DENİZKIZI
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Bir nisan gecesi.... Yıldızların caddelere, evlerin çatılarına, pencerelere, bahçelere, balkonlara konduğu bir gece. Dağların arkasından, tepelerin gerisinden, parlak çoban yıldızı ile sarmaş dolaş sapsarı ay... Karşı karşıya... Hayır, yan yana... Hayır, hayır... Koyun koyuna... Ne de güzel!...
İşte bir yıldız düşüyor... Kayıp gidiyor karanlığında gecenin. Yıldız, karanlığa doğru akıyor, akıp eriyor...
Kimler dilek tutuyor?
Kimlerin yüreği hopluyor?
Kimler dans ediyor çıldırmışçasına?
Kimlerin en büyük kutlaması, oluyor bu yıldız cümbüşü?
Hiç kuşkusuz, hiç tartışmasız orada olanlar. Herkes... Hepsi birden. Bu büyük şölene katılıyor. Ah... Çok kalabalık hayal etmeyiniz. Orada olanlar... Onlar... İnanın bir meydanı dolduramayacak kadar az. Dünyanın nüfusuna vurulduğunda, belki bir damla...
Ama onların ayaklarına saçılıyor yıldızlar. Evet, evet doğru duydunuz, ayaklarına... Hatta ayaklarının altına...
Onlar görüyorlar Denizkızını... Ve anlatıyorlar dilden dile. Denizkızının destansı güzelliğini tüm çıplaklığıyla seriyorlar gözler önüne. Onun billur tenini, sapsarı saçlarını, mavi bakışlarını... Tüm gerçekliklerden daha üstün geliyor denizkızı. Tüm kızların en güzeli. En erişilmezi. Ne de olsa sayısı az, Denizkızını görenlerin. Bu onu bir efsaneye dönüştürüyor. Kimi genç kızlar imreniyor Denizkızına. Şöyle belime değse saçlarım, sarı olsa, sapsarı, bir de... Billur ten... Ve de büyüleyici mavi gözler... Ben de denizkızı olamaz mıyım, diye soruyorlar. Denizkızını görmemiş olan delikanlılar hemen cevaplıyor, tabi, tabi... Sen ondan da daha güzelsin.
Denize sevdalı... Denizkızına sevdalı... Hayata sevdalı...
Dünyanın değiştiğini en çok o biliyor. Geceleyin, geceyarısını vurunca saat, uğruyor evlerin balkonuna. İlla ki o saatte ayakta duran, kendisi gibi birilerini bulacağını umut ederek gidiyor. Ve buluyor da...
Bakkalın oğlu Levent... Geç vakitlere kadar otururdu. Gece bekçisi diyordu arkadaşları ona. Onu yalnız bırakmayanları da ekleyince, etti mi beş, altı kişi...
Ekrem... Saçlarını ıslatmış, üstündeki bohem havayı silerek yürüyordu balkona doğru. Sanırsın ki, en moda, en kral giyisiler içinde. Oysa, eski püsküydü, yamalar vardı pantolonun dizlerinde. Ama ondaki o duruş, o caka... Hepsini silip süpürüyordu. Geriye o sonsuzluktan çalıp getirdiği gülümseme kalıyordu. Her şeyi kucaklamaya hazır bir gülümseyiş.
Tazecik... Yepyeni...
Yine başında koca bir dünya. Uzaktan fark eder etmez kalabalığı gülümsemesi şiddetleniyordu. Kalabalık güzeldi... Hele de anlatacak bir hikayesi varsa. Daha merhaba der demez başlıyordu Ekrem.
Geniş omuzlarını gererek, bakışlarındaki yalnızlığın gölgesine sığınıp anlatıyordu: “Ne palavracı oldu şu insanlar!.. Ne namussuz!.. Bugün adamın tekini öldürüyordum. Zor aldılar elimden.”
“Gebertseydin....”
“Seni kızdırdıysa hak etmiştir köftehor... Bir temiz meydan dayağı atsaydın.”
“Durun hele... Anlat bakalım ne oldu Ekrem?”
“İstasyondan inmişim, eve doğru yürüyeceğim. Bir de ne göreyim, adamın teki kadının çantasına yaklaşmış, çantayı kapacak. Hemen yetiştim, kolundan tuttum, yer misin yemez misin, bir temiz dövdüm. Adam, kadının kocası çıkmasın mı?”
