- 1237 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Hasan’dan Hans Olur mu?
Hasan’dan Hans olur mu? Diye lütfen başımın etini yemeyin, ama gelin bir deneyelim. Belki yaratabiliriz. Geçenlerde Frankfurt şehirinin merkezinde karşılaştıǧım ortalama 45 yaşlarının üzerinde olan bir Türk’ün modernlik anlayışından yola çıkılarak yazılmıştır bu gözlem hikayesi.
Derslerine yardımcı olduǧum oniki yaşındaki bir genç çocuǧu tramvya bindindirerek direk eve gitmesi talimatını verdikten sonra yavaşça yürüyen elektrikli merdivenlerin takırtıları arasında ki normal merdivenlerden yürüyerek Konstablerwache’nin önündeki büyük meydana çıktıǧımda saatler 17:13 gösteriyordu. Kilisenin en tepesine yakın olan bir saatin ibresi ve yelkovanı hergünkü deǧişmeyen sistemiyle aynı ritimde isteksizce ilerliyordu. Bu hemen hemen şehirin merkezinde ki, yaşlı kilise toprak kırmızıyla kiremit renklere bezenmiş tarihi bir bina olmaktan çok, yılların yükünü de sineye çekerek süzülüyordu adeta binlerce gökdelenle donatılmış bu şehirde.
Banklardan birisine oturarak yaklaşık çeyrek saatlik bir süre hem kafamı dinledim hemde bu gence matematik derslerinde daha fazla yardımcı olmanın hesabını yaparken, ruhum binlerce kez deǧişik atmosfere girip çıkarak beni sorgulama hırsıyla kendi avuçlarına alarak ovalamaǧa başladı. Garip ve acaip düşünceler içinde ve şehirin hemen hemen ana merkezi olan bu alanda deǧişik milletlerden binlerce insan insan deǧişik yönlere doǧru akıp giderken hazirana özgü o Avrupavari sıcaklık yerini serinliǧe bırakırken ikindi vakti de kendi haberini veriyordu. Alış veriş çantaları doldurulmuş, kadinlar istedikleri giysiyi almanın şevkiyle nazlana nazlana hava atıyorlardı.
Güneşin etkisi yüksek binaların gölgelerinden yol bulamadıǧı için alan tamamen gölgenin hakim olduǧu bakır mavisi semanın altında ezilmekteydi. Ekmek kırıntılarına talip olan şehirin en çirkin ve kirli canlıları olan bazıları hastalıklı güvercinler hiçte buradaki alana ait olmayacak bir görüntüyle optik bir kirliliǧide yaymaktadırlar buraya. Renklerin bin bir tonunun hakim olduǧu giysilerle süslenmiş vucutlar içinde aǧır aǧır ilerleyen insanlar elbisleri gibi yüzleride farklı kişiliklerinin habercisiydiler. Kadınlar güzel olsun çirkin olsun kısa pantalonlar giyinmişler, karınlarının da yarısını açarak adeta pazarda satılan meyve ve sebze gibi hareket halinde serinliǧin keyfini çıkarıyorlardı. Bazıları çirkince açtıkları karınları elbiseleri üzerine katlanmış kışın toplanılan yaǧ rezervelerini görücüye çıkarmışlardı. Bazıları, bu kendi hallerinde memnun, mesut, sevecen, uysal, aǧırbaşlı adımlarla ihtiyatlı bir şekilde yürümenin keyfini çıkartarak ilerliyorlardı. Erkeklerin çoǧu ise daha çirkin bir şişmanlık örneǧi segileyerek adeta kadınlara taş çıkartırıyorlardu bu hususta. Bunların mutsuzluǧu yüzerinden okunuyordu. İnsanoǧlu toplumsal, biyolojik, psikolojik ve estetiksel bir toplamın bütününü kendinde toplamasına raǧmen burada bunu hissedecek hiç bir emare gözükmüyordu doǧru dürüst bakmak isteyen birisinin gözüne. Bunların ruhları ve duyguları karmakarışık toplumsal yasalar ve baskılar altında kaldıǧı için bu kadar yiyip içerek kendi vücutlarına ekledikleri düşmanla yaşamanın belkide bilincinde deǧillerdi, ya da bilinçli bir şekilde dışlanmışlıklarını bu tarzda dışa vurma cesareti gösteriyorlardı. Bazıları gençlik ve ergenlik bunalımlarının şiddetine maaruz kaldıkları için bu yolu şeçmişlerdi belkide istemeden…
