- 2174 Okunma
- 13 Yorum
- 0 Beğeni
ZAMAN"A DÜŞEN IŞIK...1
Zamana düşen ışık. Bediüzzaman Said Nurs-i Rahmetullahialeyh...
Bir ömre canını adamış ve Milleti için her iki dünyasınıda feda etmiş bir şahsiyetin yaşamış olduğu bir hayat hikayesi...
Said Nursi 19"cu yüz yılın son çeyreği ile,yirminci yüz yılın ilk yarısında var olmuş,etkileri günümüze kadar süren büyük bir İslam alimi ve büyük bir düşünürdü.Tarih"in hızlandığı,osmanlı imparatorluğunun yıkılıp Türkiye Cumhuriyet"inin kurulduğu dönemde yaşadı kendisi.
Zekasıyla,şahsiyetiyle,tavırlarıyla her dönemde konuşulan adam oldu hep.
Tevhid inancını Kur"an ayetleri ve akli delilleriyle açıklayan eserleri,yirminin üzerin de dile çevrildi. Ve dünya"da pek çok ülke"de büyük bir hayranlıkla okunmaya devam ediyor hala.
Doğu Anadolu Bölgesi. Bitlis şehri.
Yer hizana bağlı isparit nahiyesinin Nurs köyü. Yüce dağlar ve yalçın kayalıklar arasına sıkışıvermiş, yemyeşil, şirinmi şirin bir yer Nurs köyü.
1876 yılının baharında, bir seher vakti, Nurs köyünün Kıble"ye bakan yamacındaki kerpiç duvarlı ve toprak damlı bir evde, yedi çocuklu bir ailenin dördüncü çocuğu olarak dünyaya geldi Said Nur-si.
Annesi Nuriye hanım dindar bir Anadolu kadınıydı..Babası sofi Mirza"da, çevrede saygı gören faziletli bir kişiydi. Aile Said-i büyük bir özenle yetiştiriyordu.
Daha henüz doğmadan ana rahmindeyken,ailesinin gizli bir şekilde manevi koruması altında geleceğe doğru hazırlanmıştı küçük Said.
Babası Mirza bey, tarla çayırdan büyük baş hayvanları getirip götürürken, komşuların mahsullerinden yemesinler diye ağızlarına torba takarmış her daim.
Hz.Üstad doğduğu yıl Sultan Abdulaziz tahttan indirilip,intihar süsü verilerek öldürülmüş ve yerinede sultan Abdulhamid geçmişti.
Üstad bir yaşındayken 93" harbi diye adlandırılan,1877-78 Osmanlı Rus savaşı patlak vermişti.
Osmanlı, balkanlar da ve Avrupa"daki topraklarının neredeyse tamamına yakınını kaybetmişti.
Bu ağır savaş tazminatı uzun yıllar süren ekonomik çöküntüye yol açmıştı.
Müslüman nufusun her türlü zor şartlar altında başlayan göç dalgaları,Ülke"deki durumu dahada ağırlaştırmıştı.
Halk, fakirlik ve salgın hastalıklardan ayakta duramaz hale gelmişti sonunda.
Dünya"daki tek Müstakil İslam devletinin çöküş seslerinin,feryatlarının duyulduğu bir dönemdi bu süreç.
Küçük Said bu ortamda sorular içinde geçirdi çocukluğunu.
Anne ve babası onun keskin zekasını, güçlü hafizasını,bilgi sevgisini ve büyük öğrenme isteğini hemen farketmişlerdi.
Onun çocukluk döneminde,bitlis ve çevre illerde faaliyet gösteren pek çok medrese ve tekke vardı. Hiç şüphesiz ilme büyük değer veren Nurs"tada manevi bir hava hakimdi.
Küçük Sait, uzun kış gecelerinde babası ile birlikte, bu Nurs evlerinden birine gider ve büyüklerin meclislerinde bulunurdu. Henüz yedi sekiz yaşlarında bir çocuk olmasına rağmen,dini ve ilmi sohbetleri dikkatle dinler,bölgenin alimleri arasındaki islam"ın geleceği ve Osmanlı"nın durumuna ilişkin ateşli tartışmaları izlerdi.
Yıl 1885.
Said Nursi"yi çocukluk döneminde Osmanlı imparatorluğunun ilim merkezlerinden olan,doğu medreselerinde görüyoruz.
Beş yıl medreseleri dolaştıktan sonra,doğu beyazıt"ta Mehmet Celali medresesinde onbeş yılda alınan dersleri, üç ay gibi kısa bir sürede verip icazetini alıyordu.
İşte üstadın oldukça hareketlı ve renkli geçen ilginç öğrencilik yılları.
Bütün bir Nurs"un sevip saydığı ağbeyi Abdullah gibi Said"de okumak istiyordu.
Öğrenimine dokuz yaşında ispirit nahiyesine bağlı, tağ köyündeki Muhammed emin efendinin medresesinde başlamıştı.
Fakat, yaşının küçük olması başına dert açıyordu her daim.
Öğrenciler arasından, keskin zekası ve olağanüstü hafızasıyla sıyrılıp öne çıkıyordu hep.
Çok hızlı öğreniyor,çok hızlı öğrenince de diyerlerine ayak uyduramıyor, bunu denemek istediği vakit de canı sıkılıyordu.
Daha sonrada,
hocanın gösterdiği özel ilgi, diyer öğrenciler arasında kıskançlık uyandırdığı için,sürtüşmelerden kurtulmak amacıyla,"benim burda öğrenecek bir şeyim kalmadı" deyip Nurs"a geri dönüyordu.
Ağbeyi Abdullah"tan aldığı eğitimi de yetersiz bulan Said, on yaşındayken ilim yoluna koyulmuştu. Pirmis medresesinde de yine aynı olayla karşılaşınca, hocası onu, hizan şeyhi Seyyid Nur Muhammed"e götürmek zorunda kalıyordu.
Burada, onun bu üstün yeteneğini kıskanan talebeler, dört kişi olarak birleşip, Said"e hücum ediyorlardı. Müthiş bir kavga başlıyor ve Bediüzzaman o vakit onlara;
"siz benimle döğüştüğünüz zaman ,dördünüz bir değilde,ikişer ikişer geliniz" diyerek adeta meydan okuyordu.
Nur Muhammed efendi, Nurslu kardeşlerle yakından ilgileniyordu. Çünkü, babası seyyid Sıbgatullah efendi hazretleri,Üstad"ın doğumundan aylar önce, büyük bir islam alimi olarak dünyaya geleceğini haber vermiş,babası Mirza efendiye büyük bir saygı duymuştu.
Bir gün Mirza efendi, Seyyid Sıbgatullah efendi hazretlerinin sohbetine icabet etmiş, Sıbgatullah efendi de, ayağa kalkarak baş köşede yer verip, büyük bir saygı göstermişti ona.
Orada bulunan herkes,"efendim bu Nurslu basit köylüye neden bu kadar çok ilgi ve alaka gösteriyorsunuz?" dedikleri vakit.
Seyyid Sıbgatullah efendi hazretleri onlara cevaben ,"benim bu zata gösterdiğim saygı, onun şahsına değil, onun neslinden ilerde bir zat gelecek ki, tüm cihana İslamiyet nurunu yayacak"ondandır diye cevap veriyordu.
Küçük Said"in bu olağan üstü halinden dolayı nur Muhammed efendi, Said"i sıkıca kollamaya başlamıştı. Bu küçük dehanın manevi ışığı daha o yıllarda farkediliyordu.
Fakat, medrese ortamına uyum sağlayamadığı için, o yıllarda eğitim hayatına devam edip etmemek arasında kararsız kalmıştı. Hatta vazgeçmişti.
Tamda o günlerde bir gece ruyasında, Hz.Peygamber (sav) gördü. Rüya da, köprünün başında Hz.Peygamber (sav) efendimizin ellerine kapanıyor, ve Peygamber (sav) efendimizden ilim taleb ediyordu.
Bu defa efendimiz (sav) "ümmetim"den sual sormamak şartı ile sana ilmi Kur"an verilecektir" diye cevap veriyordu Besiüzzaman"a.
Bu rüya"dan çokca etkilenen küçük Said, her türlü şarta rağmen, eğitimini tamamlama kararı alıyordu artık.
Abisi Abdullah"la beraber, nurşi"nin seyhan yaylasına gidiyorlardı.
Her hocadan kısa sürede bir kitap okuyan ve, bölgede ki medreseleri dolaşan Said"in durumu, alimler arasında konuşulur olmuştu.
