- 690 Okunma
- 6 Yorum
- 0 Beğeni
BATAKLIKTA BİR SERÇE 1,2,3
( Sevgili Dostlarım ; ilk iki bölümünü daha önce yayınladığım yazımın , okumayanlar için iki bölümünü buraya tekrar alıyorum.
Okuyanlar aşağıda belirttiğim 3. Bölümden başlayabilirler...)
1. ve 2. BÖLÜMLER.
Henüz yirmisinde, nişanlı bir genç kızdı, okulundan mezun olup, ilk öğretmenliğine başladığı günlerde..
İstanbul’un çok şirin sahil kasabalarından biri olan Pendik’te, annesi ile birlikte yaşıyordu
İlhan...İlk görev yeri, Pendik’e on kilometre kadar uzaklıktaki bir köy okulu idi..Akşam-
sabah gidip gelecekti okuluna...
İdealist bir öğretmen olmak vardı içinde. Severek ve isteyerek seçmişti bu mesleği.. Oysa
zamanında bir öğretmen olan babasını, öğretmenlere özel bir meslek hastalığından kaybet
mişti..
Okulunun olduğu Kurtköy, yaklaşık altmış haneli, elektriği olmayan, suları çeşmeden taşınan, ağaçlık, yeşillik, küçük ama şirin bir yerdi...Anadolu’da olmasa da oraları andırıyordu işte...
İlk gün bütün heyecanı ile görevinin başındaydı .Daha önce beş sınıfa bir öğretmenin baktığı okulda, onun gelişiyle, 1,2,3’ lere bir öğretmen - 4,5’ lere de o bakacaktı...
Öğrencilerini tanımaya çalıştı. İki sınıf yirmi kişiyi doldurmuyordu bile. Giyimlerine bakılırsa, çoğu da yoksul aile çocukları idi...
Ders sırasında bir ara çocuklar hafiften gülüşmeye, mırıldanmaya başladılar..
- Ne oldu, ne gülüyorsunuz , diye sordu öğrencilerine..
- Şey, öğretmenim, galiba Fikret işemiş, diye cevap verip, eli ile ağzını da kapayıp gülmeye
başladı bir öğrenci..
Fikret’in kim olduğunu öğrenip yanına gitti. Cılız, esmer, düşkün, perişan halde bir erkek öğrenci..Başı önde, yüzünü elleriyle örtmüş, paçalarından suyu akar vaziyette oturmak
taydı sırasında...
- Oğlum, niye söylemedin ? Ben seni tuvalete göndermez miydim ?
- Utandım öğretmenim, söyleyemedim, diye ağlayarak ve utancından yerin dibine girerek cevap verdi çocuk...
- İlhan öğretmen de üzüldü. Suçlu hissetti kendini..Demek ki çocuklara soğuk davranmış,
onlar kendisinden korkmuşlardı.. Vicadan azabı duymaya başladı. Şefkatle ilgilendi çocukla.
- Neyse oğlum, bir şey olmaz..Hadi şimdi git eve de annen üstünü değiştirsin..
Hiç bir şey demeden, yerinden kalkıp dışarı çıktı çocuk..
Onun bir annesi yoktu aslında. Varsa da yanlarında değildi. Bir evleri de yoktu üstelik. Ba
bası ile birlikte bir kahvede yaşıyorlardı. İş yerleri de, evleri - barkları da o kahveydi işte.
Bütün bunları diğer çocuklardan öğrendiğinde, vicdanı daha bir sızlar oldu İlhan öğretmenin..
Çocuk ıslak haliye kahveye gittiğinde, oradakiler güldüler, dalga geçtiler. Bir yığın da azar
işitti babasından. Üzüldü çocuk, kırıldı küçücük kalbi..Kahvenin bir köşesinde, doğru dü
rüst temizlenemeden değiştirdi üstündekileri. O gün okula dönmedi, utanmıştı çünkü...