Yanımda ki bankta oturan bir genç delikanlı da derin ve dalgın düşüncelerin rüyasında yüzerek beyaz bir giysi içinde çorapsız ayaklarını seyrediyordu, bu görünümüyle küçük bir büro memurundan farkı yoktu. Ama bir panteri andıran saǧlam ve çevik gövdesine çok uygundu onun bu elbise seçimi… Diǧer insanlar ise belli belirsiz düşünceler içinde kendi ruhsal dünyaları içinde Gavur Daǧlarına tırmanan bir man kamyon gibi istikamet ileri marş marş komutunun gazıyla ilerlemekteydiler. Alandaki kafeterya tıklım tıklım dolmuş akşamın keyfini çıkaran yüzde sekizeni orta halinde üzerinde bir konuma sahip oldukları her hallerinde açıǧa çıkıyordu. Örnegin, en köşedeki masada oturan bir hanım ve iki bey en azından memur konumunda ve buna eşdeǧer bir gelire sahip oldukları gerek kıyafetlerinden, gerekse davranışlarından belli oluyordu. Gri renklerin hakim olduǧu bu iki bey ve bir hanım yaşamın ortalarında seyreden yaşlara sahip gözüküyorlardı. Ekonomi üzerine sohbet ettiklerini zar zor işitiyordum bana uzak bir yerde oldukları için.
Şimdide biraz bu alanda dinlenmek ve serinlemek için zaman geçiren insanlara Cafe Hauptwache’ye göz atalım. 1958 yılından bu yana hemen hemen orjinalliǧini koruyarak günümüze kadar gelen bu Cafe alanda bir buket gibi durarak yeganeleǧini korumaktadır.
Beri tarafta yine akşam serinliǧinin mevsim normallerinde seyreden serinliǧinde büyük bir bardaktan bira içerek öyle rahat oturuyordu ki, bunu anlatmak imkansız gibi bir şey olarak gözüküyordu bana… Sukuneti hem giyiminden, hemde sahip olduǧu yorgunluk vekârıyla olsa gerek daǧlar kadar vurdumduymazlıǧı yazıyordu yüzlerine adeta. Eşi ya da sevgilisi olan hanımefendi şık bir görünümle onun bu genel konumuna layık olmanın mutluluǧunu, ellerini hareket ettirerek konuşması, aynı zamanda bu kadının ev yaşamında bu erkeǧe üstünlük saǧladıǧı da her halinden belli oluyordu. Hakimiyeti ve hegemonyası onun sanki bütün dünyayı kendine koloni edinmiş „güneşi batmayan bir dünya imparatorluǧuna“ sahip olmanın gururunu içten içe pazarlıklı bir havayla çevresine yansıtıyordu.
Onların hemen arasında ki küçük ve daire biçimli yuvarlak masa etrafına indirilmiş iki koltukta ise yaşları en fazla yirmibeş olan iki genç sigaralarından çektikleri dumanları keyifle soluk borularından ve burunlarında tekrar savurarak çıkarttıkları dumanın zevkini yaşarken ileride kanser hastalıǧına yakalanma risklerini hesaba katmamanın kayıtsızlıǧını yaşıyorlardı. Bunların sohbeti biraz daha başkaydı, hayata kayıtsızlık ve bir yerlerden tutunma çabası etrafında odaklanan naǧmelerin şarkısını andırıyordu konuşmaları. Elleri bakımlı, yüzleri küçük burjuva ihtiraslarıyla boyanmış olan bu beyler de vurdumduymazlıǧı tespit etmek için hiçte bir psikolog olmaya gerek yoktu. Bu tip insanlar kadın olsun erkek olsun başkalarına tepeden bakan, kendilerini „kaf daǧının“ tepesinde gören birer atmaca olarak yaşarlar hayatlarını. Onların ilgisi genel olarak kendilerine odaklanan bir dünyanın varlıǧına sahip olmakla geçen bir dünya kugusu üzerine kuruludur. Ben merkezi bir yapıya sahip oldukları için egoizmin pençesinde kıvranarak sürekli yukarıda olmanın imgelerine girerek gerçek dünyanın varlıǧindan habersiz gibidirler… Bu bencillik mi, derseniz evet, ama bunlar;
- işte ben buyum, hepinizden üstün olma hırsım beni hep geri yuvarlayarak geri başlangıç noktasına getirsede, bunda bir sakınca yoktur,
- bunlar sahiplenme duygusunun alevlerinden kavrularak çıktıkları için, bazen saygı duyulan genel şeyleri dayatmacı olarak kişiselleştirirler.