Ders aldıkları Abdurrahman Taği"de, bu Nurs"lu talebelerden biri "İslam"ı ihya edecek" dediği molla Abdullah"la beraber,küçük Said"deki yüksek ruhaniyetin farkındaydılar.
Bu yüzden, çok yakınlık ve büyük bir ilgi gösteriyordu onlara.
Gece vakti uyanıp,üstü açılan talebelerin üstlerine yorganları örtüp, hasseten büyük ruhlu küçük Said"le çok alakadar oluyordu Abdurrahman Taği efendi.
Henüz onbir yaşında olmasına rağmen, kendine has asaleti ve oturmuş olgun bir karakteri vardı küçük Said"in. Doğru bildiğini korkmadan söylerdi.
Ağabeyine ve büyük öğrencilere,
"sizde burda benim gibi öğrencisiniz,kimseye hocalık yapma hakkınız yok!" deyip,Nurşin medresesinden"de ayrılarak, tekrar Nurs"a geri dönüyordu.
Çok küçük yaşta olmasına rağmen, ne yaptığının farkında,kendisini bilen,sorumluluğunu bilen,her şeyi niçin yaptığını bilen bir anlayış,bakış açısı ve bir vizyona sahipti. Binbir umutla gittiği Bitlis Medresesinde, hocası Emin efendinin, eğitimini büyük öğrencilerinden birine bırakması, onuruna dokunmuştu.
Bir cuma günü,cami"deki kalabalık cemaatin içinde, vaaz veren hocası Emin efendinin bir yanlışını yüzüne vurup, kendisini okutmaya tenezzül etmediğini de hatırlatarak, vaaz"da yanlış ifadeleri açıklayıp "öyle değil böyledir" diye doğrusunu ifade ediyordu.
Bu olayın ardından, Bitlis medresesinden de ayrılıyordu. Sıra dışı bir kişiliği vardı . Nüküsteki Mir Hasan velinin medresesinde de aradığı özel ilgiyi bulamayınca, bir kaç gün kalıp yeniden yola çıkmıştı.
Bitlis,Van,Ağrı,Doğubeyazıt gibi Medreseler, Osmanlı"nın en önde gelen Medreseleri idi. Bir Medrese de en fazla, bir kaç ay kalabiliyor,bazılarında bu bir kaç haftaya dahi düşebiliyordu. Çok kısa bir zaman da Medresede ki o" ders veren hocaların seviyesine çıkabiliyordu.
Durum böyle olunca da, orada ilim tahsil ettiği yaşıtları ve ya, yaşca kendinden daha büyük talebeler arasındaki kıskançlık büyüyor, ve büyük bir husumet zuhur ediyordu aralarında.
Kendisi, çok kısa bir zamanda horlanıyordu. Ve bu duruma, kendisi mizacı itibarıylada, kimsenin baskısına dayanamadığından, tahammül edemiyor ve başka başka medreselere gidiyordu.
Yüzlerce yılda oluşmuş eğitim müfredatı,Medreselerdeki hiyerarşi ve küçük öğrenciler üzerindeki baskı, küçük Said"in hayatında kesintiler meydana getirip onu bir arayışa sürüklüyordu.
Beş yıl süren eğitim hayatı boyunca,her hocadan kısa süre de bir kitabı okumuş ve sık sık Medrese değiştirmişti. Oysa ilimdeki yeteneği, hocalarının dikkatini çekiyor ve onların takdirlerini kazanıyordu.
Ancak, henüz aradığı adresi bulamamıştı bir türlü. Bu dönem de Kur"anı Kerimi hatmedip,Medrese eğitiminin temeli olan "Sarf" ve "Nahiv" Kitaplarını okumuştu.
Yıl 1890. Beyazıt. Çıktığı ilim yolculuğunda Van"ın "gevaş" diyer adıyla "vastan" ilçesinde Molla Mehmet"le tanışması küçük Said"in hayatında bir dönüm noktası oluyordu.
Çünkü Molla Mehmet onu, doğunun bir başka ilim merkezi olan Erzurum"a götürüyordu.
Erzurum"un Beyazıt kasabasına,bu günkü "Ağrının doğu beyazıt" ilçesine giden ondört yaşındaki Said, şeyh Mehmet Celali Medresesine yerleşiyordu.
Mehmet Celali,küçük Said"in zekasını,yeteneğini,becerisini ve azmini görür görmez, onu hemen keşfetmişti. Aradığı adresi nihayet bulmuştu artık.
Ve ilk ciddi tahsil ve diploma icazetname alması, Doğubeyazıt"ta gerçekleşmişti. Beyazıt"ta Mehmet Celali"den ders aldığı bu dönemde, Ahmet Hani türbesinde kalıyordu.
Vaktini tamamen ilmi çalışmalarla geçirip, ibadet ve zikirle meşgul oluyordu.
Dönemin tüm Medeselerinde öğretilen bütün kitapları üç ay gibi çok kısa bir zamanda okuyordu.
Molla cami,Şerhül Mevakıf,İbnul-Hacer ve Cemül-Cevami kitaplarını kendi kendine okuyup ezberliyordu.
İmam Gazaliyi"de burada okudu. Onbeş yılda katedilecek bir yolu üç ay gibi bir sürede katedip o ilmi elde etmişti.
Ben bir kitabı okurken,o kitabın yazarının Kur"anı nasıl anladığını öğrenmek için okuyorum diyordu.
Dolayısıyla, Kur"anı anlamak ve kainatın yaratılışını anlamak için okumuş oduğum bu eserlerden, anahtarlar ve şifreler edindim ve o amaçla okudum diyordu.
Mehmet celali ona icazetini veririken, ilmi sınıfının giyim kuşamına girmesini istiyordu. Bunun üzerine Said "ben henüz çocuğum, alim kıyafetini nasıl giyerim" diyerek kabul etmeyip giymiyordu.
Yıl 1891. Yer Bitlis.
15 Yaşındaki Molla Said, bölgenin alimleriyle çeşitli zeminlerde yaptığı tartışmalarıyla ilmi ve fikri düzeyini ortaya koyuyordu.
Daha çocuk yaşta öğrenci toplayıp, Mardin"de kendi Medresesini kuruyor ve camiler de vaazlar veriyordu. Bölgenin halkına,ağalarına ve paşalarına yol göstericilik yapmaya başlıyordu sonra. O, bilgiye hiç doymuyordu.
Bağdat"taki büyük alimlerle görüşmek için, Beyazıttan yola çıkarak yeniden ilim yolculuğuna başlıyordu. Bitlis"te iki gün Mehmet Emin efendinin medresesinde kaldı.
Sonra da Bitlis"ten şirvana ağabeyi Molla Abdullah"ın Medresesine geçti. Abdullah,doksan Kitabı ezberlediğini söyleyen kardeşi Said"i imtihan edip, çok şaşırıyordu ve kardeşinin ilmi seviyesini kabul etmek zorunda kalıyordu sonunda.
Onun bilgisini sorgulayanlardan biriside Siirt"teki ünlü Molla Fetullah efendiydi.
Molla Fetullah, "sen" geçmiş yüzyıllar da yaşayan "Bediüzzaman Ehmed aniye" benziyorsun diyordu ona.
Sen Bediüzzamansın diyordu.
İlk defa Bediüzzaman"a bu lakabın takılması ve bu ünvanın verilmesi tam o zaman başlıyordu.
Onbeş yaşındaydı ve kendisinden yaşça büyük alimlerle tartışmayı seviyordu.
Böylece toplum hayatında önemli bir kişi olarak öne çıkmaya başlıyordu. Artık dönemin en büyük alimleriyle boy ölçüşecek bir duruma gelmişti. Münazaralar tertipleniyordu aralarında. Bir soru atılıyordu ortaya ve "hadi cevap ver bakalım"deniyor kim en doğru cevabı verirse o konuşuluyordu sonra.
Osmanlı,
şehirlerindeki paşalar,ağalar, şeyhler,alimler ve sanatçıları himaye ederdi. Özel geceler, ilmi tartışmalar düzenlenirdi onlar için. Said, şehirden şehire seyahat ediyor,bir Medrese"den diyerine geçiyor ve karşılaştığı alimlerle tartışıyordu. Medrese öğrencilerinin hepsi neticede birer gençti.
Aralarında kıskançlıklar ve guruplaşmalar oluyordu zaman zaman. Said"se, küçük yaşına rağmen, tartışmalardan üstün çıkınca hocalarını küçük düşmüş gören bazı öğrenciler, bir keresinde üstüne yürümüş onu dövmeye çalışmışlardı.
O günden sonra Said, yanında bir hançer taşımaya başlamıştı. Ona "Said"i meşhur" diyenlerde vardı.