Çamaşır ve pantolonunu değiştirip kirden karası bile zor belli olan önlüğünü ve sararmış
plastik yakalığını çıkardı. Çantasını duvar kenarındaki peyke ( tahta oturak )’ lerden birinin altındaki, tahta sandığın içine koydu. Gözleri yaşlıydı halâ. Elinin tersi ile şöyle bir
silip, masalardaki boş bardaklara göz gezdirmeye başladı. Gördüğü tüm boş çay bardaklarını, gazoz şişelerini topladı.
- Lan, küçük İncirli , diye seslendi genç müşterilerinden, otuzlu yaşlardaki Necmi...
- Şurdan bi Bafra al bana !
Babasının , zamanında bir kilo incirine yaptığı güreşi kazanması karşılığında edindiği lâka
bı, şimdi o da edinmiş oluyordu. Sadece, İncirli Mustafa’nın oğlu olması karşılığında...
Koşarak gitti çocuk, parayı alıp ,kahveden de girilebilen, kahvelerinin de sahibi İbrahim
Ağa’nın bakkal dükkânına. Bir paket Bafra sigarası alıp verdi müşterisine. Sonra devam
etti çalışmaya. Masaların üzerindeki dolu küllükleri alıp boşalttı çöpe.
- Lan Fiko, bi su ver bakiym, dedi bir başka müşterisi. Bu defa adının kısaltılmış şekli ile çağrıldı. Ocaklığa koştu. Şimdiki mutfak dolaplarının yerine o zaman kullanılan, gerçek
rengi mi yoksa kirlenmiş halinin mi kapkara olduğu belli olmayan örtüyü kaldırıp, toprağa
gömülü küpün üzerinden maşrapayı aldı. Kapağı açıp su doldurdu. Yine hiç de temiz görünmeyen bir bardağa biraz su koyup çalkalayarak kahvenin orta yerine sallarken, bar
dağı da birlikte fırlattı.
- Anan mı öğretti lan ? Mahsüs mü attın bardağı , diye azarladı babası...
Ağladı çocuk ,yine ağladı. Gökyüzü görünmüyordu belki, melekler de gizliydi. Ama acaba
ağlamadan durabiliyorlarmıydı o an ? Bardağı kırmasına değil, annesinin öğretmiş olacağına kızıyordu babası. Oğlunu böyle itham ediyordu ! İçerledi çocuk ; onun için ağladı..Çok ağladı, ciğerleri yanarcasına ağladı. Ne olurdu dövseydi de böyle söylenme
seydi ...
Neredeyse iki yıl olmuştu, annesi onu babasının yanına göndereli.. Ve o annesine hiç gitmiyordu, görüşmüyordu ki onunla ! Nasıl annesi öğretmiş olacaktı ?
- Amma da zırlak şeymişsin sen de he ! Erkek adam ağlar mı öyle !
- Ne yaptın lan, vurdun mu çocuğa ?
- Ne vurması ya !
Elinin tersi ile silip gözyaşlarını, yeniden başladı işine. Çay isteyenlere çay, su isteyenlere su, kahve , gazoz taşıdı çocuk. Boşları topladı masalardan. İsteyene sigara, kibrit aldı dükkândan. Çişi geldiğinde, babasından ve diğerlerinden gördüğü şekilde, kahvenin dış duvarına işedi o da. Büyüğü için asfaltın öbür tarafındaki köy tuvaletine gitti.
Akşam olduğunda daha bir kalabalık oldu kahve. Sigara dumanından göz gözü görmedi.
Kirden, dumandan simsiyah olan tavan, iyice görünmez oldu. Cam örtüleri çoktan kırılmış
iki adet gaz lüküslerini en az birer defa fitillerini düşürüp , söverek yenilerini takıp, güç
belâ yakarak tavandaki yerlerine astı babası.
Ertesi gün okul vardı ; ders çalışması gerekiyordu. Peykenin altındaki sandıktan kitap ve defterlerini çıkarttı. Boş masa yoktu. Üç kişinin oturup oyun oynadıkları bir masaya ilişti.
