- 720 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Ya İSMAİL BEY’İN Hesabını Kim Verecek?
Ya İSMAİL BEY’İN Hesabını Kim Verecek?
Güneşli bir temmuz sabahı ağır ağır adımladığım caddenin bitiminde;muazzam mimarisiyle göz kamaştıran istasyonun yamacına ramak kalmıştı ki…homurtusuyla karanlık yolcu dehlizinin sessizliğini yırtan şişmanca dilencinin,acımsı buruk ince sadası beni bir müddet oyaladı…
Bakışlarıma aldırmaksızın “Abi para,Allah rızası için para,aç kaldım,lütfen bu garibe bir sadaka…”
Mahzun bakışlarında ki bitkinlik ve geçmişin yorgunluğunun o darbe vuran izleri keskin hatlarındaki kırışıklıklarla kendini gösteriyordu.Önceleri aldırmadığım bu himmet dileyen kelimeler an geçmişti ki balyozun örste çıkardığı ses gibi beynimde aksetmeye başladı:
“-Bu garibe bir sadaka…”
Gariplik,bu denli düşmek değil diyordum kendimce.Garip dilenmemeli,dilenci olmamalı.Onun payesi sayılan yoksulluk,başkalarının insafına bırakılarak üç-beş kuruş beklenti için ayağa düşmemeli.Ne garipler vardı,ne yoksullar vardı.Ne yurtlar,ne memleketler için can veren…Hem ne beyler vardı,başları toprakları uğrunda sebil olan kanlarıyla,kızıla boyanan…
Bu düşünceler dahilinde henüz istasyona gelmiş olan banliyö şimendiferine binmiş köşede oturarak,öbek öbek bekleyen yolcuların şimendiferin gelmesiyle koşuşmalarını nazar ediyordum.Yaz sıcaklarının verdiği bitkinlik ve ateş kusan güneşin her geçen vakit daha da kızmasıyla anlımın kızıllığı artıyor,boncuk boncuk vücut ifrazatım şakalarımdan çeneme doğru salınıyordu.Yolcu alımı henüz bitmişti ki,kalın kaşlı tıknaz bekçinin,hilal bıyıkları altındaki kavruk ve şişkin dudaklarıyla,üflediği kırık siyah düdüğün duyulması ile ihtiyar şimendifer yol almaya ağır ağır istasyondan uzaklaşmaya başlamıştı.Vagon insan istifi gibiydi sağlı sollu ayakta dizili yolcular,koltuklarda kucağında küçük çocuklarını azarlayan kadınlar,kızlı erkekli gençlerin yüksek ses ile bağrışmaları,ağır hareket eden şimendiferin kulak yırtan çığlığı hemhâl olmuştu.
Zümrüt yeşili gözleriyle gözüme ilişen elmacık kemiği çıkık ince parmaklarında sıralı yüzükler bulunan, uzun yelpaze eteği papatya işlemeli,bukleli altın yaldızı saçlı kız,inci gibi dişlerini karşısındaki başka bir kızla muhabbet ettikçe gösteriyor,şık ve asil endamını tebessümü ile süslüyordu.
Biteviye istasyonlarda yolcu alan şimendifer son durağa henüz gelmişti.Kapıların açılmasıyla vagonlardan taşan insan seli hızlı koşar adımlarla çıkışa doğru ilerliyordu.
Tarihin buram buram koktuğu ve her metrekaresine o kutsal mirasın sindiği devlet-i ali zamanından bu güne gelen şimendifer garı, büyük sütunlar üzerine oturtularak,genişçe yayılmış ,vitraylı camların etrafında mozaik taşlarla süslemeleri olan ,uzun ve çok katlı binalar imar edilmiş.Osmanlı Devleti’ne payitahtlık yapan Dersaadet’in göbeğindeki bu muazzam mimari ve içerisindeki teşekkül bir çok hadiseye tanıklık etmiş.Müstemlekeci devletlerin mütareke döneminde en dikkate değer bulduğu mekanlardan biri olmuştur.
Çıkışa doğru yönelerek yürümeye başladığım an sıralı kitapçıların olması dikkatimi çekti.Ancak kitap tezgahlarına göz atmadan,umursamaz tavırlarla koşar adım gelip geçen insanların ilgisizliği satıcıyı bunaltmış olacak ki,söylene söylene muntazam dizili kitapları bir o yana bir bu yana savurmaya başlamıştı.Asabi satıcı ile fazla ilgilenmeden dışarıya çıktım.