Kısa zamanda öğrenilmesi çok güç zor kitapları çözmesi, anlaması ve onlardan yorum edinerek başka müşkil meselelere çözüm getirmesi dönemin bölgedeki tüm alimlerini kıskandırıyordu.
Bölgenin o günkü yapısı itibarıyle, aşiret reisleri kendi bölgesindeki alimlere diyorlarki, "falan yerde çocuk yaşta birisi çıkmış sizin bilmediğiniz meseleleri biliyor,sizin çözemediğiniz konuları çözebiliyor !" diye tartışmalar meydana geliyordu.
Bunu yer yer, tarih-çe-i hayat adlı eserinde de görebildiğimiz gibi, aşiret reislerininde organizasyonuyla, bölgenin tüm alimleriyle şiddetli tartışmalar oluyordu aralarında.
Said 1891" yılında Bitlis"te henüz onbeş yaşındayken,Cevval,münazaracı ve sözünü sakınmayan bir genç molla olarak sivriliyordu.
Yıl 1892 yer Mardin. Siirt"e bağlı tilloda, "Kubbei hasiye" türbesin"de inzivaya çekilip,"kamusu okyanus" adındaki ansiplopedik sözlüğü ezberliyordu.
Buradayken bir gece rüyasında gördüğü Abdulkadir Geylani hazretleri,onaltı yaşındaki Said"e halkına zulmeden niran aşireti reisi ve hamidiye paşalarından Mustafa paşaya emribilmağrup yapmasını söylüyordu.
Dicle nehri kenarında "bani hanı" denilen mevkide Mustafa paşaya gidiyordu. Ancak o esnada mustafa paşa yoktu orada. Said geçip Mustafa paşanın makamına oturuyor ve sedirine uzanıyordu.
Mustafa paşa geldiği zaman "kim bu genç"? diye sorunca. Efendim bu Bediüzzamndır,bu Peleye baş eğmeyen bir zattır diye tanıtıyorlardı kendisini.
Mustafa paşa, "niye geldin"? diye soruyordu. Bediüzzaman "ben seni namaza davet etmeye geldim" diye cevap veriyordu ona. "Eğer sen namaz kılmazsan seni öldüreceğim" diyerek sözlerine devam ediyordu sonra.
Mustafa paşa, "şu duvarda asıllı duran pis kılıçlamı beni öldüreceksin" diye sorduğunda. O vakit Bediüzzaman.
"Hayır hayır.! Kılıç kesmez.! El keser.! Ben ellerimle seni öldüreceğim.! diyerek adeta meydan okuyordu ona.
Bu tartışmada büyük bir üstünlük sağlayınca Mustafa paşa Said"e mavzer ve at hediye edip namaza başlıyordu sonra.
1892"de Mardin"de Şehide Camii"nde öğrenci toplayıp ders verdi. Artık kendi Medresesi vardı ve onun için yeni bir dönem olan, hocalık dönemi başlamıştı. Bu yıllarda şeyh Eyyub ensarinin evinde kalmıştı.
Said öğrencileriyle yaptığı tüm güreçleri kazanırdı her daim. Güçlü bir bünyeye sahipti. Su arklarından atlama oyunu oynuyorlardı beraberce.
Hiç bir kimse genç Said"i geçemiyordu. Siz beni geçebilmeniz için benim ancak talebelerime ulaşabilirsiniz diyerek,O büyük su arkını ilerden suratle koşup gelerek,zıpladığı gibi öbür tarafa adeta bir kuş gibi uçup geçiyordu anında. Hiç bir kimse kendisine yetişemiyordu.
Korkusuz ateşli ve atılgan bir kişiliği vardı. Bir öğrencisiyle çevreyi seyretmek için çıktıkları ulu cami"nin minaresinde, her an düşebilir diye korkuyla izleyen halkın gözleri önünde, şerefenin korkuluklarında uzun bir süre yürümüştü.
Merdiven gibi tepe tepe evleri olan,zirvelere doğru yükselen bütün şehir tıpkı müze mahiyetinde olan bir beldeydi Mardin.
işte O şehrin ulu camii"nde Molla Kasım isimli bir arkadaşıyla minareye çıkıyordu bir gün.
Bir anda, Molla kasım"ın hayret dolu bakışları arasında, Bediüzzaman Minarenin şerefesinin kenarındaki, incecik demir korkulukların üzerine çıkıp, ellerinide açarak, başlıyordu minarenin etrafında dönmeye.
Molla kasım, "şimdi düşer, buna bir şey olurda, benim üzerime kalır" diye süratle aşağıya koşarak iniyordu korkusundan.
Bediüzzaman onun kaçtığını görünce,çağırıyor ve "gel gel Molla kasım, gel beraber dolaşalım" diye sesleniyordu arkasından.
1895. Bitlis. Doğu"daki bölge ve tüm şehirlerde ünü gittikçe yayılmıştı. Korkusuz ateşli ve atılgan Said"i bölge valileri koruma altına almak zorunda kalıyorlardı. Dolayısı ile Said vali konağında kalıyor ve gündüzleri de Medresesin"de ders veriyordu. Çok genç yaşta olmasına rağmen sosyal ve siyasal olaylarlada ilgileniyordu.
1895"yılında Said ondokuz yaşındayken, Mardin mutasarrıfının emri üzerine, elleri kelepçe ile bağlanarak jandarma gözetiminde şehir dışına Bitlis"e gönderiliyordu.
Buda Said Nurs-inin ilk sürgünü oluyor ve böylelikle hayatında ki ilk sürgünü Mardin"de başlıyordu. Mardin"den Bitlis"e göntürülen Molla Said, burada jandarmaya teslim ediliyordu.
Ömer paşa tarafından himayeye alınan Said"e vali konağında özel bir oda tahsis edilmişti. Bitlis valisi ömer paşa "sen benim üstadımsın"diyordu ona. Ünü bu bölgelere tümüyle yayılmıştı. Sonunda durum bölge valilerinin genç Said"i korumaya mecbur kalacakları boyutlara ulaşıyordu.
O bölgelerde tanınan bir insan, genç bir ilim adamı olma durumuna gelince, dönemin valileri kendisine yoğun ilgi gösteriyorlardı.
Osmanlının son dönemi olsa bile, valiler ilim adamlarına, santçılara, çok büyük ilgi ve alaka gösteriyorlar,özellikle doğunun nezaketi itibarıyla Sultan Abdulhamid, o bölgelere hakikaten derinliği olan vali gibi valiler gönderiyordu.
Genç Said"in başına gelen olaylar yıldırım hızıyla kulaktan kulağa yayılıp Nurs"a ulaşıyordu. Köylüler Molla Said hakkındaki haberleri ailelerine bildiriyorlardı.
Said"in Annesi Nuriye hanımın, bu haberlerle yüreği parçalanıyor ve gözünden yaş hiç eksik olmuyordu.
Bababsı Sofi Mirza"da oğlunun macerasını işittikçe tebessüm ediyordu sadece. O çocukluk döneminde, Said"in Annesiyle beraber irtibatları çokca sıcak olmuştu ve bütün hayatı boyuncada Annesinden etkilendiğini söylemiş ve ömrü boyuncada söyleyecekti.
Yıl 1896. Sultan Abdulhamid"in yirminci saltanat yılı. Yok oluşa giden yıkılış belli bir ölçüde durdurulmuş, uygulanan politikaların olumlu sonuçları ortaya çıkmaya başlamış, ve Ülke, birazda olsun kendini toplamıştı.
Vali ,hürmet edip konakta ağırladığı için Said bölgedeki üst düzey ilişkilerede katılıyordu. Diyer şehirlerin valileri, il yöneticileri, paşalar,şeyhler,alimler ve ağalarla sosyal, siyasi, ve ekonomik olaylar hakkında da değerlendirme yapmaya başlayan Üstad"ın düşünür boyutuda ortaya çıkıyordu böylece.
Kısa zanmanda parlayan bir yıldız olarak onu görünce, ilgi göstermişler, ve saraylarına davet etmişler, hatta zaman zaman gidip o valilerin saraylarında üç beş ay kaldığı dahi olmuştu.
Kendine öyle bir güven duygusu hakimdiki,sadece bilmek yetmezdi. Sentez yapabilmek çok önemli,analiz edebilmek çok önemli,onlardan sonuçlar çıkarabilmek çok önemli,hayata yayabilmek çok önemli, o gün yaşanılır hale getirebilmek yani "teoriden pratiğe" geçirebilmek çok önemliydi. Ve Said bunların hepsini tümüyle yapabiliyordu.
