YEDİTEPE İSTANBUL'DA İKİ YÜREK; MAVİ KRALİÇE VE MAVİ PRENSES...
Yeditepeli İstanbul’un sabahına tatlı bir tebessüm bırakırken uyanıyorum güzel bir güne... Saat onbir sularında kahvaltıyı hazırlayan Bahar’ın seslenişi ile sofraya yöneliyorum. Nefis bir sofra hazırlamış, envai çeşitli yiyeceklerle süslemiş sofrayı. Gurbette hazırlayamadığım, tadamadığım lezzetin en görkemlisi kucaklıyor beni. Besmele ile başlıyoruz lokmaların ağızda ezilişine... Bir ara göz göze geliyoruz Bahar’la. Teşekkürlerimi bir öpücük fırlatarak yolluyorum emeğine ve zahmetlerine... Gülüşüyoruz en içten, sevecen duygularımızla...
Sofrayı birlikte topluyoruz. Başka bir ihtiyacımın olup olmadığını soruyor. Bende, yandan çarklı sütlü bir kahve yapmasını istiyorum. Geçip koltuğa kuruluyorum. Elime ’’ İşgal ve Direniş’’ adlı kitabı alıyorum... Memleketimin her bir köşesi gözlerime seriliyor. Dalıyorum düşüncelere... Tarihimin şanlı sayfalarında dolaşıyorum. Mustafa Kemal’in beyaz at üstünde cepheden cepheye dört nalla nasıl koşturduğunu hayal ediyorum... Tebessümlerime acı bir çığlık düşüyorken;
-- Kahvende hazır, buyur Zafer.
-- Teşekkür ederim Bahar canım, derken sesimde sendeleme oluyor. Yutkunuyorum.
-- Ne o! Hayırdır canım, ne var, neden bu kadar daldın? Sesinde çatallaştı!
-- Yok be bahar’ım, tarihimin derinliklerinde gezindim ve birde şu geldiğimiz noktaya bir bak!
-- Anlıyorum seni Zafer’im ama Cenab-ı Allah bu milleti biliyor ve zor durumlarda kaldığımızda bizlere her daim yardımcı oldu. Yinede edeceğine inancımız tamdır!
-- Öyle de; içlendim, duygulandım kitaptaki yazılanları okudukça...
-- Ya şimdi bunları düşünme! Biliyorsun birazdan Nişantaşı’nda bir özel buluşmamız var. Sen ona konsantre ol! Güne hüzün katma olur mu canım?
-- He vallah doğru dersin gülüm. Duygusalız! Tamam, kahvemi içtikten sonra hazırlığımızı yaparız...
Kitabı kapadım, yatak odama yöneldim hazırlık için. Bahar’da hafif makyajını yaptıktan sonra;
-- Hazırız, çıkabiliriz, dedim.
Apartmandan dışarı çıkınca gökyüzünü şöyle bir süzdüm. Masmavi, pırıl pırıl. Cullap gibi bir hava var. Sıcaklık olmasına rağmen hafifçe esen rüzgar güneşi azda olsa perdeliyor ve boncuk boncuk ter dökmemize müsade etmiyordu. Daha birkaç gün öncesinde Kemer’de iken ne çok yanmıştık! Bereket İstanbul’un sıcaklığı o kadar bunaltıcı olmuyor. Boşuna dememişler ’Yeditepeli Şehir İstanbul’’ diye. Tepelerinden rüzgar esiyor, her sokağından serinlik süzülüyor koynumuza ve rahat yol alıyoruz kaldırımlarda. Çabuk adımlarımızla ana caddeye varır varmaz bizim gideceğimiz güzargahın belediye otobüsü duraktan yenice kalkmış geliyor. El kaldırdım, trafik akışına ve kalabalıklığına aldırmadan durdu yanımızda (yurt dışında bu mümkün degil, durak olmadan durması imkansız) Ben geçip oturdum koltuğa, partonum Bahar hocam bileti alıp geldi yanıma.
