- 644 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
İkisinin Arası Beş Dakika
İKİSİNİN ARASI BEŞ DAKİKA
La-tekmen’den (büyüklere) Masallar
Masal masal nanik-i
Tırnağı var kaç iki
Pireler berber iken
Develer tellal iken
Ben, nenemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken…
Nenem de ölmüş, yaşı doksan üç iken…
Bir varmış, bir yokmuş…
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde… Uzak değil çok yakın bir yerde. Yanımızda, hemen dizimizin dibinde bir ülke varmış. Bu ülkenin adı da T-arabya imiş.
Çook eskiden değil, seneler milattan sonra iki bin sekiz iken… Ve bu ülkeyi başkan değil bir padişah yönetir iken… Ama başındaki kavuk değil içinde gizlenmiş dalkavuk yönetir iken…
Aylardan Ağustos;
Pireler, saçta sakalda cirit atıp gezer iken... Develer; park, bahçe, sokak, cadde seyri sefa eder iken… Yani, bu büyük ülkenin baş şehri T-angara’da ellerinde çivili sopalar ile boy pos salına sallana gezer iken gide gide Keçi dövene gitmişler. Keçi döven T-angara’nın bir ilçesi imiş. Küçümencik de bu ilçenin küçük bir büfesi imiş. Büfenin vitrini ışıl ışıl; rakılar, şaraplar böyle ayan beyan gözükmekte imiş.
İki deve köşe başındaki bu küçük büfeyi görmüşler. Görür görmez hemen cinlenmişler. Yani, tepeden tırnağa sinir kesilmişler.
Beriki deve öteki deveye;
“Vaayy anasını ulan!” demiş.
Öteki de berikine;
“Ne var lan klon kardeş?” demiş.
Sözde beriki, vitrindeki içki şişelerine çok içerlemiş. Bu sebepten ötekinin söylediği sözü hiç mi hiç işitmemiş. Koca ayaklarıyla yeri şöyle bir tepmiş, çivili sopa elinde; sallayarak havada bir yay çizmiş.
Ve ötekine;
“Hiçbir şey sorma, gel peşimden!” demiş.
Lambır lumbur gitmişler. Kapıya koca bir tekme kütletmişler. Selam bile vermemişler. Önlerinde eşek yok onları yetsin, yanlış değil doğru yola sevk etsin paldır küldür büfe küçümene girmişler. Büfeci küçümeni tepeden tırnağa şöyle bir süzmüşler. Sonra hal hatır bile sormadan;
“Bu gece vakti sen ne satıyorsun bakalım?” demişler.
Büfeci, önce küçük bir şaşkınlık geçirmiş. Çabuk çakmış meseleyi, hemencik kendine gelmiş.
“Hemşerim…” demiş ve devam etmiş, “siz ikiniz iki devesiniz. Sanırım yanlış yere geldiniz. Burada deve dikeni yok. Sığırkuyruğu, süpürge otu, gürgen dalı, meşe yaprağı… Davul tozu, minare gölgesi; öyle bir şey yok.” demiş. “Çikolata var, versem yemezsiniz. Kurabiye var, yeseniz şişmezsiniz. Dondurma yalasanız desem; yalama oluruz diye sitem edersiniz. Süt vaar, bisküvi vaar, oooo neler neler var! Raflar dolu, dolaplar dolu say say bitmez. Büyükler içer diye tütün var. Bebeler emer diye emzikler var. İkizlere takke, kellere külah, terlik bile var ama ayaklarınız çok büyük size gelmez. Sizin koca kulaklı karakaçan nerde? İpinizi salıp gitmiş bilmem hangi cehenneme! Galiba yanlış yere geldiniz; durun sizi ben çekeyim, gidin kendi memleketinize…”
“Kes, kes!” diye bağırmış develerden beriki büfeci küçümene. Öteki de berikinden arkalanmış, baba hindi gibi kabarmış. Yüzü başka yerde, sözde önü çağdaş medeniyette, aklı fikri bu dünyanın nimetlerinde, aslında karman çorman siyasetler içinde, iki dere bir ara yerde; padişah yüzünden acayip ikilemler içindeki küçümene kızmış bağırmış;
“Söyle bakalım bunlar ne?”