Ömer paşanın ağırladığı bu genç alim artık yirmi yaşlarındydı. Said Bitlis"teki vali konağında vaktini kitap okuyarak geçiriyordu.
Dönemin seksen doksana yakın temel Kitap eserleri vardı. Ve bunları tümünü okuyup, hafızasına alıyor, sonra aradan bir süre geçiyor, tekrar bir daha okuyordu.
Yani, yeniden, tekrar tekrar hafızasına alıyor, böyle döne döne okuyordu o kitapları. Üç ayda bir aynı kitaba tekrar geliyordu. Böyle yaparakda o kısa dönem hafızayı uzun dönem hafizaya geçirmiş oluyordu .
Eşi vefat etmiş ömer paşanın altı kızı vardı ve bu kızlarla ister istemez karşılaşıyordu Bediüzzaman. Bu arada şehirde dedikodular çıkmıştı.
Kızlarsa bambaşka bir hikaye anlatmışlardı babalarına. Bediüzzaman ilme,irfana,Kur"ana öyle bir yönelmişki, ömer Paşanın hangi kızı büyük,hangi kızı küçük, altı kızında hiç birinin farkında bile değildi.
Hatta o kızlardan birisini elektrik gibi çarpıyordu Üstad.
Çalıştığı odaya yönelince kız, öyle bir keramet gösteriyor ki Bediüzzaman, kız çığlıklar atarak kaçıyordu oradan.
Baba.! Baba.!Bu deliyi sen neden burada tutuyorsun? diye dert yanıyordu babasına.
Dedikodular asılsız çıkmıştı. Ömer paşa ısrarla 1895"ten,1897"ye kadar iki yıl daha genç Said"i konakta misafir etmişti.
1897" Van. Yirmi bir yaşındaki genç Said, Van valisi Hasan paşanın daveti üzerine Bitlis"ten vana gidiyordu.
Van kalesi Üstad"ın hayatında çok önemli bir yer tutuyordu. Çünkü van kalesinin çevresinde Müslüman mahallesi var ve burada birde Üstad"ın medresesi vardı.
Van şehrinde de vali konağına yerleştiriliyordu. Konakta büyük bir kütüphane vardı ve Said"in elinden kitaplar hiç düşmüyordu. Bu arada Türkçeyi öğrenmişti. Konaktaki yüksek kültürde kendini dahada geliştirmişti.
Beş yıl eğitim alan,altı yıl Medrese hocalığı yapan genç Said, konaktayken Medresenin dışındaki dünyaya açılma fırsatı da bulmuştu böylece.
Çeşitli bilim dallarıyla ve çağının dünya kültürüyle temasa geçmişti. Bu arada, devrinin gazetelerini takip ederek, Ülke"deki ve dünya"daki gelişmelerle de ilgileniyordu aynı zaman da.
19"ncu yüz yıl başta İngiltere olmak üzere, batılı Ülkelerin dünyaya yayıldığı, Afrika"dan Asya"ya sömürgeler oluşturduğu bir çağdı. Osmanlı imparatorluğu, girdiği savaşların çoğunu yitiriyor ve sürekli geriliyordu. Devlette yapılan reformlar bu gerileyişi durduramıyordu.
Aydınların birbirlerine sordukları sorular aynıydı. Batılılar, bizi üstün silah gücü ve teçizatla yeniyor. Peki bu silahlar bizde neden yok.?! Onlardaki fabrikalar bizde neden yok.?! Ve hepsinden önemlisi batının bilimi bizde neden yok.?!
Uyanık zihinler, gerileyişin ardındaki bilimsel,teknolojik,ekonomik nedenleri görebiliyordu.
Özellikle 19"ncu asrın sonlarına doğru İslam aleminin tamamına yakını, sömürge haline getirlilmişti batılı ülkeler tarafından.
Türkiye,İran,Afganistan dışındaki bütün ülkeler sömürgeleştirilmişti. Bilim ve Fen adına gelen şüpheler, İslamiyeti ve Müslümanları son derece zor duruma düşürmüştü. Bundan dolayı da Müslümanlar, batıyı olduğu gibi taklit etme ve, batı medeniyetinin bütün yönleriyle İslam alemine sirayet etmesi söz konusuydu.
O dönemde okumuş kesim, Medrese, Mekteb uçlarında kutuplaşmıştı. Bir tarfta ""pozitif bilimlerin eğitimini almış batıcı Mektepliler"",diyer tarfta da geleneksel eğitimden geçmiş Medreseliler vardı.
Said"in çevresinde sürekli çağın ihtiyaçlarına karşılık olmayan detay sorunlar tartışılıyordu. Said, dinin inançla sınırlı kalmadığını, sosyal,siyasi ve ekonomik bağlantılarında olduğunu düşünüyordu.
Bir davaya vakfetme ve ondan şaşmadan yürüme yeteneğine becerisine sahip bir insandı o. Bu dönemde, Matamatik,Fizik,Biyoloji,Jeoloji ve Astronomi, Fen bilimleri, tarih ve Felsefe gibi sosyal ilimleri kendi kendine öğrendi.
Bir Matamatik kitabı yazdı. Fakat konakta çıkan yangından bu eserini kurtaramadı.
Yenilikçi,atak, cesur bir Mizaca, son derece parlak bir zekaya ve güçlü bir hafızaya sahipti. Aynı zamanda Medrese hocası olan genç Said,Mekteplerde okutulan pozitif bilimleride öz olarak öğrenmek ve Medrese Mekteb çatışmasına son vermek istiyordu.
O valilerin saraylarında İstanbul"a henüz gelmeden batıyı anlayabiliyor ve batının eğitim ve öğretim paradikmasını görebiliyordu
Ve birden kafasında şimşekler çakıyordu. "Eyvah"! diyordu.
Osmanlı, bu bakış açısına dayanamaz. Çünkü Osmanlının bilimsel alt yapısı,eğitim alt yapısı, öğrenim alt yapısı bunu taşıyamaz ve dini açıdan,itikadi açıdan, çok büyük sarsıntılara,tehlikelere maruz kalırız. Onun için kafasında, Fen ilimleri ile dini ilimlerin birlikte okutulacağı eğitim ve öğretim kurumları kurma fikri geliyordu aklına.
Böylece Bediüzzaman ismide, sadece eski Hocasının taktığı bir ünvan olmaktan çıkıyor, her geçen gün bütün bir doğuya yayılıyordu iyice.
Vali konağındaki ikameti vali işkodralı tahir paşa zamanındada devam etti. Dönemin Van valisi Tahir paşa ile Üstad arasında büyük bir dostluk vardı. Bu büyük dostluk ve bu konakta yaşananlar Üstadın hayatında derin izler bırakacaktı.
Bu arada Sad"i Nursinin bilgisi siyasi konulara doğru kayıyordu.
Mesela Van"da iken bir gazetede, İngiliz sömürgeler bakanı, William Ewart Gladstone"nin şöyle dediğini okumuştu.
"Kuran ellerinde olduğu sürece Müslümanlara hakim olamayız. Ya Kur"anı ortadan kaldırmalıyız,yada Müslümanları ondan soğutmalıyız."
Bu ve benzeri haberler genç Said"i çileden çıkarıyordu.
Said Nurs-i bunu okuyunca, tabiri caizse bir boy hedefi çiziyor, ve "bende bütün dünyaya isbat edeceğimki Kur"an sönmez ve söndürülemez bir nurdur ve hakikattir."diyerek haykırıyordu adeta.
Doğup büyüdüğü doğu topraklarının sıkıntı ve problemlerini bizzat yaşayarak gören otuz yaşındaki Said"i Nursi, en zaruri ihtiyacın eğitim olduğu kanaatine varıyordu.
Tahir paşanında yardımıyla, alimlerle görüşmek için gitiği Erzurum"daki sohbetlerinde, bilimin din için ne kadar büyük önemi olduğunu, Avrupa"nın bu konuda büyük ölçüde ilerlediğini, hatta İslam alemini ve Osmanlıyı bu alanda yenmek istediklerini ve bu nedenle doğuda bir Ünüversite açmanın şart olduğunu anlatıyordu.
"Vicdanın ziyası ulu diniyedir,aklın nuru sururu medeniyedir." diyordu.
Yani vicdanı aydınlatan din ilimleridir,aklıda geliştiren tabii müsbet ilimlerdir.
Bu ikisinin ittihadından uzlaşıp ve beraber yürümesinden hakikat ortaya çıkar.
Ama ayrılmaları halinde birinden "taasup" öbüründen "cehalet" ortaya çıkar.
Yani, ayrı giderlerse, sadece din bilimlerine mahsus, kendi içine kapalı bir durum ortaya çıkarsa, bundan "taasup" meydana gelir.
