbir tonu ile hatırladığımız her yer, bu defa insana temizlik hissi veren beyaz, bembeyaz bir renge bürünmüştü. Sanırım en güzeli de devasa çam ağaçlarının, üzerlerinde biriken karlardan dolayı başlarını yere eğmiş dallarının görüntüsü idi.
Kısaca içinizden ben kışı ve soğuğu sevmem diyenlerin bile izlemekten büyük bir keyif alacağı muhteşem bir manzara ile karşıkarşıyaydık.
Önce çam ağacından yapılmış tek göz küçük kulübemizin sönmeye yüz tutmuş şömine ateşini besledik kuru çam odunları ile. Ortam böyle olunca çıtırdayarak yanan odulardan çıkan sesler, inanın bir melodi gibi geliyor insanın kulağına.
Birden bu güzel melodiyi bastıran ve kulaklarımızı tırmalayan homurtumsu seslerle irkildik hepimiz. Sanki kulübenin içerisinde homurdayan bir ayı dolaşıyordu. Sesin kaynağını bulmamız çok uzun sürmedi. Sesler midemizden geliyordu.
Artık gurultu diyemeyeceğim kadar şiddetli bu homurtular bizlere bir an önce kahvaltı etmemiz gerektiğini söylüyordu. Hemen üzerime kalınca bir şeyler giyip, yanıma da bir sofra bezi alarak kulübemizden yaklaşık 300 metre aşağıdaki yayla fırınının yolunu tuttum.
İki katlı ahşap bir yayla evinin bahçesinde bulunan fırından aldığım kocaman, daha dumanı üstünde patatesli ev ekmeğini yanımda getirdiğim sofra bezine güzelce sardıktan sonra koşar adım kulübemizin yolunu tuttum.
Kulübeye döndüğümde, hafta sonu için yanımızda getirdiğimiz nevaleler masanın üzerine dizilmişti bile. Mis gibi petekli yayla balı, altın sarısı renkte tereyağı, çemen, yayla kadınlarının yaptığı muhteşem aromalı böğürtlen reçeli, biberli dolma zeytin ve daha bir sürü. Şöminenin üzerinde tıngırdayan çay suyunun yanında kaynayan yumurtaları da unutmayayım.
Herkesin çok acıktığı her halinden belliydi. Ve final için gereken tüm şartların olgunlaştığını düşünerek açılmamış son poşete daldırdım elimi. Bu poşette yayla yolu üzerinde bulunan bir dağ kasabından aldığımız, lezzetini ise bu yazıda betimliyemeyeceğim birkaç kangal sucuk vardı. Yalnızca fikir vermesi açısından şunu söyleyebilirim ki, bu olağanüstü yaylanın mis kokulu kekiklerinden ve otlarından yiyen hayvanların etinden, yine bölgeye ait katkısız baharatlarla imal edilen bu sucukları büyük şehirlerdeki marketlerde veya kasaplarda bulmanıza imkan yok.
Her neyse hemencecik soyduğumuz ve 2-3 parçaya böldümüz sucukları güzelce şişlere geçirip şömine ateşinin içerisine salladık. Bu defa başka bir güzel melodi çalınmaya başladı kulaklarımıza. Sucuğun pişerken çıkardığı o güzel cızırtılar.
Sucuklardan sızan yağların harlattığı ateş ile aydınlanan küçük kulübe sıcacıktı. Ve sonunda sucuklarımız da pişti. Patatesli ev ekmeğinden büyük bir parça koparan herkes pişen sucuğunu ekmeğin içine sıyırdı ve çaylarımızın bizi beklediği küçük tahta masanın başındaki yerini aldı.
Ekmek arası sucuğumu büyük bir iştahla ısırmak üzereydim ki tam bu sırada terden sırılsıklam olmuş ve yatağa yapışmış bir vaziyette bana uyanıp işe gitmem gerektiğini hatırlatan çalar saatimin gerçekten kulaklarımı tırmalayan sesi ile uyandım.
Ne yani her şey bir rüya mıydı? Olamaz, olmamalı. Ama ne yazık ki tüm bunlar bir rüyaydı, güzel bir rüya. Ve hatta rüya olduğunu saat ile birlikte çalmaya başlayan radyom da acı bir biçimde yüzüme vuruyordu:
“Bu gün 25 Haziran Pazartesi, sıcak bir gün olacak, yetkililer hava sıcaklığının öğle saatlerinde yer yer gölgede 38 derece olacağını açıkladılar. Şimdi yol durumu…”