Harbiye durağında indik. El ele tutuşup kalabalıklar arasından sıyrılarak yaya geçidine geldik. Yayalara ’’geç’’ ışığı yanmasını beklerken arabaların o hızlı akışına aldırmadan karşı tarafa geçenlerin, kural tanımazların sayısı oldukça kabarık. Bahar’a bakarak başımı sallıyorum ’’ bu ne düzensizlik’’ diye. Bu durumlara alışık olduğunu ima edercesine gülüyor. Eh o gülücüğe karşılık bende kerhen gülüyor ve ’’hıımm, demek burada işler böyle yürüyor’’ diyorum. Kafamda yanlışlıkların bizleri nerelere götürdüğünü düşüne dururken yeşil ışık yanıyor. Koşar adımlarla karşı caddeye geçiyoruz. Ne olur ne olmaz.. Aynı bölgede beş ay önce turistler kaldırımda yürürken bir taksi ezip geçmişti! O nedenle ben yinde de ’’yeşil, meşil lamba demeden tedbirli geçelim karşıya’’ dedim.
Yürüyoruz el ele Nisantaşı’nın o nezih mekanlarına doğru. Mağazalar ışıl ışıl. Özenle dizayn edilmiş vitrinler... Kendimi Lahey kaldırımlarında adımlıyor sandım. Ne kadar güzel her yer, bakımlı cadde ve kaldırımlar. Birde şu trafik lambaları ile yaya geçitleride düzenli konmuş olsa, on puanı vermekte gecikmeyeceğim ya! Ama olsun yinede sekiz puanı kaptı benden Nişantaşı... Bizim Sibel’in emlakçılık yaptığı mekanların zarifliğine meftun oldum. Helal olsun İstanbul efendiliğinin oralarda yaşatılıyor olmasına... Ceyda Görk ablamın yazdığı bir şiir vardı ’’Nerde O Eski İstanbul’’ adında... İçimden geçenleri hemen patlattım ’’İşte burada Ceyda ablam’’ diye.
Bahar hocam,
-- Yanımda TL kalmadı, bir döviz bürosu bulalım, para bozdurayım.
-- Tamam Bahar, buralar senin büyüdüğün yerler, nerede ne var, ne yok sen bilirsin, dedim.
Teşvikiye caddesinde bir döviz bürosu bulduk ama bayağıda yorulduk. O koca Nişantaş’ında bir döviz burosunu aramak doğrusu şaşırdım. Bizim evin muhitinde bir kaçtane var olması, ’’Nişantaşına verdiğim sekiz puanın ikisini geri alsam mı?’’ diye de içimdem geçirmedim değil yani... Ağalara diyeyimde bir kaç tane daha açsınlar döviz bürosuda o sıcak altında Direniş ve zarif yürekli Bahar hocam boşu boşuna boncuk boncuk terler dökmesin! :)))
Teşvikiye caddesinden, Teşvikiye camisine doğru ilerliyorken bir kaç kişiye o iki nazik ve zarif yüreklerle buluşacağımız yeri soruyoruz. ’’Bilmiyoruz’’ yanıtı geliyor. Bu cadde de yürüyenlerin hepsinin benim gibi yabancı olduğu sanısı hakim olmaya başlamıştı ki; Bahar, yanımızdan geçen kişilere sordu. Aldığımız cevap olumluydu. Her sene ve her ay yeni yeni iş yerleri açılıp kapanırken, yeni açılanlarında isimlerinin yenilenmesi ve üstelik Londra sokaklarında imişiz gibi isimlerinde yabancı olması bulmamızı zorlastırmıştı. İş bakasının buluduğu binanın içinden geçip varılıyormuş kahveye (cafe diyorlar). Aslında bir çarşının içindeymiş. Çarşının adı: RESÜRANS. Fransızca adı uygun görünmüş Fatihin şehri İstanbul’un Nişantaşı’ındaki bir çarşısına. ’’Zevkler ve renkler tartışılmazmış’’ derler ya, bizde birşey diyemiyoruz. Bu çarşının koynunda bir kahvehane; AŞŞK CAFE ... İsmide sevdayı andırıyor... Nasılda bilmiş bizim gönül yüreklerimiz benim sevda şiirelerine uygun bir mekanı olduğunu...