Sadece, "fen bilimleri ile" "vahiy aydınlığını" bir tarafa bırakarak, kainatı,hayatı ve insanı izah etmeye kalkarlarsa, bundanda "cehalet" ortaya çıkardı ona göre.
Çünkü, yaratıcıdan bağımsız olarak varlığı izah etmek, insanı izah etmek mümkün değildi.
Bu büyük bir bilgisizlik meydana getirirdi.
İşte bu temel bakış açısına göre eğitimi şekillendirmek ister Üstad hazretleri.
1907 yılının baharında Van"a gelişinin onuncu yılında otuzbir yaşındaki Said"i Nursi İstanbul"a gitmeye karar veriyordu.
Sultan Abdulhamid"in huzuruna çıkacak ve ona "okullarda din dersi, Medreseler"de ise Fen dersi okutulmasını teklif edecekti. Doğuya bir Ünüversite açtıracaktı bu vesile ile.
Mektep ve Medrese talebelerini, birbirlerini anlayacak kadar, karşılıklı olarak bilgilendirilmeleri, yani Medrese talebeleri, Mekteplilerin aldığı derslerin öz halini almalı, Mekteblilerde Medreselilerin aldığı derslerin öz halini almalıydı. Ve teferruat"sız
bir araya gelip zaman zaman münakaşa edebilmeliydiler böylece.
1907" Bediüzzamn istanbul yolcusuydu.
Doğu"da bir Ünüversite kurma projesini padişaha sunma amacıyla istanbul"a gidiyordu.
Ancak bir anda,İstanbul"da ikinci Meşrutiyetin ateşli tartışma ortamında buluyordu kendini. İşte Üstad"ın İstanbul"da vermiş olduğu ilginç mücadele.
Said Nursinin 1907 yılının Kasım ayında, meşrutiyetin ilanından bir yıl önce İstanbul"a geldiğini görüyoruz.
Bu seyahati destekleyen Bitlis valisi Tahir paşa, Sultan Abdulhamid"e bir mektup yazarak, Said"i Nursinin dinine, ülkesine bağlı, üstün meziyetleri olan bir kişi olduğunu bildiriyordu.
Mektubunu yazmasının sebebi, buraların hali müşkülidir. Kıyafetine bakıpta ehemmiyet vermemek gibi bir durum olmasın. Buna sahip çıkın diyordu. Tek amacının doğu illerinde Mekteb adı verilen yeni okullar açılması ve "Medresettüzzehra" adını verdiği Ünüversitenin kurulması olduğunuda biliyoruz.
Said"i Nursi Fatih camii yakınlarında "Malta" çarşısındaki şekerci hanına yerleşiyordu..
İstanbul"a geliş gayesi iki temel nedene dayanıyordu. Bunlardan birincisi, İstanbul"daki ulema ile tanışmak,ilmi potansiyeli görmek ve onlarla ortak iş birliği kurabilmekti.
Yani, Osmanlının geleceği adına, belki İslam dünyasının geleceği adına, çünkü o zaman Osmanlı demek tüm İslam dünyası demekti.
ikincisi de eğitim sistemini değiştirmekti. İstanbul"da takıldığı yerler çok önemli. Mesela,yerleşim olarak Fatih"deki Şekerci Hanını seçiyordu kendine. Dönemin en büyük alimlerinin bir araya geldiği ve çeşitli konuları tartışdıkları adeta bir kültür merkezi idi Şekerci Hanı.
Üstad oarada bir oda kiralıyor ve odasının kapısına şöyle yazdırıyordu.
"Burada her soruya cevap verilir fakat soru sorulmaz" ! diye. Fatih camii"nin yanındaki "İslambol caddesin şekerci Hanının kapısına bu levhayı asıyordu.
İstanbul"u zelzeleye uğratıp,adeta titretiyordu Üstad...
İstanbul uleması büyük bir şaşkınlıkla onu karşılıyor ve bölük bölük kendisine çeşitli konulara ilişkin sorular soruyorlardı. Hatta bazan hafızasını ölçmek için bir kitap uzatıyorlar, şu üç satırı ezberleyebilirmisin? Yahud şu üç satırı bize anlatabilirmisin? diyorlardı.
Üstad o sayfaya bir bakıyor ve başından sonuna kadar anlatıyordu anında.
İşte o fotoğrafik hafızayla zaman oluyorki, sayfaları önlü arkalı okuyordu onlara. Ve dönemin alimleri iyice şaşkına dönüyorlardı bu durum karşısında.
Said"i Nursi İstanbul sokaklarında yerel kıyafetiyle dolaşmakta, şivesiyle, belindeki hançeri ile büyük bir ilgi çekmekte idi.
Külahlı, şalvarlı, mintanlı, düğmeleri gümüş savatlı, beli kuşaklı, ayaklarında çizme, elinde gümüş saplı bir kamçı, kuşağının arasında gümüş kaplamalı bir hançer vardı.
Kıyafeti dahi karşı tarafı şok ediyordu.
Said"i Nursi kafasına koyduğunu yaptı ve saraya bir dilekçe ile başvurdu sonunda. Ancak saray bu talebi ve davranışı hoş karşılamadı. "Kim bu adam" "delimi divanemi"diyerek göz altına aldıkları Said Nursi, Üsküdar"daki toptaşı tımarhanesine sevkediliyordu.
Çok zor şartlar altında, çok uzun beklemelerden sonra, kendisinin padişahla görüşme talebi karşısında akıl hastanesine gönderiyorlardı onu.
Sen şarktan gelip,kılığı kıyafeti acaip bir insan olarak,eğitim öğrenim konusunda padişaha nasihatte bulunacaksın öylemi? diye deli muamelesi gösteriyorlardı Üstad"a.
Toptaşındaki tımarhanede, doktorlar hayretler içerisinde kalıyorlardı. Ve "bu deli falan değil, bu bir deha çapında bir insandır" diye rapor veriyorlardı tüm hekimler.
Bir müddet zaptiye nezaretinde kalan Said"i Nursi, Sultan Abdulhamid"in emriyle serbest bırakılıyordu sonunda. Bu arada aylar geçmişti. Dönemin aydınları, özelliklede "modern okullarda yetişen subaylar" Sultan Abdulhamid"i Meşrutiyeti ilan etmeye zorlamaktaydılar.
Nihayet 23 Temmuz 1908"de ikinci Meşrutiyet ilan ediliyordu.
Said Nursi"de Meşrutiyetten yanaydı. Selaniğe giden Said"i Nursi, ünlü Hürriyet meydanında Meşrutiyeti destekleyen bir nutuk atıyordu.
Meşrutiyeti İslam"a uygun buluyordu kendisi. İstanbul o zaman, batıdan gelen bütün fikirlerin,İslam"i fikirlerin,Miliyetci fikirlerin, yavaş yavaş oluşmaya başlamış, Müslüman azınlık Milliyetcisi fikirlerin var olmaya başladığı, çok yoğun tartışmaların olduğu bir yerdi.
1908"deki bu Meşrutiyet"in ilan edilmesiyle birlikte bu tartışmalar patlak veriyordu.Said"i Nursi nin, sonradan teşekkül edecek fikirlerinin kökleride burada başlıyordu zaten.
Said"i Nursi"nin en bariz özelliği, evvela "istibdat" fikrine karşı çıkmış olmasıdır. Hatta Said"i Nursi, Abdulhamid idaresinin bu günkü "Muhafazakar liberal" aydınların karşı çıktığından daha fazla karşı çıkan bir insan olmasıdır.
Buna karşılık, Asya"nın Miftahı, Meşveret ve şuradır"! fikriyle hem Osmanlı devleti için, hem bütün Asya için meşveret şuranın, meşrutiyetin hürrüyet fikirlerinin, bu günün temsil deyimi ile "demokrasi" fikirlerin müdafası demekti.
Said"i Nursi İstanbul"da kaldığı sürede, hem dini tartışmalara devam etti,hemde siyasetle yakından ilgilendi.
Siyasetle dinin kesiştiği,sınırlarının belirsizleştiği en önemli olay 31"Mart vakasıydı. Eski takvimle 31"Mart 1325"te,yeni takvimle 13"Nisan 1909"da, yirmiye yakın Mektebli subay öldürülmüştü.
Tanin ve Şurayı Ümmet gazeteleri basıldı. Matbaa makineleri parçalandı. İsyan tam onbir gün sürdü. Bunun üzerine hareket ordusu başkente gelip olayları bastırdı. Hemen "divan"ı harb" kuruldu ve çok sayıda isyancı askerin yanı sıra Volkan gazetesi yazarları "Derviş Vahdeti" ve "Enderunlu Lütfü" idam edildi.