Domina taşlarının ,tavla pullarının şıkırtısında,küfürlerin bini bir para ettiği, sigara duma
nından göz gözü görmediği ortamda, ders çalışmaya uğraştı çocuk...
İsmail Amca dediği, akli selim sahibi, babasına akıl veren kişi eğilip birşeyler söylerken baba
sına, onu gösteriyordu. Ne kadar yavaş söylese de duymuştu çocuk :
- Sen bu çocuğu bi yıkayıver bu akşam. Kokuyo ulan bu ! Sidik kokuyo !
Utandı çocuk.. Ağlayası geldi yine..Ama ağlayamadı, çünkü ağlamaktan da utanıyordu artık. Biraz sonra uyuklamaya başladı.
- İncirli ! Uyuyo ulan bu çocuk ! Yatırsana şunu yerine !
Eline tavlayı alıp peykelerden birinin ucuna koydu adam. Altına koyun postundan yapılan
pöstekeyi yerleştirdi.
- Çişini ettin mi ulan ? Bak yine edersen döverim bu sefer, ona göre !
Utanarak dışarı çıktı çocuk. Kahvenin dış duvarına tutturdu yine çişini. Ocaklıktaki , bardaklları yıkamak için kullandıkları küpün musluğunda ellerini yıkayıp, doğruca babasının
kendisi için hazırladığı pöstekeye uzandı. Başını tavlaya yasladı. Doğrusu çok sertti..
Üzerine de eski kumaş paltoyu örtünce babası, akşam uykusunun birinci bölümü başlamış oldu. Kahve kapandıktan sonra, yatağı serip oraya taşıyordu babası.Eski- püskü ve kirli de olsa, yorgan ve yastıkları da vardı.
Saat gecenin onbiri olduğunda, müşteriler dağılmış, temizlik bitmişti. Çay yapmak için kullandığı sıcak su güğümünü bir kovaya boşaltıp, ılıklaştırdı adam. Çocuğu uyandırıp soydu. Kahvenin orta yerine koyduğu tahta sandalyeye oturtup, bir güzel yıkadı. Çocuk
uyku haliyle neye uğradığını pek anlayamadı ama temizlendiğine sevindi yine de.
O gece bir başka uyudu. Annesini ve babasının annesinden alıp, İstanbul’da bir aileye evlâtlık verdiği ablasını gördü düşünde. İkisi de ağlıyorlardı. Gözyaşlarını sildi eliyle.
- Benim için ağlamayın, ağlamayın ne olur, dedi.....
3. BÖLÜM
Sabah ezanı okunduğunda kalktı babası. Çocuğun huzurlu yatışı dikkatini çekti. Uyurken bile yüzünde bir tebessüm gördü oğlunun. O göremedi belki ama sevecen baktı, baba gibi baktı o an. Yıkadığı için, çocuğu mutlu edebildiği için, o da mutlu oldu. O da isterdi sıcacık yuvasında anneli – babalı büyütmeyi çocuklarını. Oysa şimdi anne bir tarafta, kızı İstanbul
llarda evlâtlık, onlar da kahve köşesindelerdi.
Ocaklıktaki toprak küpün musluğunda su çarptı yüzüne önce. Sonra da hava henüz aydın
lanmadığından gaz lükslerinden birini yakıp tavandaki yerine astı. Tekrar ocaklığa dönüp, su güğümünün altındaki mangalın sönmemiş közünü yeniden harlatmaya çalıştı. Biraz daha odun kömürü ekledi. Güğümdeki su soğumamıştı henüz. Çayını demleyip, kahvenin düzeni
ni kurmaya başladı. Masa ve sandalyeleri düzeltti. Masaların tozunu aldı.