“Eee...”
“Eee si... Karakolluk olduk. Adam şikayetçi oldu benden. Yapma etme kardeşim dediysem de anlatamadım. Bir yığın da palavra anlattı polislere. Yok, eşkiyaymışım, kapkaççıymışım, ırz düşmanı bile yaptı beni!”
“Vay vay vay...”
“Aynen öyle. En sonunda durdum komiserin karşısına. Dedim ki, ben denizden emekli balıkçıyım. Şaşırdı tabi adam. Daha önce hiç emekli balıkçı görmemiş. Hele hele denizden emekli balıkçıya hiç rastlamamışmış... Sağ bacağıma baktı, tahtayı görünce anladı.”
Ekrem tahta bacağını yere vurdu. Geceyi gümbürdeten bir sesle dövdü sokağı.
“Ben denizlerde ağırttım bu saçları. Ne öğrendimse, denizden öğrendim. Anam oldu, babam oldu, kardeşim oldu, sevgilim oldu... Kanlı bıçaklım oldu. Ama hiç sırtımı dönmedim denize. Bir an olsun, yüz çevirmedim. Bacağımı aldığında bile... Helali hoş olsun, dedim. Denizde gördüm ben her şeyin en güzelini. Denizkızını bile gördüm. Adam inanmadı. Sahi mi, diye sordu. Sahi tabii dedim. Hem de en hakikisinden. Başladı sorular sormaya, yok Denizkızının kolları var mı, saçları var mı, göğüsleri var mı, çıplak mı... Polisler de merak ederlermiş Denizkızını. Hiç ummazdım. Unuttular adamı ve karısını. Başladılar beni soru yağmuruna tutmaya. Denizkızını nerede, saat kaçta, nasıl gördüğümü... Sandım ki bir sorgudayım. Incığını cıncığını anlattım. Pek ilgilerini çekti Denizkızı. Anlayacağınız denizlerin hatırına serbet bıraktılar beni.”
“Adres falan almadılar mı?”
“Almazlar mı, bir tanesiyle ahbap olduk. Çok sevdim ben seni hemşerim dedi. Ziyaretime geleceğini söyledi. Sırf Denizkızı hatırına... Başımın üstüne dedim. Gel... Gel... Gel... Denizlerin dostu bizim de dostumuzdur.”
“Senin olay böylece tatlıya bağlandı desene Ekrem.”
“Denizkızının hatırına...”
Karanlık bir gölge belirdi Ekrem’in yanında. Eli yüzü umutsuzluktan kararmış, çirkin mi çirkin bir kadın. “Hadi Ekrem... Yeter bu kadar hikaye. Tüm mahalleye rezil olduk” diyerek adamın kolundan çekiştirdi.
Ekrem, diklendi, dayılandı. “Ne rezaleti be... Senden büyük rezalet mi olur? Böyle güzel bir gecede. Denizkızından, aydan, yıldızlardan bahsetmek mi rezalet?.. Ben gördüm diyorum Denizkızını... Polisler bile inandı bana. Tutanak tuttular. Yarından tezi yok, Denizkızını aramaya çıkarlar. Bak görürsün, bulacaklar Denizkızını. Bulacaklar!.. Şuraya yazıyorum ki bulacaklar!..”
Kadın, sinirle çekiştirdi kolundan Ekrem’i. “Bulurlar... Bulurlar...”
Ekrem, ilerlerken hâlâ söyleniyordu. “Ne anlarsın... Sen ne anlarsın denizden, Denizkızından... Anlamayana görünmez Denizkızı... Bir tek anlayana görünür. Bak bulacaklar, Denizkızını bulacaklar.”
Gecenin karanlığına karışıp gözden kayboldular. Gece yine eski sessizliğine büründü. Kimseden çıt çıkmıyordu. Üzülüyordu belki Ekrem’in haline. Üzülüyorlardı. Garibanın tekiydi. Kimseye bir zararı yoktu. Elden ne gelir!..
O sırada bir yıldız kaydı. Gökyüzünün derinliklerine doğru akıp, eridi yıldız.
Kim bilir, kimler dilek tuttu...