Bediüzzaman o günü yıllar sonra şöyle anlatacaktı. Dava arkadaşlarından Said özdemir şöyle naklediyor.
Oturduk beraberce. O gün çok şendi kendisi. Hayatından hatıralar anlattı bize. Bilhassa 31"Mart hadisesinde, Beyazıtta"ki o malum yerde, beni pencerenin kenarına oturtturdular ve baktımki o bahçede onsekiz tane idam sehpasında, tam onsekiz kişi sallanıyordu. Benide pencerenin kenarına oturtturdularki bende korkayım diye. Fakat Allah"a şükür hiç bir korku gelmedi bana.
Said"i Nursi, esas olarak bir din adamıydı. Ve kendisi dinin güçlenmesini istiyordu. İttihadı Muhammediye cemiyetinin kurucularındandı. Fakat fikirlerini sadece Volkan"da değil, "Tanin,İkdam ve selbesti" gibi gazetelerdede dile getiriyordu.
Esasında derdi iki tarafada iliştirmekti. Çünkü Said"i Nursinin mizacı hep orta yolu bulmaktı. Yani hem padişah tarfaına iliştirir, hemde ittiat terakki içerisindeki aşırı uçlara telkinatta bulunurdu.
Üstad ayaklanmaya karşıydı ve asilere katılmadı. Onun tam tersi konuşmalar yaparak bir çok taburun isyana katılmasını engellemeye çalıştı ve etkilide oldu. işler çığırından çıkıncada İzmit"e gitti.
Daha sonra göz altına alındı ve Divan-ı harpte yargılandı. Bir çok idam kararının verildiği kurunun yanında yaşında yandığı bu Mahkeme süreci sonunda beraat etmişti.
Tarihin hızlandığı bir dönemde, Birin"ci Dünya Savaşın"da Rusya"daki esir kampında,İstanbul işgalinde,Milli mücadelede,Şeyh Said isyanı sonrası sürgünlerde ve Batıda"ki otuzbeş yıllık mücadelede..
Üstadın yaşadığı bu olayları,yarın kaldığımız yerden paylaşmaya devam edeceğiz inş...
YORUMLAR
yorum yapan kıymetli arkadaşlar bu yazıyı hazırlarken özellikle hassas olmaya çalıştımki sen ben ortamı doğmasın diye..
ben sayın Simray beyefendinin tepkisinin burada ki yorumlara karşı bir tepki olduğunu hiç düşünmüyorum açıkcası..
ki zaten bu yazıyı keleme almamaızın asıl sebebi Hz.Üstadı birilerinin yanlış olarak anlatıp,
onun bir Cumhuriyet düşmanı olduğunu
veya dini bilgileri zararlı ve doğruluk taşımıyor diye yazılan
Risale ve üstad karşıtı düşüncelere bir cevap ve tepki mahiyetindeydi.
Bediüzzaman,
Osmanlının yıkıldığı bir dömende gelip
Osmanlıda yükselmiş ve kıtalara hükmetmiş olan imanın
ve altıyüz yıllık bir saltanatın nasıl tarumar edilmeye çalışıldığı
ve o yüreklerden ve kıtalardan sökülüp alınmak istenmesine karşı başlatılmış bir mücadeleydi.
o dönemin sancıları yalnız Bediüzzaman la sınırlı kalmamış
aynı zamanda Akif... gibi dehalarda bunu çok açık ve acı bir şekilde ifade etmişlerdir bizlere zaten..
arkadaşlar bunları bizler söylemiyoruz
bunları bizim yakın geçmiş tarihimiz bizlere bildiriyor..
açık ve çok net bir gerçek var önümüzde bunu neden kabul etmek istemiyoruz..
bu Din ve İslamiyet bir hedefti...ve bunu bazı güçler yıkmak için derin ve çok gizli bir şekilde yürüttüler
ve halada yürüttüklerini görüyoruz gözlerimizle.
yani bu yalnızca geçmişin derdi değil
bu günümüzünde en büyük derdi aynı zamnda
sorulmazmı Ezanımız neden o dönem Türkçe olarak zorunlu okutuldu bir anda.
neden Medrese ve tekkelr kapatıldı
neden Kur"anı kerimler toplatıldı
neden Alim ve İmamlar asıldı
ne olmuştu ve neler oluyordu o dönemde ve bu Ülkede
bu yaşananların failleri kimlerdi.
neden bu Ülkede gencecik bir Başbakan asıldı o sürecin sonunda.
Adnan Menderesin gelmesiyel Ezan yeniden orjinal haline kavuşmuştu
ama aynı zamanda onun sonunuda hazırlayan sürecin başlangıcı olmuştu..
ve bu olaylar bizim inancımızı namusumuzu ve bütünlüğümüzü hedef almıştır kesinlikle
bunları neden göz ardı ediyoruz
nasıl göz ardı edebiliriz
hala Ülkemizde o ahtapotun kolları kulaç atarken
Ülke yeniden bölünüp kaoslar yaratılırken
bizler hizmet edip kıtalara hükmeden Alimlerimizle uğraşıp onları yargılama hakkını nerden bulabiliyoruz kendimizde.
ne kadarda ilginç şurada daha dünkü insan olan bizler iki çift lafi kaldıramıyoken
bir Külliyat yazıp hizmetimize sunmuş asil bir Müceddidid nasılda kolay yargılayabiliyoruz değilmi.
oki Risalelerin içinde bütün ilimler mevcutken.
yukarıda sormuştunuz sayın Zeytindalı
neden din alimiyken Fen bilimlerine yönelmiş diye..
bir darvin teorisi varken ve insanlar dinsizleştirilirken ve kominist rejimin dünyayı istila ettiği bir süreç yaşanırken
insanların yalnızca Fıkhı meseler üzerinde çalışmaları sizcede mantğa çok yabancı gelmiyormu.
Risalei Nuru okuyarak ve düşünerek tefekkür yolu ile anlaya biliriz ancak..
sayın Mursel hocam Üstadın o çok güzel sözlerini yorumlarına eklemişler.
bu ilmi yapılanmanın nesinde yanlışlık var.
bediüzzaman İslamın yok edilmek istendiği bir dönemde geldi.
Allah cc her Asra bir deha gönderirimiştir..bu Hadis kitaplarında açık olarak yer almış bir bilgidir.
Bediüzzamöanda en karanlık çağda zamana düşen bir ışık olmuştur..
o her hangi bir insandı denilebilir
ama Rabbimiz bazı kullarını insanlara hizmetçi kılıp ilmi ve İslamı konlarla ufuklara taşır.
Peygamberler dışında, eğer hakkıyla bir müslüman yaşayıp İmanını ihya edebiliyorsa
sıradan bir beşer, daha dünya hayatında yaşarken Cennetle müjdelenme şerefine nail olabiliyor..
bunada hayır denirse bizlerde derizki Aşere-i Mübeşşere"yi inkarmı ediyorsunuz..
ve birde sayın ö.ç.m. Muhterem hocaefendiden ve cematten bahsetmişler. Hocaefendinin hizmetlerini takip ediyorum ve destekliyorum aynı zamanda.
sebebine gelince İslamı dünyaya tanıtmak şart. Yani bunuda ancak Türkçe dilimizi öğretip,hizmeti daha geniş bir alana yaymakla başabiliriz.
Burada yeri gelmişken geçen yıl şahit olduğum bir olayı yazayım.
Afrika ülkelerinden bir bölgeye Kimse yokmu ekibi bayram için bu okullar aracılığı ile yardım ulaştırıyorlar.
açlık ve ilkel yaşam şartları ile mücadele den bir kabileyede ulaşıyorlar aynı niyetle.
aralarında geçen konuşmalarda İslamı kısada olsa anlatma imakanı buluyorlar ve kabile reisi hayretler içerisinde kalıyor.
böyle bir İnançmı var diye.
ve kendisi ve kendine bağlı tüm kabile halkı Müslüman olup hidayete eriyorlar.
maksat hizmet olsun..Yani Muhterem hocam Türkiyede olup her gün yargılansa veya Mahkeme salonlarında boy gösterse hem bir iç çatışma çıkacak ve hemde birileri bu olaylardan nemalanıp hükümeti ve İslamı yeniden karşılarına alıp bildik kumpaslarını dahada şiddetle eyleme taşıyacaklar.
bizim şer bildiğimizde hayır vardır..
yani sözün kısasaı Allah her şeyin en doğrusunu bilir
Dostu dosta bırakmak en iyisi.
selam ve dua ile...