“Bunlar içki…” demiş büfeci küçümen. “Bu…” demiş “arpa suyu. “Bu…” demiş “üzüm suyu. Rakı, viski, votka… Hepsinin iç rahatlatıcı dolu. Hepsi de bir meyvenin kızı, oğlu, ya da torunudur ama size dokunur. Siz meyve yiyin ama sakın suyunu içmeyin. Aslında anlamadım burada işiniz ne; en iyisi gidin kuru çöle diken dişleyin. Durun size yol göstereyim, burada boşu boşuna beklemeyin…”
“Kes, kes!” demiş develerden beriki.
“Sen böyle ne ukalasın?” demiş ötekisi, “biz, rakıyı da biliriz, şarabı da biliriz ama yasaktır diye hiçbirini içmeyiz. Kör bir nefis yüzünden hiç mi hiç günaha girmeyiz. Kitap yasak yazmış bunlara, sen söyle bakalım niye satıyorsun şeytana uymuşlara? Saat kaç oldu bak! Kapat dükkânı! Her şey kalsın burada, hadi git evine de zıbar yatağında.”
Büfeci küçümen:
“Deve kardeş…” demiş develerden birisine, “satan da biiir, satmayan da bir. Alan da biiir, almayan da bir. İçen de biiir, içmeyen de bir. Yarın bir gün herkes ölecek. Herkes, eni sonu bir karış toprağın altına girecek. Ölen ölecek, ölmeyenler ölenlerin arkasından ne diyecek? İyi bilirdim mi diyecek? İyi bilirdim lafı iyi de; içinden ya rahmet dileyecek, ya da ağız dolusu sövecek. Size ne, bana ne, kime ne?”
“Keeess, kes!” demiş öteki deve büfeci küçümene, “yalan yanlış şeyler söyleme! Çokbilmiş gibi ukalalık etme! Hele hele, şer-i hükümlere sakın ola karşı gelme! Süren bu kadar, artık zaman doldu. Kapat bakalım dükkânı, kapını da bir güzel kitle.”
Öteki deve de;
“Unutma…” diye ilave etmiş, “vitrin ışıklarını da söndür. Bu zıkkımları kimselere gösterme. Sen sen ol bundan sonra, aklını başına iyice devşir, sakın ola şeytani isteklere yüz verme!”
Anlaşılan büfeci küçümen, bütün bunlara aldırış etmemiş. Develere pek de önem vermemiş. Galiba bütün söylediklerini kulak ardı etmiş. İki iskemle çekmiş ikisinin önüne;
“Hele oturun az.” demiş, kendisi de tezgâhın ötesine geçmiş. Duvardaki tik tak eden saati kontrolcü iki deveye göstermiş, “daha erken…” demiş, “birer acı kahve içelim. Üstüne de duman tüttürelim. Tüttürü dükkân içinde iki kelam söyleşelim.”
Develer başlarını kaldırıp duvara bakmış. Saat, on ikiye on varmış. Ikına sıkına oturmuşlar iskemlelere. On dakikan var demişler alenen içki satan esnaf küçümene. Büfeci pişirip getirmiş, devriye gezen kontrolcü develere birer acı kahve ikram etmiş. Höpürdetip içerlerken de onlara şöyle bir hikâye dinletmiş;
“Bakın deve kardeşler!” demiş, “ben anlatayım siz dinleyin. Sonra kendi kararınızı kendiniz verin. İster gidin cennete, isterseniz cehenneme. İster bir dere dibine, isterseniz çöl bir yere…”
Beriki deve kahveyi bir dikişte içmiş. Büfeci küçümene gene “keeess!” demiş, “çoğu gitti azı kaldı. On ikiye tam üç kaldı. Üç dakikan kaldı anlat bakalım!”
Küçümen devam etmezden önce şöyle demiş;
“Siz içki içmez misiniz?”
“Tövbe, hâşâ! Biz, hem içmeyiz, hem de içenlerin iflahını keseriz. Duydun mu; biz adamın ocağına incir ağacı dikeriz. Haydi anlat!”
