ÇOK ACAYİP HAREKETLER BUNLAR
"Bizim insanımızdan başkasına nasip olmayanlar"
Bazen otomata bağlanmış olarak dilimize yer etmiş, kalıplaşmış unsurları bir çırpıda düşünmeden, hesaplamadan ortaya dökeriz. Bunlardan bazılarını irdelemek ve sizlerle paylaşmak istedim. Soru formatında klişeleşmiş sözler bunlar.
"Nerelisin ?" sorusuna cevap aldıktan sonra otomatikman "içinden mi?" diye sormak. Cevaplarınız değişebilir. Yok kıyısından, kenarından diyebilirsiniz. Ya da tam ortasında oturuyoruz inanmıyorsanız Nasrettin hoca misali ölçüverin bir zahmet! Ya da sana ne nereliyim, henüz daha evlenemedim ki hem diyebilirsiniz mesela.
“Sigarayı çoraba veya kulak arkasına koymak.”
“ Sigaran var mı?”
“Var.”
“Ne duruyorsun?”
“Ne yapayım.”
“Yaksana!”
Hayır, bu espri olmadı başka şekilde deneyelim:
“Sigaran var mı?”
“Var.”
“Bir tane versene.”
“ Vereyim.” Eğilir çoraplarının arasından çekip çıkartır ve uzatır bizimkisine. Bizimkisi hemencecik lafı oturtur kendince.
“Ay aman aman leş gibi de çorap kokuyor bu sigara…”
“Kuru fasulye-pilav-cacık, at-avrat-silah, devlet-mafya-polis, kavun-beyazpeynir-rakı, metin-âli-feyyaz, karpuz-peynir-ekmek, vb. gibi üçlemeler.”
Şair Nabi’nin Sultan’a yakınlığını çekemeyen bazı şairler, onu imtihan etmek gayesiyle biri Arapça, biri de eski Türkçe olmak üzere “nereye?” manasına gelen: “Eyne, küca, kanceru?” dediklerinde, Nabi: “Fevki, bâlâ, yukaru” diyerek üç ayrı dilde cevap verir ve hiç aldırmadan yoluna devam eder... Muhteşem üçlüler hayatımızın her alanında karşımıza çıkmaktadır. Askerlik yapanlar bilir; “gez, göz, arpacık”…
Yolculuk esnasında yanındakine "Yolculuk nere hemşerim?" diye sorarak muhabbete başlamak. Cehennemim en dibine, ya siz nereye? Gerçi aynı arabada aynı koltuktayız ama! Olsun ama nereye yolculuk? Fesuphanallah! Hiçbir yere gitmiyorum, öyle dangalaklar gibi geldim oturdum.
Mektuplarda "büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden" öpüp "kestane kebap, acele cevap" beklemek. Gerçi artık mektup olayı da hakkın rahmetine kavuştu ya! Neyse… Ne büyükler o zaman ki büyükler ne de küçükler o zaman ki küçükler… Kestane ise sobalı evde kaldı. Eskiden sevgiliden gelen mektubun ucu hafiften yanık olurmuş. Bu da aşkından hasretinden yandım anlamına gelirmiş. Ah eski aşklar, eski meşkler, eski nameler. Tahminim zarafette eskide kaldı, ya da eskidi artık. Saatlerce cep telefonu ile edilen muhabbetler ne yanık bir yürek bıraktı ne de pencerenin arkasındaki tülün ardından bakmaktan dahi hicap duyan genç kız bıraktı.
Ortaokul ve lisedeki ani-hatıra defterlerine yazarken "bana kalbin kadar temiz bu sayfayı ayırdığın için... " diye başlamak.
Kalbin kadar temiz ve saf lakin Özdemir ASAF “bütün renkler aynı hızla kirleniyordu birinciliği beyaz verdiler “diyor ya… Ne temiz bir sayfa kaldı ne safiyet kaldı ne anı kaldı. Ortada baldırı çıplak kaldı insanoğlu. Yeni bir sayfa açmak için ne bekliyorsunuz, kirlenen çamaşırlar ve yıpranan yaşamlar için sizlere aklınızın alamayacağı kadar fırsat ve imkân sunan Tanrıya teşekkür edin. Bunu gençlik çağı eğlencesi olarak kabul ederseniz çerez olursunuz ona göre!
"Geldiniz mi?" veya "Siz mi geldiniz?" gibi gereksiz sorular.
“Geldiniz mi?” “Dur bir bakayım…”
“Geldiniz mi?” “Yok daha gelmedik.” Muhabbetin reytingi zirvede. Ama soranın karizması yerlerde.
Siz mi geldiniz, he biz geldik.
Siz mi geldiniz, yok nenem geldi
Uzar gider bu fasıl…
“Bu yazıyı sen mi yazdın” diye sorarlar bildikleri halde, cevaben, “az biraz ben yazdım.” dedikten sonra yapıştırın sorunuzu buzdolabına benzeyen surata, onun okuduğunu bildiğiniz halde: “Peki sen mi okudun bu yazıyı?” Abandone olan bir boksörün vaziyeti ile saçma soruyu sorduğuna pişman olan zat, bizzat bu tarz soruları bırakır böylece.