- karmaşık duyguları, özgür bir birlikteliǧi beyinlerine girmesini engelleyen etkendir. Tahripkarlıǧa, inançsızlıǧa, güvensizliǧe ve dayatmacıǧa adeta aşıktırlar.
Bu benim yukarıda sıralamaǧa çalıştıǧım savlar, doǧal olarak benim kendi kanılarıma dayandıǧı için önyargılı bir yaklaşdır. Ama en azından bir yargıda bulunma cesaretinide gözlemlerime dayanan bir tesbitle kazandıǧım için kendimi sorgulamadan yoluma devam etmek istiyorum böyle vurdumduymaz aymazlara karşı.
Bu kadar önyargıdan sonra tekrar dünyaya döndüǧümde vakitde bir hayli geçmiş ikindi çoktan bitmiş, gölgeler kuzeyin hakimiyetini ele geçirerek korkunç karanliǧa doǧru girmişti. Bu alanı çevreleyen görkemli binalar, ihtişamlı ve tarihi sömürü binaları olma özellikleriylede önemsiz bir öneme sahiptirler yerleşik burjuva için burası. Şimdi bu alanın tarihine kısaca bir yolculuk yaparak geçmişe götürmek istiyorum sizi.
Buranın ismi ise „Hauptwache“ (Karakol) Frankfurt am Main şehirinin en işlek konumuna sahip bir semtidir. Şehir merkezinde önemli bir öneme sahip bu ismin ise tarihi bir anlamı vardır. Örneǧin semte ismini veren bu yapı barok yapı sanat tarzının bütün özelliklerini taşımaktadır ve ismini 1729 – 30 yıllarında yapımında büyük emek sarfeden ve o zamanların şehircilik alanında geniş bilgilere sahip olan usta mimar Johann Jakob Samhaimer’in öncülüǧünde kurulmuştur. Bu alanda bundan öncede 1671 yılında kurulan küçük bir çamaşırhanenin varlıǧı yine şehir tarihi arşivlerinde mevcuttur. Çamaşırhanenin bina olarak eskiyip duvarlarının dökülüşünü gören o zamanki belediye meclisi aldıǧı bir kararla degişikliǧi gerçekleştirmiştir.
Bu semt aynı zamanda o zamanların cezaevine ismini veren bir yapıya da sahiptir. Şehirin asayiş ve güvenliǧini saǧlayan jandarma garnizonluǧuna da ev sahipliǧi yapmıştır. Bir birine ilişik üç yapıdan oluşan bu tarihi binalar subay ve astsubayların görev yaptıǧı ve sorgulama odaları olarak kullanılan yapılardan ibaretti. Ve bu cezaevinde bugün şehirde „Doǧa Bilimleri Müzesi“ine ismini veren ve aynı zamanda Almanya‘nın en büyük doǧa bilimleri müzesi olma ünvanına sahip olan Johann Erasmus Freiherr von Senkenberg’de 1769’dan ölümüne (1775) kadar da kalmıştır. Suçu ise hizmetçisine tecavüzdür. Kendisi iyi bir hukukçu ve retorik ustası olmasına raǧmen böyle yüz kızartıcı alçakça bir suç işlemesi onu hukukçulǧuna gölge düşürmektedir.
Bu kadar genel kültürden sonra yine kendime bir iǧne dürtüǧümde uyanarak nerede olduǧumu hatırladıǧımda zaman denen acımasız pervane dönerek akşam aydınlıǧında görüş mesafesini her dakika biraz daha kısaltarak acımadan ilerlemekteydi. Bu Hauptwache ve Zeil (Satır) arasında 1731 yılından 1860 yılına kadar bir su kuyusu o zaman su ihtiyacını karşılamak için faaliyete geçirilmiştir. Hemen bu kuyunun anında o zaman ki şehir parlementosu bir de daraǧacı (idam sehpası) kurarak halka korku veren bir yer olarakda ün salmıştır. Burada en son asılan ise zavallı bir hizmetçi hanım olmuştur. (14 Ocak 1772 yılında Susanne Margareth Brandt yaşamı elinden alınmıştır).