Telefon görüşmemizde orkide yüzlü, iğde kokulu nazik kızımıza Cafe NERO’da buluşmazı önermiştik. Ancak buranın kapalı mekan olmasından dolayı çok sıcak, üstelik sigara yasağı olması burada buluşmamız uygun görülmediği için açık havalı bir mekanı onlar seçmişti. Bu nedenle buluşmamız mekanın adını bir mesajla telefonuma gödermişti. Ne güzelde bir seçim olmuş. Gördüğümüzde memnun olduk. Muazzam bir cafey’di.
Bahar koluma girip aheste adımlarla kahveye doğru ilerlerken karşımızda oturanlardan birinin yüzü bize dönük oturuyor, diğeri ise sırtı dönüktü, gelişimizi göremiyordu ve yüzü bize dönük oturan beyaz, şık şapkalı orkide yüzlü meleğin bizi fark etmesi ile yüzünde gülücüklerin uçuştuğunu sezdim . Aynı tebessümle karşılık verirken gözlerimdeki parıltının ’’buluşacağımız kişiler bunlar’’ diyordu...
-- Bahar hocam bak bunlar buluşacağımız kişiler.
-- Sanırım, baksana bize bakışını...
Sonra sırtı bize dönük oturan yavaşça yerinden kalktı ve bize doğru bakaken gülümsüyordu. . Tanımıştı bizi! Hayat dolu bakışı ile gözleri çakmak çakmak oldu. Tatlı gülücüklerini gönlümüze göderirken iki onurlu yüreğimiz bize doğru yöneldiler ve kucaklar hasretle açıldı.
-- Zafer, Bahar, sizsiniz değil mi?
-- Tam isabet Mavi iklimlerin en mavisi Mavi Kraliçesi,kraliçemiz NURSEN.. Veeee bu kızımızda güzeller güzeli Mavi Prensesimiz yani Nursen’in can kızı NİLGÜN... değil mi? dedim.
O paha biçilmez gülücüklerle,
-- Eveettt bizizzzz, dedi Nursen. Yani Mavi Kraliçemiz..
Sanaldan gelen dostluğun, samimiyetin, ciddiyetin ve vefanın güzelliğine şahit oluyorduk hep beraber. Hasretle kucaklaştık, buseler kondurduk yanaklarımıza dostluğumuz adına... Yüreklerimiz kıpır kıpırdı. İnsan öyle duygulanıyor ki; gözyaşımı saklıyorum kirpiklerimin dehlizlerine... Yutkunuyorum... İki sandalye daha konuyor masamıza. Halka oluyoruz masanın etrafında. Çaylar ısmarlanıyor ama ben Türk kahvesi istiyorum orta şekerlisinden. Nursen, neskafe istiyor sade. Çaylar Bahar ve Nilgüne gidiyor.
Sohbetler başlıyor en sıcağından. Sanaldaki tanışmalarımızdan tutunda; şiirlerimize, sitelerdeki dostluklarımıza kadar ne varsa anlatmaya başlıyoruz...
04.Ağustos.2009 Salı
Devam edecek...
Zafer Direniş
...
YORUMLAR
İşgal ve Direniş’’ adlı kitabı alıyorum..
Memleketimin her bir köşesi gözlerime seriliyor. Dalıyorum düşüncelere... Tarihimin şanlı sayfalarında dolaşıyorum. Mustafa Kemal’in beyaz at üstünde cepheden cepheye dört nalla nasıl koşturduğunu hayal ediyorum... Tebessümlerime acı bir çığlık düşüyorken;
Keyifle okuduğum bir yazıydı,yazarımızı kutluyorum...
Saygımla efendim...