Küçümen, tezgâhın arkasındaki yüksek taburesine oturup bir yandan da kırk yıl hatırlı kahvesini midesine lüpletirken anlatmış;
“İkisinin arasında beş dakikacık varmış…” demiş önce. Söze böyle başlamış. Develer bundan pek bir şey anlamamış. Sonra şaşkın bakışlı develere o hikâyeyi zikretmiş;
“Mezarlık içkicileri varmış çok uzak bir köyde. Bir gün toplanmışlar beş altı kişi, mezarlık dibine gitmişler. Halil İbrahim’i yere sermişler. Ne Allah verdiyse; fındık, fıstık, leblebi… Derin muhabbetler içinde bir güzel şarap içmekteymişler. İşte bu ahvalde vakit geçmiş, zaman ilerlemiş, tam da akşam olmak üzereymiş. Kuşlar dallara tünemişler, artık ötmek istemezmişler. O zaman yel de kesilmiş, ortalık hoş bir sessizlik içindeymiş. Tam o sırada onlara kadar gelen başka sesler; ağlayışlar, yalvarıp yakarışlar, sel gibi yaşlar akıtılarak edilen feryadı figanlar; bu seslerle sessizlik birden bozulmuş. Sesler mezarlıktan gelmekteymiş. Halil İbrahim sofrasının çevresindekiler susup bu sesleri dinlemişler. Mezarlık içkicisi diye ünlüymüşler ya, size yalan bana essah çok da merak etmişler. Nedir bu feryadı figan? Kimlerdir böyle durmaksızın ağlayan? Acaba kim ölmüş? Geride kalanları böyle çok neden üzülmüş? Birisi dayanamamış. Gidip yanlarına bakayım. Sorup sualde bulunayım bu böyle neyin nesidir, kimin fesidir; öğrenip anlayayım demiş. Kalkmış yanlarına varmış. Mezarlıkta bir cenaze merasimi varmış. Dört tahtadan bir tabut, iki tane imam, bir sürü insan; ölünün başı çok kalabalık… Merak ettim geldim demiş. Kimdir ölen öğrenmek istedim demiş. Cemaatten birisi, onu bir güzel bilgilendirmiş. İşte, ölen kimse genç birisiymiş de üzüntünün büyüklüğü bu sebeptenmiş. Peki, demiş mezarlık içkicisi o kimseye. İyi ya da kötü ben bilmem de, ölen neden genç ölmüş? Öbür dünyaya erkenden göçmeyi kendisine neden uygun görmüş diye sormuş sual eylemiş. Başka birisi, ıslak gözlerini oyalı mendiliyle silip ona cevap vermiş. Ölen insan daha çok gençmiş. Henüz kırk birinin içindeymiş. Ölmezden önce çok içki içermiş. Ciğerleri önceleri isyan etmiş. Otuz yedisindeyken el aman dilemiş. Ama içkici onu dinlememiş. Sonra bedeni iflas etmiş ve zamansız ölümü bu sebeptenmiş. Mezarlık içkicisi bu anlatılanları can kulağı ile dinlemiş. Ve korkmuş. O, genç yaşta ölmek istemiyor, öbür dünyaya erken göçmek istemiyor, hele hele ölünce bir de üstüne üstlük cehenneme gitmek istemiyor; hemen aklını başına devşirmiş, içkiye oracıkta tövbe etmiş. Ayaklarını sürüye sürüye dönüp arkadaşlarının yanına gelmiş. Siz ister durun ister gidin, benden bu kadar pes vallahi demiş. Arkadaşları içmiş o beklemiş, aradan az bir zaman geçmiş. Saatine bakmış ki, tamı tamına beş dakika geçmiş. Bu arada ilk ölü gömülmüşmüş. Üstü üç kürek toprakla örtülmüşmüş. Gömücüler de sessiz sedasız kendi evlerine dönmüşmüş. Onlar işlerini bitirip gitmişler ama yerlerine bir başka grup gelmiş. Gene feryadı figanlar. Gene yalvarıp yakarışlar. Gene, iki gözler iki çeşme; gene ötekiler gibi bunlarda da acı acı ağlayışlar… Aynı kişi gene merak etmiş. Gene kalkıp gene cemaatin yanına gitmiş. Önce selam vermiş. Sonra ağlayıp sızlananlara baş sağlığı dilemiş. Ölen kimse kim ki? Erkek mi ya da dişi mi? Yaşlı mı, yoksa bu da deminki gibi genç birsi mi? İçlerinden birisi gözyaşlarını silmiş. Bir de derin derin iç geçirmiş. Aaaahh ah demiş! Sorma kardeş çok gençti demiş. Daha henüz yirmi yedisindeydi. Yarı yolun hemen berisindeydi! Mezarlık içkicisi içinden; vaaahh vah demiş! Biri geldi az önceydi. Aradan çok değil beş dakika geçti. Demin giden içkidendi. Yaşı da çok gençti. Bu ondan da genç, acaba gidiş sebebi neydi demiş. Bu andan itibaren içkiye bir kere daha tövbe etmiş ve ölünün ölüm sebebini sorup sual etmiş. Aynı kişiden cevap istemiş. O da, sorma kardeş demiş! Bu kişi halim ve selim idi. İçki sigara bilmez idi. Harama dil dudak sürmez, inan kardeş yaşayan bir melek idi demiş. Tövbekâr kişi; peki öyleyse neden erken gitti demiş. Öteki de; o daha çok genç idi demiş. Henüz yirmi yedisinde idi. İçki denen illeti hiç ama hiç içmez idi. Dedim ya kardeş, o, sanki yaşayan bir melek idi. Tanrı onu çok sever idi. Bu yüzden yanına istedi. İşte durum budur kardeş demiş…”
Birisi içki içmiş. Bu sebepten vakitsiz gitmiş. Üstüne üstlük bir de cehenneme girecekmiş. Yakınlarının üzüntüsü bu sebeptenmiş.