O yıllarda Preuss Devleti bazı kentlere içişlerinde belli özerklikler tanıdıǧı için Frankfurt kentide 1866 yılına kadar özerkliǧini koruyan otonom şehirlerden biri olmuştur. Ben bu tarihi bilgiler içinde yüzerken duvarlardaki tarihi açıklamaları karalama defterime not ederken usanmış olmalıyım ki, birden canım alanın bu görkemli kahvesine bir kaç adım atarak hem bir kahve içmek, hemde biraz dinlenmek için hemen kenarlardaki masalardan boş olanına çörekledim. Masam da iki koltuk da henüz boş olduǧu için gönlümce yayılarak garsonu gelmesini bekleyerek çevreyi kolaçan ederek gizlice kontrol altında tutmak istiyordum. Sanki sivil bir polis memuru gibi gidip gelen herkes ve her şey bütün ayrıntılarına kadar dikkatimi çekiyordu bu alanda….
Saatler epey ilerleyip; zamanı dişlileri arasında beni malama yaparken masalar birer birer boşalıyordu, gidenlerin yerine gelerek oturan yeni müşteriler kendi havalarında huzur ve sohbet dolu bir kaç saat geçirmek için gelip boş olan masalar günüllerince kuruluyorlardı… Bazıları yanlızlıǧın tadını derin derin soluyarak içlerine çektikleri sigara zehirlerinde ararken, bazıları saatlerini kontrol ederek, bekleyişin beklenilenin geldiǧi bir anla noktalamak istediklerini yüzünden okumak için insan psikolojisi okumaǧa bile gerek yoktu.
Şu an benimde içinde oturduǧum bu Cafe 1905 yılında açılmış bir cafe olduǧu için; Frankfurt’un en önemli buluşma ve randevu noktası olarak da ün yapmış bir yer olması özelliǧiylede dikat çekicidir. Bu alan 1920 yılıda Fransız askerlerinin Almanya’yı I. Dünya Savaşı yenilgisinden dolayı işgal ettikleri askeri alan olarakda tarihe geçmiş bir yerdir. Altı hafta boyunca burada kalan bu garnizon askerleri, onları protesto eden Alman göstericiler ateş ederek 7 insanı da öldürerek geri çekilişinide topraǧının derinliklerinde saklamaktadır. Ben içimden şu an belkide bu insanların kanının aktıǧı bir noktanın üzerinde utancını içimde hissederken, çevrede oturanların bunlardan habersiz olmaları gayet doǧal bir davranış biçimidir.
Evren, mevsim normallerinde seyreden sıcaklıǧını bugün bu şehire de bahşederken birden aklıma Ahmet Hamdi Tanpınar’ın „Beş Şehir“ adlı deneme kitabı geldi. Kendi kendime „acaba, bu üstad bu şehire gelip, burada bir kahve içerek bu 1.900 metrekareyi kapsayan Hauptwache Alanı’nı nasıl betimlerdi“ diye kendi içimde, kendimle konuşuyordum. O gezilen kentlerin her caddesinde hayatın canlılıǧını ararken, ben burada, bu kentte olmamın hiçde dezavantaj olmadıǧı bilinciyle ayılarak, üstad kadar olmasa da, en azından bir şeyler savurmanın zararsız olacaǧıni düşünerek gelen hanımefendi bir garsona içeceǧimi ısmarlamanın keyfini yudumlarken, kocaman dalgalar da deli gönlümü dalgalandırıyordu… Şimdi o yavaş ve yorgun adımlarla eve varmış mutfakta birşeyler hazırlarken, bende romantik havalar içinde ayda bir puro içişimi bugüne denk getirerek seviniyordum. Ama bu sevincim hayat nimetlerinin deǧişikliǧi içinde, bize yaratıcılıǧımızdan kalan en büyük miras canımızın sıkılması olduǧu için kendimi O’nsuz bir hiç gibi hissediyordum. Kudretim şimdi burada yüreǧimi idare etmekten aciz bir biçimde infiale uǧramış, arzularım yenilmiş benzim birden kül gibi atmıştı. Derin iç çekişin ezasını tadarken, yaptıklarımın, yapacaklarımın hiç bir öneminin olmadıǧını beynim zonklayarak yüreǧime hançer gibi dadırıyordu sivri ucuyla… Kendimi kaç defa O’na en yakın hissettiysem, en yakınında, yanı başında duygusu benliǧimde tatlı serinliǧinin ılıklıǧını yaşarken bulanık suların ıslak nefesimi alnıma sürmesi yorgunluǧuma yorgunluk katarak içimi hazana taşıyordu istemeden. Ve böylelikle daldıǧım en derin rüyalardan uyandırılarak aǧlama hıçkırıklarına müzdarip oluyordum. Tek tesellim sulu gözlülüǧümdü, o bana refakatiyle beni iffetli kılıyordu. Zamanda güneşin sürgüsünü çekmiş, onu kendi evine tıkmıştı.
