- 590 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Mektup
Merhaba Büyükbaba…
Ben de yavaş yavaş yaşlanıyorum. Yaşım yirmi bir oldu. Yaklaşık üç senedir ömrüm otobüslerde ve terminallerde geçiyor. Üç senedir birçok yolculuk yaşadım. Sadece o yolculukların başında el sallanmıştı bana. Aklıma donuk ve mat otobüs terminalleri geliyor. Buz gibi lanet… Herkese göre aynı değil ama ben ne otobüsleri ne de terminalleri sevebildim.
Sen de bu sene başladın yolculuğuna. Şu an nerde ne yapıyorsun bilmiyorum. Böyle bir mektup hangi adrese gönderilir onu da bilmiyorum ama bugün canım ne anneme ne babama ne kardeşime ne de sevdiğime yazmak istiyor. Bugün sana yazıyorum çünkü ben bildiğim her şeyi senden öğrendim ve seni çok özledim.
O kocaman ellerini özledim mesela, tam bir çiftçi eliydi. Arada sırada saçlarımızı okşar gülerdin. Gülerdin… Ağzında dişlerin yoktu senin. Takma dişlerini inadına takmazdın. Hiç sevemedin onları, benim otobüs terminallerini sevemediğim gibi.
Her şeyini aceleyle yapardın ama şeytan bile karışamazdı senin acele işlerine. Tez canlıydın hiç durmazdın yerinde bizden su istemezdin hiç, kendin alır içerdin suyunu. Hatta son anlarında bile seni biz tıraş etmek istedik ama sen bize bırakmadın. İnsanların yaşlanınca niye sakal bıraktıklarını anlamıştım. Yaşlanınca zordu tıraş olmak. Ama sen son anına kadar tıraş olmaktan vazgeçmedin. Sakalınla beraber yüzünü de keserdin ama vazgeçmezdin tıraş olmaktan.
Her işin tezdi gidişin de tez oldu senin. Mahallemizde son çınar sendin. İzzet Amca, Mahmut Amca, İbrahim Amca hepsi önce gittiler. Kendimi senin yerine koyardım bazen. Sıranın sana geldiğini biliyordun ondandı değimli sessizliğin.
Son günlerinde bir homurtu peydah oldu sende. İşten geç gelmiştim. Saat üçü on geçiyordu. Bahçeye girdim homurtunu duyamadım dışardan. Kapıyı açmak istemedim. Sonra derin bir nefes çektin, içimi kaplayan saçma bir sevinçle yüklendim kapıya. Başında bekleyen herkes uyuyordu. Bir tek sen uyanıktın, tavana bakıyordun. Nefes alıyordun ama bomboştu bakışların. Eskiden benim yattığım yatağa yatırmışlardı seni. Ben o yatakta o tavana bakarak sevdiğim kızı, geleceğimi düşünür hayaller kurardım. Sende ölümü bekledin o tavana bakarak. Hatırlasana Büyükbaba, bembeyaz bir tavan buz gibi bir floresan, perde ve kornişler… İnsan olmak ne garip…
Ertesi gün bilmem kaç yüz milyon nefes tüketmiş ve sondan bilmem kaç yüzüncü nefesini soluyan bir adamdın. Sabah homurtunla uyandım. Saat on ikide aradılar beni: “istersen gel” dediler. “Büyükbaban çok rahatsız...”
Hemen eve geldim, senin çeneni bağlıyorlardı. Her zamanki gibi tertemizdin. Ağladım, elini tuttum. Elin her zamankinde soğuktu. Senin de bir çocuk olduğunu geçirdim içimden. Seksen iki yaşında bir çocuk... Kim bilir bizi üzen bu gidişin ne sevindirmişti anneni, babanı. Elinden tuttular belki de.
Üç yıldır önümde o kadar insan can çekişmişti ki hissizleşmiştim. Gidişinle bir şey daha öğrettin bana. “Gideceğiz evlat… Ben gidiyorum, sen de gideceksin”
Çok sevdiğin bir usta vardı. Evini o yaptı senin, o onardı. Çatısını her sonbahar o aktardı. Mezarını yapmak da ona düştü en sonunda. O, tuğlayla destekledi mezarını sonra senin soğuyan bedenini oraya koydular. Kürekler toprağa aç canavarlar gibi inip inip kalktı, toprak tükürdüler senin üzerine.
O an insana çok garip, çok yabancı bir an gibi geliyor. Seni hiç öyle hayal etmedim ben büyükbaba. Hemen doldu o mezar. Karışıp toprağa toz olup gittin. Sana yazdığım bu mektubu, şehrin sağanak yağışlı bir günüde mezarına bırakacağım. O da senin gibi eriyip, bulacak seni…
Mehmet Erman