İkincisi içki hiç içmemiş. O da önceki gibi çok gençmiş. Onun erken gidişi ise tanrının ona sevgisi imiş.
Mezarlık içkicisi başka hiçbir şey diyememiş. Ama aklı biraz titremiş. Tuhaf tuhaf biraz gülümsemiş. Dönüp arkadaşlarının yanına geri gelmiş. Onlardan bir bardak şarap istemiş. Şarapçının adı Kasım’mış. Beş dakikada karar değiştiren kararsız Kasım, bön bön bakan arkadaşlarına;
“Ne var ulan?” demiş. “içen de içmeyen de ölecek. İçen beş dakika önce, içmeyense beş dakika sonra göçecek. İkisinin arası beş dakika… Verin iki tek içeyim, işte mesele böyle bir ahvalde...”
Büfeci küçümen, develere şöyle demiş;
“Nedir sizin derdiniz? İçki mi en büyük meseleniz? Hikâyeyi siz de dinlediniz. İşte mesele böyle böyle... Önce düşünün taşının. İsterseniz biraz da kaşının. Sonra doğru düzgün bir karara varın…”
Küçümenin anlattıklarını dinleyen develer kükremişler. Çivili sopalarıyla hikâyecinin üstüne yürümüşler. İçer misin, içmez misin? Satar mısın, satmaz mısın? Saat on ikiyi beş geçti; sen kapıyı kapayıp çıkar mısın çıkmaz mısın? Ver sopayı, ver sopayı, ver sopayı… Çivili sopayı ensesine, beline, hem kaba hem de kemikli yerine… Ölçmeden, biçmeden neresine gelirse her yerine... Büfeci küçümencik yara bere içinde. Yerler kan revan içinde. Çivili sopa yetmemiş; tekme tokat, kazma kürek… Rafları yıkmışlar. Malları dağıtmışlar. Camları kırmışlar.
Yetmemiş; gece vakti içki satan bu mendebur adamı… Pardon; böyle abuk sabuk bir hikâye anlatıp içkiyi iyi bir şeymiş gibi… Pardon, bütün kötülüklerin baş suçlusu değil de masummuş gibi anlatan bu mendebur adamı içki dolu vitrine tıkmışlar…
“Gör şimdi aynayı Konya’yı! Gör, kandırıkçın deve oğlu deve Avrupa’yı! Öğren deveyle oyun oynamamayı! Gençmiş yaşlıymış dinlemeyiz. Biz damı böyle ederiz! Mezara bile götürmez, olduğu yere… Pardon, öldüğü yere gömeriz…”
Uzak değil yakın bir yerde. Yanı başımızda hemen dizimizin dibinde… Çook çok eskiden değil tam iki bin sekizde. Böyle bir ülke varmış ve böyle elim bir olay yaşanmış.
Bu ülke T-arabiya değil idi.
Baş şehri T-angara değil idi.
Keçiören olmuş keçi döven,
O garibi hanginizdi döven?
Şer-i hükümler böyle miydi?
Söyleyin, size bu emri kim verdi?
İçene ama insanca içmesini bilene…
İçmeyene ama içen içmeyen özgür iradeli herkese saygı gösterene…
En büyük erdem hoş görünün en güzeline…
Yanlış anlaşılmadık inşallah, işte bu dilekler ile
İnsan olan herkese saygı ve sevgilerle…
Tevfik Tekmen. 27/Ağustos/2008 *Lüleburgaz*
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.