İşte ben bu derin hulyaların kollarında aǧır aǧır dansederken, hemen yanıbaşımdaki masaya benden bir kaç yaşlı bir bey gelerek hemen izdivaç eden garsona bir bira söyleyerek bir sigara yakarak derin bir nefesle ciǧerlerini o da bayram pazarına çeviriyordu. Ben de ona doǧru yönümü çevirdiǧimde gülümseyerek başıyla selam verdi. „Kim bilir, belki beni bir yerlerden tanıyordur“ düşüncesi uyandı aniden beynimde. Bu karanlık düşünceler oturduǧum bu kahvede, saçları zamanın yenilgisine uǧrayarak tamamen bozla gri – beyaz tonların kınasını başına yakmış olan bu adam; normal giyimli, bakımlı elleri, yorgunluǧun gazabına uǧrayarak gülümsediǧinde daha belirgin olan göz çevrelerinde ki, deriler kırışmış, buna raǧmen yemeklerin yüküne yenilmemiş vücudu mekanizmasını koruyarak belli bir dinamikliǧi içinde taşıyan bir atmosfer uyandırıyordu karşısındakine… Ruh halinde tahripkârlıǧın izlerinden herhangi bir ipucu göze çarpıyordu. Tahminen kendinden emin bir yapısı, ilk etapta karşımıza çıkan stigmatik bir görünüm sergiliyordu. Yorgun gözlerindeki empati, sevecenliǧinin belirtisi olarak başka bir özelliǧi olsa gerek. Buna uygun yapısıda onun bu toplumla tamamen kaynaştıǧı havasını sezinletiyordu gözlemcisine. Ben onun, eski Yugoslavya- Sırbistan, Arnavut – Yunanistan üçgeninde bir köşeye yerleştirmeǧe çalışırken, o anda cebi Anadolu’ya özgü bir barak havası veren müzikle kulakları çınlatmaktaydı bu huzur dolu geçirilmek istenen akşam saatinde. Ortaya bomba gibi düşen bu adamın cebinin sesi çevrenin bir anlık ilgisini bu adamın üzerinde toplamaǧa yetmişti.
Adama, kızıyla konuşuyordu, bu kesindi.
- Tamam kızım, istediǧin saatte gelebilirsin,
- Annen biliyor mu? Benim için bir sakıncası yok, ben Hauptwache‘ deki Cafe’de bir kaç bira içtikten sonra eve giderim,
- Öptüm, canım, yarın görüşürüz“
gibi klassik cümlelerle ve oldukça yüksek sesle saatler 22:00’ye yaklaşırken, hiçte bu saatlere uymayan bir stille konuşması acaip geliyordu bana bile. Çünkü bende bazen farkında olmadan böyle konuştuǧum ve uyarıldıǧım için bunun bilinciydeydim. Bu arada bu bey konuşmasını bitirmiş, bira bardaǧına son bir darbe daha indirerek tepesine dikmiş ve bitirmişti birasını. Konuşmasından Türk olduǧunu hemen anladıǧım bu insan, ona dikkatli bakışlarımı sezmiş olacak ki, „siz de mi Türksünüz abi? merhaba diyerek“ hiç yabancılık çekmeden benimle hemen diyalo kurması, cesaretli bir kişılıǧe sahip olduǧunun ipuçlarını da vermişti… Karşılıklı güven alışverişinden sonra devirdiǧi biraların ve sıcaǧında etkisiyle, bu adam aǧzını açtıǧında sanki bir makinalı tüfekten düşman üzerine boşalan mermiler gibi sözler çıkmaǧa başladı birden.