Cebinden çıkarttığı köylü paketinden bir sigara attı dudaklarının arasına. Sonra mangalda
ki kömür ateşine uzandı ve yaktı onu. Tutuştuğunu anlayınca ocaklığın yanındaki masaya dayalı sandalyelerden birine oturdu. Derin derin çekmeye başladı sigarasını. Soluk bile olsa zeytin yeşili gözleri çok uzaklara gitti o an.Hayâl etmekte zorlandığı, üç yaşlarındayken veremden kaybettiği, Mukaddes annesini düşünmeye başladı. Sonra babasının getirdiği
üvey anneden çektikleri geldi aklına. O an, geriye taralı sarı siyah karışımı gür saçları daha bir dikleşir gibi oldu. O günleri ve o kadını hatırladığında, kini nefreti yükselir, saçla
rı da inadına böyle dikelirdi. ‘’Kel Emine ‘’ ! Ne lânet bir kadındı o ! Nasıl da küfrederdi ve
döverdi..Birden ablasının leğende çamaşır yıkarken o kadının ablasına küfrettiği gün aklına
geldi. Arada da tekmeliyordu ablasını. Nasıl da sopayı kaptığı gibi beline indirmişti Kel Emi
ne’nin ! Oracığa yıkıvermişti anında. Nasıl da rahatlamıştı o an. Hayattan bütün öfkesini,
annesinin intikamını bile bir sopada çıkartmıştı işte. Derin bir oh çekmişti kadını yerde
gördüğünde..
Fakat babası çok kızmıştı ona. ‘’ Sen benim karımı nasıl döversin ulan ? ‘’ diye kükremişti..
Ve, ‘’ s…r git ulan, gözüm görmesin seni ‘’ deyip evden kovmuştu….
Henüz 13 yaşındaydı ve annesizliğinden sonra bir de babasız, yuvasız kalmıştı şimdi de..
Çok derin çekti sigarasını bunları düşünürken..’’ Aaah baba, insan oğlunu evden kovar mı ? Görmüyor muydun o kadının bize yaptıklarını ? Aaah baba aah ‘’ dedikçe tütürüyordu dumanı.Daha sabahın köründe onun içtiği tek sigara dumana boğmuştu kahveyi. Uyumak
ta olan çocuk bile etkilendi dumandan. Öksürmeye başladı. Hemen ayağının altına alıp ezdi
sigarasını adam. Çocuğa zarar vermiş olması etkiledi onu.
İlk müşterisi girdi kapıdan içeri.
-Selâmun aleyküm İncirli ! Çayın oldu mu ? Köylüsü sayılan Sabri Kâhya idi bu adam. Altmış yaşın üzerinde, deri kasketli, koyun ve keçileri olan, çok önceden onun köyünden göç etmiş, yüzü buruşuk, sigarası elinden düşmeyen, hafif kamburu çıkmış, sakin biriydi Sabri Kâhya. Kahvenin devamlı müşterilerindendi.
-Oldu, oldu gel, derken gözlerinden yaşlar akıyordu adamın. Yerine otururken fark etti Sabri Kâhya..
-Ne oldu İncirli ? Sen ağlıyorsun yahu…
Elinde bir bardak çayla gelirken adam, gözündeki yaşlar neredeyse çay bardağına dökü
lüyordu . Çayı masaya bırakıp oturdu yanına. Ve anlatmaya başladı.
-Yahu Sabri ağbi , annem geldi sabah sabah aklıma, içim coştu işte. Bir de o kadın, Kel Emine ! Onu da hatırladım..Sonra babamın beni evden kovması…
-Cahillik be oğlum. İnsan çocuğunu evden kovar mı, ama cahillik kovduruyor işte. Sende de
kabahat var ama. Babalar kapıdan kovsa, çocuklar bacadan girmeli. Öyle hemen çekip
gidilir mi ?
Çocuk uyanmıştı . Gözlerini uvuşturarak babasının yanına geldi. Duygulanmıştı adam. Çocuğu öylesine bir kucaklayıp sevmeye başladı ki, çocuk da şaşırdı.