Marmara’nın o muhteşem güzelliği gözlerimdeki perdeyi bir lahza da kaldırdı.Martıların inip kalkarak oynadıkları tahterevalli oyunu,vapurların kıyıdaki insanlara elveda sesleri ve birbirlerini selamlayan gemilerin uzayıp giden izleri…Bu şahane tabloya hayat veren emarelerdi.Bereketzade’den tüten tasavvufi kokuyu doya doya teneffüs eden Marmara rüzgarı benzimi şamarlıyor.
Eminönü’nden Karaköy’e uzanan Galata Köprüsü’nde martıların rızkına ortak olan balıkçıların tektip duruşları ve heyecanlı bekleyişleri bir dua içtenliği gibi samimiydi.
Köprü bitiminde yoğun,müzmin,akıcı otomobillerin arasından kural tanımaz tavırlarla rakszade gibi kıvrılarak geçmeye çalışan insanlar…
Sağlı sollu muhtelif dükkanların camekanlarından süzülen bayrakların nazlı nazlı oynaşması köprünün bitimine ayrı bir güzellik resmediyordu.
Birkaç metre ilerideki asırlık tünel ve girişindeki az resimli sergi alabildiğine güzelleştirmiş tranvay peronunu.Menfi bir vaziyet gözüme çarpmadı tünelde,yaşlı gişe memurunun bıkkınlığını ifşa ettiği asık suratından başka.
Kısa bir seyahat,ardına birkaç dakika süren yürüyüş ve nihayetinde Tarık Zafer Tunaya kültür merkezine götüren yol ağzındayım.Karşımda şimal cihetine doğru uzanan geniş cadde ve asırlık yareni tranvay yolu.Tarihin en büyük ve en muhteşem hadiselerine tanıklık eden,üzerinde milyonlarca insanı komşu eden,sırtında bir devletin en sıkıntılı dönemlerinde düşman süvarilerine alkış tutan hainlerin ne yazık ki cirit attığı İstiklal Caddesi.Kim bilir daha kimlere ve nelere tanıklık etmişti,edecekti…
Zaman tünelinde yolculuğum henüz bitmişti.Dikkatimi çeken bir kitabevinin vitrininde Yavuz Bülent Bakiler’in Arif Nihat Asya İhtişamı isimli eserine gözüm takılmıştı ki uzaktan bir ağızdan çıkarcasına caddeyi kaplayan sese kulak kesildim:
“ -Katil devlet hesap verecek.”
“- Hepimiz Ermeniyiz.”
Yanlış mı duyuyordum yoksa hayal dünyasının frekanslarınımı şaşırmıştım.Ya da seher vakti kakmış olmanın verdiği uykusuzluğu üzerimden mi atamamıştım?Ancak yarım dakika geçti geçmedi slogan dalga dalga bitişik ve paralel uzanan binaların duvarına toslayıp, havaya tırmanıyor oradan inerek yeri kaplıyordu.
“ -Katil devlet hesap verecek.”
“- Hepimiz Ermeniyiz.”
Dakikalar sonra olaya vakıf oldum.Bir müddet önce öldürülen Türklüğe kan kusan ermeni gazetecinin fikir arkadaşları tarafından devlete başkaldırıydı.
“ -Katil devlet hesap verecek.”
Ütopyalar diyarından gelen bir avuç insan hesap sorarcasına meydanda adımlıyor el ele oluşturdukları zincir ile karalar bağlıyordu.
Peki ya ne hesabı neyin hesabı idi bu?
Ya “İsmail Bey” onun hesabını kim verecekti?
Iğdır henüz vilayet olmamış Kars’a bağlı bir ilçe.Azerbaycan Türkleri’nin çoğunlukta olduğu Aras’ın batısında bir Türk toprağı. Birinci Cihan Harbi yurdu büyük sefalete sürüklemiş.Her gün binlerce insanımız savaş haricinde ermeni çetelerin zehirli pençeleri arasında şühedaya karışıyor.Ordu yedi düvel ile muharebede,düvel-i muazzama bitkin ve yorgun biçare bir vaziyet yaşanıyor yurt sathında…
O gece yağan şiddetli yağmur balçık deryasına çevirmişti köy meydanını.Köy evinden çıkan ahalinin dikkatini selam vermeden geçen muhtar çekiyor.Hayıra yoran köylüler evlerine doğru yürürken hararetle konuştukları harbin sonucu nereye varacak tartışmasına devam ediyorlardı.