- „Evet, abi ben de Türküm“
deyişimle adamdaki canlılık, gözerindeki ferahlık yüzlerinden okunuyordu. Zarif el hareketleriyle, hemen koltuǧunu benim masama doǧru döndürerek;
- Ben H…., 27 yıldan beri Almanya’da yaşamaktayım, evliyim, iki çocuǧum var, A…..‘dan geliyorum, çok genç yaşımda geldim bu şehire, yani bir Frankfurtluyum anlayacaǧınız. Kamyon şöforüyüm, çalışıyorum ve modern düşüncelere sahibim, bir Alman gibiyim yani. Bu adamlar, iyi bizim milletimiz biraz barbar, biraz tutucu, kapalı, gelişim ve deǧişimlere karşı ayak direyen feodal kafaların hakim olduǧu bir toplum diyerek“,
adam kendisini Emre Kongar’ın yerine koymaǧa uǧraşıyordu, bu klassik analizleri yüzlerce Anadolu’dan gelen, sonraları geldiǧi yerleri beǧenmeyerek, burun büken, oradakilere biraz tepeden bakan böyle sonradan görmeler, bira içerek domuz eti yiyerek, veya kızının gece erkek arkadaşında kalmasına göz yummakla, bu topluma uyum saǧladıǧı teranesiyle kendini kandırmaktan başka bir işe yaramıyordu böyle düşünceler. Kendisini bira şişesinin derinliklerinde malz kokusuyla yapay yorgunluǧa sevk ederek belkide, çocukları ve eşiyle dengeli zannettiǧi, dengesiz yaşamının boyunduruǧu altında ezilerek gönlünü eǧlendiriyordu belki akşamın bu geç saatlerinde…
Ben, onun üzerine kafamdaki ve içimdeki önyargılarımla bir karar vermeǧe uǧraşırken, o benim bu düşüncelerimden habersiz bir şekilde dünyadan, dünyanın dengesizliǧinden kulaktan duyduǧu, kendi araştırmalarına dayanmayan magazinsel haberlerin ve bulvar basınının etkisinde ki, duyarlıǧını bilinç zannederek öǧünmek havasındaki izlenimi „akmasanda gürle“ dansını oynuyordu. Sanki. Alan yavaş yavaş boşalırken, şehire yıldızlar yaǧmur olmuş yaǧıyordu elektrik direklerindeki lambalardan. Bu içimizden birisi olan saygıdeǧer, tabiri caiz ise, Türk Vatandaşı olan „bey“ kendini günde bir kaç kadeh bira içerek veya da haftada bir iki kez domuz eti yiyerek yerlilerden biri olduǧu hissiyle yaşamanın buruk sevinciyle kendini mutlu hissetmeside bir yücelikti. Ama deǧişime ve dönüşüme hiçte öyle bir kaç yüzeysel, deri üzerine yapılan dövme gibi olacak etkinlik olmadıǧı için, insanların orjinal özelliklerini kaybederek yapay yollara sapması hüsrana giden yolunda başlangıcı olduǧu için bazen söylenecek bir sözde yoktur aslında. Önemli olan bizim kişi olarak deǧişime ve dönüşüme yapacaǧımız katkı ve bu deǧişim ve dönüşümlerden elde edeceǧimiz kazanımlardır. Yoksa ne Hans’tan Hasan olur, nede Hasan’dan Hans. Zaten buna ihtiyaçda duyulmamalıdır. Önemli olan, Hansların Hasanlara, Hasanların da Hansları karşılıklı saygı ve sevgi temellerine dayanan beraberlikler yakalayarak hoşgörü duvarlarını örmeleri olmalıdır. Çok kültürlü toplumlarda tolerans (hoşgörü) temelinde gelişme gösteren toplumlar, hoşgörüsüzlüǧü mutlaka aşacaklardır. Çünkü her insan yüreǧinde bütün olumsuzluklara raǧmen yinede insancıl duygular taşıma kararlılıǧı gösterecek gizli bir kişilik potansiyeline sahiptir. Hoşgörünüz bol olsun. Bunun için diyaloglara ihtiyaç vardır. Sanayileşmenin sonucu olarak iş göçüyle çok kültürlülüǧü bir mecburiyet olarak yaşayan toplumlar toleranslı olmaya mecburdurlar. Tersi bir durum her iki taraf içinde hüsran ve kin tohumları ekmekten başka bir işe yaramayacaktır.