Siz kimsiniz ya sizin demenizle mi insanlar ebu cehil oluyor nerden aldınız bu makamı sizin hizmet dediğiniz bu mu ????
Duaya bak "Rabbim bizleri de Asrın söz sultanının ,gönüller sultanının yolundan ayırmasın." yani ben Said Nursi'nin yolunda olmadığım için mi ebu cehil oldum biz ona "Allah seni kendi yolundan Peygamber Efendimiz'n sünnetinden ayırmasın deriz.Demek şimdi böyle ediliyor dualar.
Her taraf gül bahçesine durmuşmuş hani nerde o gül bahçeleri filistin mi ırak mı çeçenistan mı doğu türkistan mı afganistan mı biz savaş ve kavgadan başka birşey görmüyoruz dünyada ...Hayaller dünyasında yaşamayın.
Bu büyüklük ,kibir, kendini beğenmişlikte ne böyle ben sadece risale okumadığım için mi ebu cehil oldum.
Kullanılan cümlelere dikkat edin....
Bitlis'in Nurs köyünden bir ışık doğuyor dünyaya..sonra nura dönüşüyor her adımda,iklimler dolaşıyor ,gönüller fethediyor..'Yıkmaya değil yapmaya geldik ' diyor..küfür geriye çekiliyor ,bütün küfür ehli tedirgin ,müminlerin kaybolmaya yüz tutan ümitlerinde bir dirilme..O sesleniyor zamanın burcunda ,burç insan asrın bediisi en kıymetlisi,Rabbimizin asra hediyesi ,' İman hem nurdur ,hem kuvvettir hakiki imanı elde eden adam ,kainata meydan okuyabilir. '..
Muhabbet fedaisiydi ,O..husumete vaktimiz yok ,diyordu..imanım yanıyor,yangında evladım yanıyor ,benim kimseyle uğraşmaya basit dünya meşgalelerine ehemmiyet vermeme vaktim mi var,diyordu..
Küfrün kol gezdiği,Allah'ı inkarın sanki moda olduğu bir asra gönderilmişti..insanlar hiç ölmeyecek ve hiç hesap vermeyecek kadar rahattılar ,din ve Kuran raf altındaydı ,imam sadece cenaze namazları için gerekli olan bir figürdü sadece..
Üstad Hz. verilen görevin farkındaydı ve 10 asır İslam'ın bayraktarlığını yapmış bu milletin kalbinde asla kül olmayacak imanının birgün yeniden neşv-ü nema bulacağından emindi,çünkü bu Allah'ın Kuran'da vaadiydi..Hiç yılmadan,dağ taş demeden ,hiç soru sormadan her soruya cevap vererek iman hakikatlerini asrın idrakına uygun iki kere iki dört eder katiyetinde anlattı..bu uğurda 28 yılını sürgünlerde ve memleket hapishanelerde geçirdi..bir mahkeme müdaafasındaki savunması benim hala yüreğimi kanatır ,biz günlük yaşayan ten sevdalılarına ,sıcak döşek mücahitlerine ne acı bir sesleniştir o..ayrıca Rabbimizin kime neden ve nasıl büyük nimetleri bahşettiğinin de çok açık bir göstergesidir : ' (80 küsur yıllık ömrü hayatımda dünya zevki adına hiçbir şey bilmiyorum (her aklıma geldiğinde bu cümle utanırım müslümanlığımdan)Ömrüm savaş meydanlarında ,diyar diyar sürgünlerde ,memleket zindanlarında geçti ,bir cani gibi muamale gördüm... ama yine de herkese hakkımı helal ediyorum '.
...Ve Rabbim ona evlenip çoluk çocuğa karışamasa da davasını yerde bırakmayan ve hergün onu dualarında anan milyonlarca evlat nasip etti..çünkü o asla kendisi için yaşamadı ,Allah'ın davası için değil dünyasını ahiretini bile feda etmeye bile hazırdı..'Gözümde ne cennet sevdası ne cehennem korkusu..milletimin imanını selamette görürsem cehennemin alevleri arasında yanmaya razıyım,çünkü vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur..milletimin imanını selamette görmezsem cenneti de istemem çünkü orası bana dar gelir .' diyecek kadar bu milletin sevdalısıydı ve asla kendi namına bir şey dilememişti..
Maalesef dün Efendimiz'i Taif'te taşlayan zihniyet boş durmuyor ,Ebu Cehil kıtalar dolaşıyordu..Milletin dünya ve ahiret saadetini düşünmek büyük suçtu (!) O Efendimiz gibi sabretti ,hiç beddua etmedi ,Asrın imamı da tüm zamanların peygamberi gibi 'Bilmiyorlar ' diyerek vazifesine durmadan devam etti..
Şimdi Rabbimize Hamd olsun ,dünya da onun sesi duyuluyor ve her kıtada iman bayrağı dalgalanıyor..onu sevenler yüzlerce ülkeye ulaştılar en beyazından en karasına kadar tüm insanlara ,7 kıtaya Onun attığı tohumları taşılar..şükürler olsun ki şimdi her taraf gül bahçesine durdu..
Rabbim bizleri de Asrın söz sultanının ,gönüller sultanının yolundan ayırmasın..Mehtap hanım ,hizmetiniz ebedi olsun ,Rabbim iki cihanda da sevdiklerinizle bir kılsın sizi..Üstad' ı anlatan yazınız vesilesiyle de sonsuz teşekkürler..vefanız baki olsun...
.............selam ,saygı ve dua ile...
Mürsel Emre DOĞAN tarafından 8/12/2009 9:44:25 PM zamanında düzenlenmiştir.
Saygıdeğer zeytindali arkadaşım; abartılmış ne demek ben de onu anlamadım....TV Lerde sosyete imamlarının biat çağrılarına uyanlar ve sözlerine kananlar ancak onu karalama kampanyası başlatabilirler....Ben diyorum ki hatta tüm Dünya diyor ki; ZAmanın en büyük kutbu, en büyük alimi...en büyük müfessiri...
Evet onu okumadım bahtsız birey olabilirim.Neden bu kadar sinirlendiğinizi anlamadım.Bu şekilde belalar yağdıracağınıza doyurucu ve makul açıklamalar yapmanız gerekmez miydi.Ben yazılan yazıda takıldığım noktaları yazdım.Asla karalama kampanyası yapmadım.Hem doğru her şekilde yolunu bulur, merak etmeyin tüm karalamalara rağmen.
Ne yani sorgulamadan eleştirmeden tanımadan bir insana bağlanmak sapkınlıktır.Bu nu devrimizde elinde tespihi olanı hacı hoca diye başımızın üstüne koyanlardan ve o ne derse doğrudur mantığı değil midir bizi bugüne kadar yanıltanlar.
Tekrar söylüyorum Said Nursi mutlaka Kuran'a hizmet vermiştir.Ben sadece abartılmış biraz dedim ve takıldığım noktaları yazdım...
Cehalet devrinde yaşayan; kör karanlık peşinde koşan, nura gark edilen yolda yürümeyi bırakan, ayağına çakıl taşı takılıp ta ayağa kalkmayı beceremeyen bir takım kendini şair diye benimsetmeye çalışan sözde şairlerin her kimse bireylerin mutlaka her devirde, günümüzün aydınlık yarınına ışık iklimini kalplerde neşvü nema buldurması niyetiyle gençliğin imanının yok oluşunun seyrüseferinde dua ve itminan ile inkişaf ettirilmesi yolunda bizlere rehber olan Hz. Üstadın karalanma kampanyası beni çok üzdü....Olumsuz yazan bireyler/şahsiyetler, onu okumamış, kitaplarına bakmamış, bahstsız birer bireylerdir....Tüm Dünya benimsemişken, melun şeytan yolunda ilerlemekte beislik hissetmeyen nefsin hükümranlığındaki beyinlere sesleniyorum; sizler kimsiniz, nereden geldiniz, nereye gideceksiniz....Amacınız, hedefiniz nedir...Heyhat! Heyhat ki Heyhat! Rabbim onları ıslah eylesin....Islahları mümkün değil ise her ne ise düşünüyorlarsa düşündüklerini kendi başlarına versin...AMİN AMİN AMİN....
Aslında yazıda çokca net ifade edildi sayın Zeytindalı
ancak ben yinede biraz daha açayım
daha doğrusu devamını okuyup anlamak daha doğru olacaktır diye düşünüyorum.