Muhtarın sol elinde sönük ışığı ile kandil, buğlu camlarıyla yarı aydınlık vaziyette yola yansıyordu. İplik iplik yağmurun yorduğu muhtar,nefes nefese kalmıştı.Birkaç adımın ardına mavi eşikli kırmızı konağın önünde durakladı hemen kapıya yönelerek olanca hızıyla kurt başı tokmağı ahşap kapının döşüne indirmeye başladı.Tak… tak… tak…
Yatağından kapının sesine irkilen İsmail bey,kısık gözleriyle sofaya doğru yürümeye başladı.kapı önündeki muhtar yarım hilal çizerek etrafına bakıyor soğuktan üşüyen ellerini nefesinin sıcaklığıyla ısıtmaya çalışıyordu.Ayak seslerini işiten muhtar,İsmail bey’in geldiğini düşünerek cebinden usulca çıkardığı mektubu hazırlayarak sağ elinde bekletti.Kapıyı açan İsmail Bey’di.
“-Hayrola Kasım bu saatte ne işin var.sorun mu var?”
Soğuğunun etkisiyle birkaç saniye duraklayan muhtar,mektubu tuttuğu eliyle kasketini düzelterek:
“-Yok beyim mektubun var.Yeni ulaştı elime sizin Karamanyan vardı ya,hani senin yetim diye baktığın beslediğin hani ahırda yatardı.”
“-Eee ne olmuş ona,başına iş mi gelmiş.”
“Bilmem beyim.Mektup ondan üzerinde İsmail bey’e ivedi şekilde yetiştirin diye bir lafız var.”
“Allah Allah muhtar bu saatte sana kim getirdi bu mektubu.”
Henüz sorusunun cevabını alamadan yavaş yavaş saman renkli zarfı açmaya başladı.
Muhtar başını desmal(mendil) ile silerek:
“Bilirsin bizim Kör Hacı’nın torunu nahiyede muallim orada Ermenilerden Karamanyan’ın bir dostunun oğlu bizim hocanın da talebeleri arasındaymış.Babası al oğlum bunu muallim beye ver ona söyle bu zarfı kendi köyünde İsmail bey var ona yetiştirsin demiş.Muallimde babasına vermiş, Kör
Hacı’da yeni geldi nahiyeden o getirdi bana verdi,sabah namazında sana vermem için ama dayanamadım içimde bir rahatsızlık yer etti ondan şimdi götüreyim dedim”
İsmail Bey’in uykulu gözleri henüz mahmurluğunu yitirmişti,gözlerinin etrafında bir ateş çemberi halelendi.
“muhtar gel içeriye…”
Şaşkınlık içerisinde potinini yavaşça ve takatsiz çıkaran muhtar.
“Beyim haber kötü mü?,Ne diyor karaman?(Köylüler Karamanyan’a kısaca Karaman derdi)
“Kalın sedirlerin çevrelediği sofanın sağındaki duvara bir küçük minderi sırtına alarak yaslanan İsmail Bey elleri şakaklarında Kasım’a bakmadan tekrarlıyordu.
“Kaçeyim geliyorlar.”
Şaşkın şaşkın nazar eden muhtar yutkunarak konuşmaya hazırlanıyordu ki,İsmail bey başını kaldırarak:
“Karaman kötü haber veriyor muhtar,Ermeni çeteciler Anadolu dan doğuya doğru yakıp yıkarak müslüman Türkleri yok ediyorlarmış,yakında burada olacaklarmış,üç gün sonranın seherine vaktimiz varmış,yani Cuma gününe kadar Küllük’ü terk edin diyor.”
Kaskatı kesilen muhtar,usulca kandili ayağının dibine koydu.kasketini sol dizine yerleştirerek gözlerini İsmail bey’e dikti.Ve ardına:
“senin dilin ne söylüyor beyim”diyerek,beyi süzmeye başladı.
Bey kısık sesini hafif gürleştirerek:
“-Ben değil muhtar karaman diyor.”
“Hem beyim ne malum doğru olduğu,o değil miydi?senin yedirdiğin çanağa pisleyen.şimdi kalkmış bir mektup yazmış aman beyim kaçın diyor?”
“Sus muhtar boşver mazide kalmış yaptığı yanına kalsın ben helal ettim hakkımı…”
“Sen şimdi git evine hanımın dahil kimseye bir şeyden bahsetme ben bu gece biraz düşüneyim yarın seninle istişare yapar ne yapacağımıza karar veririz.”
Kağıdı katlayıp cebine koyan İsmail bey tekrar muhtara dönerek:
“Kasım gelirken seni gören oldu mu?Ya da mektuptan kimsenin haberi var mı?”