-Bu çocuğun günahı neydi Sabri Ağbi ? O da benim sefaletime ortak oldu ! Canım oğlum benim, günahsız yavrum, derken hıçkıra hıçkıra ağlıyordu adam. Çocuk da dayanamayıp ağlamaya başladı. Bir süre sarmaş dolaş ağlaştılar öylece..Sabri Kâhya da ağlayacak gibi olunca ,
-Hadi oğlum yeter, bak çocuğu da ağlattın, deyip ayırdı onları. Çocuk ocaklıktaki su küpü
nün musluğuna yüzünü yıkamaya gitti. Daha sonra tuvalet için dışarıya çıktı. O sırada
kahvenin sahibi, bitişikteki dükkânı da işleten İbrahim Ağa gelmiş, dükkânı açıyor
du. Dükkânın kahvenin içindeki girş kapısını aralayıp,
-Selâmun aleyküm İncirli ! Hayırlı işler..Getir bakalım bir çay, diye seslendi.
Çocuk tuvaletten döndüğünde yine muslukta ellerini yıkarken, babası,
-Sen bu gün niye erken kalktın böyle , diye merakla sordu. Çocuk yıkanmıştı o akşam, temizdi artık. Uzun süredir ilk defa temiz hissetmiş kendini ve mutlu olmuştu. O yüzden erkenden kalkmıştı o gün.
-Hiiiç, uykum kaçtı işte,deyip, musluğun yanındaki kirli ve ıslak havluya sildi ellerini ve yüzünü. Ocaklktaki camekânda duran bozuk para fincanından 50 kuruş alıp doğruca
iç kapıdan dükkâna girdi. Açık satılan dörtköşe tatlı bisküilerden aldı. Babası da birer çay doldurup masaya getirdi. Tabii çocuğun çayına bolca şeker atıldı. Baba oğul birlikte böyle yaparlardı sabah kahvaltılarını. Bazen de kremalı bisküi yerlerdi değişiklik olsun
diye….
Çocuk erkenden giyinip çantasını hazırlamıştı o sabah. Heyecanla okul saatinin gelmesini bekliyordu. Dayanamadı, erkenden gitti okula. Daha hiç kimse gelmemişti. Minibüsten indiğini gördüğü İlhan Öğretmen’den utanmadı o sabah. Özellikle görünmek istedi. Temizdi
çünkü, tertemizdi o sabah..Babası yıkamıştı onu dün gece…
Ders başladığında yüzü gülüyordu. Bir gün önceki altına kaçırma olayını unutmuştu bile. Çünkü temizdi şimdi. İlhan Öğretmen’in dikkatini çekti çocuğun neşesi. Hem ona karşı suçlu biliyordu kendisini. Söz attı çocuğa, derse karşı ilgisi hoşuna gitti. Yanına gelip
okşadı onu..
-Ne güzel saçların varmış. Siyahı ne kadar hoş..Pırıl pırıl da parlıyor üstelik..Hemen atıldı çocuk söze. Mutluydu çünkü, övünüyordu o gün temizliğiyle.
-Daha dün gece yıkandım öğretmenim. Babam yıkadı beni…Çocuklar gülüşmeye başladılar aralarında. Biraz bozuldu çocuk onlara.
-Çok güzel olmuşsun, hem de tertemiz..Aferin sana deyip biraz daha okşadı öğretmen çocuğun saçlarını..Elinde bir şeyler hissetti bir an. Tekrar kurcaladı saçları. Bir şeyler
vardı çocuğun saçlarının arasında..Canlıydılar, geziniyorlardı..Beyaz ve mordu renkleri..
Bitti onlar. Yıkanmış olması, bitlerden kurtulmasına yetmemişti çocuğun. Tertemiz saçlarının arasında bitler geziyordu.
Annesi yoktu, çocuğun, yuvası yoktu..Bir babası vardı kahvede birlikte yaşadığı ve bir de bitleri vardı... başında ve saçlarının arasında taşıdığı…..
Devam etmeli....
Fikret TEZAL