İttihat ve Terakki Cemiyeti adını alan hareket Abdülhamid'in rejimine karşı mücadele etmek amacıyla yurt içinde ve yurt dışında örgütlenen iki veya daha fazla grubun birleşmesiyle oluşmuştur.
görsel olarakl günümüzdede ahala görmekteyiz bu mücadeleyi.
dikkat ederseniz rejime karşı verilen bir mücadele deniyor orada..
yani mevcut devletin yıkılması ve yeni bir devleti kendi dini ve siyasi görüşleri üzerine kurma mücadelesi demekti.
gurup ve örgütler tarfından.
işte Bediüzzaman
bu gurupların ve örgütlerin dışında
halk için ve halkın İnanç ve özgürlükleri adına mücadele vermişti.
Ülke bir yerden büyük değişim ve karışıklık yaşarken,diğer tarftanda Avrupadan gelen yeniliklere dini kurban etmemek adına bu mücadeleyi başlatmıştı.
Cumhuriyet kurulsun ama
dinde unutturulmasın diyordu..
o dönem Osmanlı arşivlerine bakıldığınd
ne kadar çok idamlar
ne kadar çok yargılanmalar
ve en nihayet bir başbakanı dahi asacak boyutta bir iç karışıklığın yaşandığını görüyoruz tarihimizde.
Bediüzzamanı daha iyi anlamak için onun cephedeki savaşlara katılımını
mahkemelerde idamlardan niçin ve nasıl kurtulduğunu
ve bunların gerçek sebeplerini akli va mantıki olarak düşünüp
sonuna kadar takib etmek gerek diye düşünüyorum..
ve tabiiki aklınıza bir kulun bu kadar kısa zamanda nasıl okuduğu şüphesi doğabilir ve doğaldır
fakat aynı zamandada işin manevi boyutunu göz ardı etmememiz gerekmektedir.
zira yukarıda değindiğimiz gibi Hz Rasulü rüyasında görüp ondan ilham almıştır..
bunun bir başka örneği evliya çelebi içinde geçerlidir..
oda Hz.Rasulü rüyasında görmüş ve ona Şefaat ya Rasulallah diyecek yere
seyahat ya Rasulallah demiş ve ömrü boyunca seyahat etmiştir.
dediğiniz gibi o uç noktaları yargıalamk bizim haddimiz değil
lakin yüz yılı aşkın bir zamn önce yaşamıış bir insanın hizmeti Hak için olmamış olsaydı eğer
bu gün Bediüzzaman ismi tarihin tozlu sayfaları arasına karışıp gitmişti çoktan..
Hak adına yorum düşen dostlara
selam ve dua dileklerimle..
Mehtap S.Hümeyragül DALLI tarafından 8/12/2009 6:10:48 PM zamanında düzenlenmiştir.
İstanbul' geliş amacı din ile bilimi buluşturmaktı ama amacından vazgeçip siyasetle uğraşmaya başlamış.Bu noktaya takıldım doğrusu.
İkincisi hep herkes onu kıskanıyor, sürekli kagva edip başka medreselere gidiyor, herşeyi üç ay gibi kısa bir zamanda öğreniyor.Bu kendi anlatımı mı yoksa çevresindeki kişiler mi böyle diyor. Allah dostlarının tevazu, hilm sahibi olmaları gerektiğini düşünüyorum.
"Bir davaya vakfetme ve ondan şaşmadan yürüme yeteneğine becerisine sahip bir insandı o. Bu dönemde, Matamatik,Fizik,Biyoloji,Jeoloji ve Astronomi, Fen bilimleri, tarih ve Felsefe gibi sosyal ilimleri kendi kendine öğrendi. Bir Matamatik kitabı yazdı. Fakat konakta çıkan yangından bu eserini kurtaramadı."
Bir insanın bu kadar bilimlere sahip olması biraz abartılı geldi.Hem bu kadar kitabı günümüze geliyorda bir tek matematik kitabı mı yanıyor.Burasıda düşündürücü mutlaka büyük bir zattı islamı anlatmak ve yaymaktı amacı, Allah dostları hakkında kötü zanda bulunmak asla haddim değil ama biraz abartıldığını düşünüyorum.
Bir de "Esasında derdi iki tarafada iliştirmekti. Çünkü Said"i Nursinin mizacı hep orta yolu bulmaktı. Yani hem padişah tarfaına iliştirir, hemde ittiat terakki içerisindeki aşırı uçlara telkinatta bulunurdu."
Burayı anlayamadım ittihat terakkinin amacını herkes biliyor.Orta yol bulmak da ne demek bu kısmını biraz daha açarmısınız?
Said Nursi gibi Allah ve Kuran yolunda çalışmış bir insanı eleştirmek gibi düşünülmesin bu kısımlara takıldım doğrusu...
zeytindali_ tarafından 8/12/2009 5:39:51 PM zamanında düzenlenmiştir.
zeytindali_ tarafından 8/12/2009 5:41:48 PM zamanında düzenlenmiştir.
İslama hizmet eden ve anlaşılmasına faydası dokunan her kişiden Allah razı olsun.
Said Nursi ülkemizde siyasi maksatlarla bazı kesimlerce talihsiz suçlamalarla da karşılaşmış birisi.
Hakkında birçok dezenformasyon çalışmaları yapılan, hala da yapılagelen bir şahsiyet.
Çocukluğumdan hatırlarım 60 ihtilali sonrasında özellikle radyolarda "Nur ayini "yaptığı iddia edilen insanlar köylerden kentlerden toplanıp cezalandırılıyordu.Ülkemiz nasıl dönemlerden geçmiş ibretle hatırlıyoruz.
Yazı bir hakkı teslim etmiş.
Tebrikler.
Sayın yazar, çok teşekkür ediyorum. Asrın âlimi adını taşıyan Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri'ni çok güzel tanıtmışsınız. Ben fazla yazmayacağım. Said Nursi, deccal fitnesine karşı milletimizi ateşten korumak için can vermiştir. Said Nursi'nin yanında bulunmuş bir zat anlatmıştı. Said Nursi bir gün ona sırtını göstermeiş. Sırtında simsiiyah bir şeyler toplanmış. Bu zehir imiş. Cenab-ı Hak tarafından ona verilen zehirler bir noktaya toplanır, vücuda zarar vermesine engel olurmuş. Said Nursi Hazretleri cihadın kralını yapmıştıır. Hem Said Nursi'nin kitaplarını okuyup hem de cihad etmekten geri duran kişilerden Said Nursi uzaktır. Onun kitapları meydandadır. Hiç kimse ona haksızlık edemez.
Cenab-ı Hak, Allah için seviniz, Allah için buğzediniz buyurmuştur. Müslüman'ın sadece Müslümanlara karşı şefkatli olması yetmez. Kafirlere karşı da şiddetli olmak zorundadır. Bazı Nur cemaatlerinin sadece kendi çevreleri içinde hareket etmeleri, kendi kendilerini avutmaktan başka bir şey değildir. Cemaat evlerinde Fethullah Gülen'den önce Nimet-i İslam, Kimya-yı Saadet, Risale-i Nurlar okunmalıdır. Diyalog çalışmalarını da anlayabilmiş değilim. Bugün Samanyolu Haber'de hiçbir Vakit yazarına yer verilmiyor. Habervaktim'de Zaman yazarlarının faideli yazılarını okuyabiliyoruz halbuki. Öncelikle Müslümanlarla diyalog yapılmalıdır. Fethullah Hocaefendi'nin Müslümanları cihattan alıkoymaya yönelik görüşlerine de katılmıyorum. Kırık Mızrap adlı şiir kitabında, biz kavga için değil sevgi için geldik demektedir. Alın size İttihat Terakki fitneleri. Bunlarla nasıl kavga etmeyeceksin? Onlarca yıldır milletimize, başörtülü kızlarımıza, İmam Hatiplilere, namaz kılan subaylara yaptıkları eziyetler meydandadır.
Ayrıca, yurt dışında açılan okulların hangisi bir medrese vasfına haizdir? Sadece yabancılara Türkçeyi öğretmek marifet değildir. Marifet İslam kahramanları yetiştirmektir. Ben, şahsen Fethullah Hocaefendi'nin Türkiye'deki Müslümanları kontrol altında tutmakla görevlendirildiğine inanıyorum. İnşaallah yanılıyorumdur. Fensurna al'el kavmil kâfirin. Allah'a emanet olun.
Bu yazıyı takibe aldım...
Sizlerin 1. Said, 2. Said, benim de Said-i Kürdilik ve Nursilik dönemleri dediğim tutarlılık ve çelişkilerindeki nesnelliğine bakarak katkı yapacağım.
Bir de, nurculuğun emperyalizme karşı duruşundaki samimiyete...
Göktürkmen tarafından 8/12/2009 9:00:04 AM zamanında düzenlenmiştir.