Muhtar kasketini başına koymak üzereyken konuşmaya başladı:
“Köy damından çıkan Hacı Ümmet ve birkaç köylü gördü.Birde sadece Kör Hacı biliyor mektubu o da meraklıdır sorar bilirsin beyim.”
İsmail bey ayağa kalkarak:
“Tamam o da sorarsa beyin İstanbul’da hısımları Karamanyan’ı görüp tanımışlar bir name yazıp bana göndermek istediklerini söylemişler,Karaman’da ben Küllük’e gideceğim o vakit veririm demiş, dersin.”
Kapıya yönelen muhtar potinlerini giyindikten sonra:
“Başımla beraber beyim haydi Allaha emanet ol..”dedi
Kapıdan çıkan muhtarın azalan yağmurun altında gidişini izleyen beyin gözleri kısılarak,sessizce mırıldanır:
“Cümlemiz emanet olalım muhtar cümlemiz…”
O gece fecr’e kadar düşündü İsmail Bey.Vatan avucumuzdan kayıp elden gidiyordu.Aslında ileride yaşanacakları tahmin edebiliyordu ancak daha zamanı var diye düşünürken böyle bir olayın cereyan etmesi plansız yakalatmıştı.
Güneyde şerif Hüseyin’i kışkırtan İngilizler’in senaryosunu, bu kez Ruslar farklı bir aktör ile doğuda Ermenileri kullanarak yapıyordu.Çetecilerin yaktığı,yıktığı hadiseleri kamufle ederek ,münferit hadiselerin vuku bulması olarak niteleyen batılılar ve Rus edipler gazete ve mecmualarında vakaların asıl yüzünü gizliyorlardı.Ya gerçekler!
Seher ezanının duyulması ile sofadaki sedirde uyuya kalan İsmail bey.Gözlerini açarak usulca yerinden doğruldu.Dün muhtarın getirdiği nameden bu yana kafasının içi sürekli ne yapması gerektiği ile ilgili düşünceler dahilinde alabora olan İsmail bey,hafifçe başını araladığı perdenin kenarından pencereye doğru yönelterek dışarıda dinmiş olan yağmurun ıslattığı yapraklardan damlayan su katrelerini izlemeye koyuldu.O anda Deli Ozan’ın elinde tarıyla camiye doğru gittiğini gördü.Deliyi çok severdi,onun anası da babası da yoktu Tebriz’den kaçıp gelmiş Küllük’e sığınmıştı.Bey ise onu öz evladı gibi sarmalayıp koltuğuna almıştı.Delinin beyim at,avrat,silah deriz ya benimde silahım budur dediğini işitir gibi olmuş tebessüm buyurmuştu ve kulaklarında çınlayan o ezgiye ağzıyla eşlik etmeye başlamıştı :
“Nur seherler bitti artık, mevsimin vurgun gönül
Gözde ferler söndü artık, takvimin kırgın gönül…”
O gün camiye gitmedi evinde kıldı sabah namazını,yıllardır hiçbir sabah cemaati terk etmeyen beye bugün ne olmuştu neden gelmemişti hasta mıydı?Köylüler kendi aralarında namaz sonrası bunları konuşuyordu. “öğleyi bekleyelim, bey eğer köy damına gelmezse o zaman evine gider bakarız” diyerek ayrıldılar camiden.
Namazı henüz bitiren bey,seccadeyi katlayıp sedirin üzerine usulca bıraktı.Ellerini arşı alaya kaldırarak Rahman’a “Ey Ulular ulusu sen bu milleti kafirin pençesinde çürütme,ezme,yok etme” diyerek yakardı.
Hafifçe açtığı kapıyı kapatan hanımına bir tek kelam etmeden evden dışarı çıkan bey,.Ardından şaşkın gözlerle kendine bakan hanımdan habersiz bahçedeki kuzunun gözlerine buse kondurarak,”Allah senide korusun,sende bu milletin neferisin”okkalı bu sözün ardına köy damına doğru ilerledi.
Muhtar da gece uyuyamamış,pek itibar etmese de Karaman’ın yazdıkları üzerine derin bir tefekkür içine gark olmuştu.Bey nerede kaldı diye düşünürken,usulca köyün çeşmesinin başından kendine doğru geldiğini görmüştü.Ayağa kalkarak olduğu yerde yaklaşmasını bekledi.
“Selamün Aleykum Kasım.”
“Aleykum Selam beyim.”
Ahşap sandalyeye kasketini çıkararak oturan bey:
“Kasım köylülere haber ver herkes köy alanında toplansın.