Saygılar, hasan hüseyin arsla, 07.07.2009, Franfurt am Main
YORUMLAR
adam kendisini Emre Kongar’ın yerine koymaǧa uǧraşıyordu, bu klassik analizleri yüzlerce Anadolu’dan gelen, sonraları geldiǧi yerleri beǧenmeyerek, burun büken, oradakilere biraz tepeden bakan böyle sonradan görmeler, bira içerek domuz eti yiyerek, veya kızının gece erkek arkadaşında kalmasına göz yummakla, bu topluma uyum saǧladıǧı teranesiyle kendini kandırmaktan başka bir işe yaramıyordu böyle düşünceler. Kendisini bira şişesinin derinliklerinde malz kokusuyla yapay yorgunluǧa sevk ederek belkide, çocukları ve eşiyle dengeli zannettiǧi, dengesiz yaşamının boyunduruǧu altında ezilerek gönlünü eǧlendiriyordu belki akşamın bu geç saatlerinde…
Ben, onun üzerine kafamdaki ve içimdeki önyargılarımla bir karar vermeǧe uǧraşırken, o benim bu düşüncelerimden habersiz bir şekilde dünyadan, dünyanın dengesizliǧinden kulaktan duyduǧu, kendi araştırmalarına dayanmayan magazinsel haberlerin ve bulvar basınının etkisinde ki, duyarlıǧını bilinç zannederek öǧünmek havasındaki izlenimi „akmasanda gürle“ dansını oynuyordu. Sanki. Alan yavaş yavaş boşalırken, şehire yıldızlar yaǧmur olmuş yaǧıyordu elektrik direklerindeki lambalardan. Bu içimizden birisi olan saygıdeǧer, tabiri caiz ise, Türk Vatandaşı olan „bey“ kendini günde bir kaç kadeh bira içerek veya da haftada bir iki kez domuz eti yiyerek yerlilerden biri olduǧu hissiyle yaşamanın buruk sevinciyle kendini mutlu hissetmeside bir yücelikti. Ama deǧişime ve dönüşüme hiçte öyle bir kaç yüzeysel, deri üzerine yapılan dövme gibi olacak etkinlik olmadıǧı için, insanların orjinal özelliklerini kaybederek yapay yollara sapması hüsrana giden yolunda başlangıcı olduǧu için bazen söylenecek bir sözde yoktur aslında. Önemli olan bizim kişi olarak deǧişime ve dönüşüme yapacaǧımız katkı ve bu deǧişim ve dönüşümlerden elde edeceǧimiz kazanımlardır. Yoksa ne Hans’tan Hasan olur, nede Hasan’dan Hans. Zaten buna ihtiyaçda duyulmamalıdır. Önemli olan, Hansların Hasanlara, Hasanların da Hansları karşılıklı saygı ve sevgi temellerine dayanan beraberlikler yakalayarak hoşgörü duvarlarını örmeleri olmalıdır. Çok kültürlü toplumlarda tolerans (hoşgörü) temelinde gelişme gösteren toplumlar, hoşgörüsüzlüǧü mutlaka aşacaklardır. Çünkü her insan yüreǧinde bütün olumsuzluklara raǧmen yinede insancıl duygular taşıma kararlılıǧı gösterecek gizli bir kişilik potansiyeline sahiptir. Hoşgörünüz bol olsun. Bunun için diyaloglara ihtiyaç vardır. Sanayileşmenin sonucu olarak iş göçüyle çok kültürlülüǧü bir mecburiyet olarak yaşayan toplumlar toleranslı olmaya mecburdurlar. Tersi bir durum her iki taraf içinde hüsran ve kin tohumları ekmekten başka bir işe yaramayacaktır.
doyurucu bir yazıydı.
saygılar.