Bir şey söylemek istemediği için susan muhtar “tamam beyim” diyerek,uzaklaştı
İsmail bey,köy ahalince sevilen ve takdir gören biriydi.Köylüler saygı da kusur etmedikleri gibi her kelamına değer verir ve nasihatlerini kulak ardı etmezdi.Hemen hemen herkes bir bardak çayda olsa, öksüz,yetim ve yoksul onun çöreğinden nasiplenmişti.Hem o değil miydi?Kuraklığın Küllük’ü kasıp kavurduğu yıl hayvanlarını köylüsüne sebil eden.Son akçesine,ayakkabı ökçesine kadar ahaliyle paylaşan.
Yavaşça yerinden doğrulan bey köy meydanına gelmişlerdir düşüncesi ile adımlamaya başladı.
Birkaç dakika içerisinde meydanda kalabalığın yerini aldığını gören bey kıraathanenin yüksek eşiğine çıkarak düşündükleri ve yüreğindekileri dökmeye başladı.
Konuşmasına besmeleyle başlayan İsmail bey.Dilindekileri yüreğinden geldiği gibi anlattıkça köylüler hem büyük bir şaşkınlık yaşıyor hemde kabaran memleket sevdalarını dudaklarını kıpırdatarak Allah devlete zeval vermesin dualarıyla rabblerine gönderiyorlardı.Bey,son sözlerini bitirmek üzereydi:
İşte yaşananları ve yarın bizlerin başına nelerin gelebileceğini tek tek anlattım. Şimdi bizim yapmamız gereken önce tevekkül sonra namusumuzun,onurumuzun yegane remzi olan topraklarımıza kanımızı sebil etmemizdir.Korkanlar,kaçacaklar şimdiden gidebilir.Kalanlar ise bilsinler ki şüheda defterine adları şimdiden rableri katında ulu melekler tarafından yazılmıştır…
İki seher sonra burada bu meydanda belki sizlerin arasında olmayacağım belki ak başım kulağıma ezan okunduğu günden bu zamana dik duran başım kızıla boyanacak,Belki de sizler o kutlu mertebeye ulaşmanın şerefini yaşayacaksınız…Alın yazımızda her ne yazıyorsa rıza göstermek zorundayız…Ancak bu toprakları o kafire bırakma gibi bir rızamız yoktur.Olamaz da…Şimdi herkes silahını hazır etsin,Allah yardımcınız olsun.
Köylülerin eksiksiz hepsi gözyaşları ile vatan nidaları atarak tekbirler getirdiler…
İsmail bey’in konuşmasından tam iki gün sonra karaman’ın dediği gibi ermeni çeteciler Küllük’e vardılar.Kadın,yaşlı,çocuk demeden kılıçtan geçirip mermileri döşlerine doldurdular.Türk’ün o mübarek kanını içen,onursuzca yaşamayı düstur edinen ve her dönem batılı güçler ile Rusya’nın uşaklığını yapan Ermeniler,tarihten bu yana oynamaları için ellerine tutuşturulan senaryodaki baş aktörlüklerini ustaca yerine getirmişlerdi.
Ve İsmail bey’in ak atının ak yelesine kanlar bulanmıştı.İsmail bey,o gün sabah namazını eda ettikten sonra köy girişinde çetecilerin toza dumana kattıkları at toynaklarını, küllük meydanında çınlatmadan destur deyip Allah nidasıyla kılıç sallamıştı.O an o dik ve onurlu başı bir kılıç darbesiyle gövdesinden ayrılmıştı.
Deli Ozan o günden ömrünün son demine değin yadını yitirmiş şu acı ezgiyi ise hiçbir daim dilinden düşürmemişti.
Düşman çoktu, sengerleri yardılar
Uykusunda Küllük kendi sardılar
İsmail Bey en öndeydi vurdular
Düştü millet Ermeninin ağına
Kan suladı sanki Küllük bağını
Her tarafta vahşet, yangın, cinayet
Cennet Iğdır viran oldu nihayet
Ulu Tanrım senden bize hidayet
Mazlum halkı düşmanlara doğratma
Türk yurduna alçakları uğratma
(NOT:Sizlere hikaye etmeye çalıştığım bu mübarek insan İsmail bey,babaannemin öz dedesidir.Iğdır’ın kurtuluşunda büyük mücadeleler vermiş,alnı ak başı dik yaşamış bu Türkoğlu Türk Kafkas yiğidini kitaplaştırarak sizinle paylaşmak niyetindeyim en kısa zamanda düşüncemi gerçekleştirmek için çalışmalara başlayacağım…)
Saygılarımla…
Ozan Korhan
[email protected]
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.