- 970 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Kör Mezarlar
KÖR MEZARLAR
Hafif bir rüzgâr esmekteydi. Güneşin ışıkları yeryüzüne kavuşuyordu fakat ayaz, bu yorulan ışıkların kalan son enerjisini de alıyor, güneşi sadece dünyayı aydınlatan bir lamba haline getiriyordu. Bu haliyle sadece kendi düşünceleri arasında bunalmış, her türlü varlıktan mahrum bir yaratığa benziyordu.
İplik fabrikasında çalışanlar için yapılan tek katlı, sırt sırta vermiş iki daireden meydana gelen evlerden bir köy olmuştu. Daha sonra okul yapılmıştı. Ardından da gelen misafirleri ağırlamak için önce misafir hane olarak düşünülen, sonra otele çevrilen üç katlı, geniş bir bina yapılmıştı. Köyün üç tarafı yüksek ağaçlarla çevriliydi. Ağaçların ön kısmında hantalca duran genişçe ve gri renkli binanın önünden bir pist uzanıyordu. Yapılmadan önce burası eski mezarlıktı. Üzerlerinde mezar taşları kalmamıştı. Çıkarılan kemikler, hiçbir dini tören yapılmadan büyükçe bir çukura konmuştu. Taş olmadığı için de halk arasında kör mezarlar deniyordu burası için.
Az önce hangardan küçük bir uçak çıktı. Kırmızı şeritleri olan kemik beyazı renkte bir uçaktı. Hantalca piste yöneldi. Sonra hızlandı. Pist kar zerrecikleri içinde kalmıştı. Hızlandıkça bu zerrecikler daha fazla etrafa savruluyordu. Pistin sonuna yaklaştı ve havalandı. Yarım bir tur attıktan sonra dağlara doğru yöneldi.
Pilot, içi yünlü deri bir ceket giymişti. Mikrofonlu kulaklığın bağlantıları arasından beyaz saçları görünüyordu. Uçağın içi sıcaktı.
Yolcu bölümü olan arka tarafta, kaşları çatık, gözleri nefret dolu, yüzü kırışık, altmış beş yaşın üzerinde bir adamın karşısında, giyimleri ve yüzleri birbirinin aynı olan, yirmi beş yaşlarında iki kız oturuyordu. Kızlardan biri saçlarını başının arka tarafına toplamıştı. Beyaz tenli, gözleri gibi siyah saçlıydılar. Üzüntülü bir halleri vardı.
Saçlarını omuzlarına salmış olan kız derin bir “Of!” çektikten sonra, karşısındaki adama baktı. Anlamı pek belli olmayan bir bakıştı.
-Baba, dedi. Melek kalpli annem veremden öldüğünden beri karşılıklı oturup konuşamadık seninle. Zaten önceden de konuşamazdık hiç.
- İşlerden fırsatım olmuyor ki. Biliyorsunuz koşturup duruyorum. Bu kadar işi idare etmek kolay değil. Başına geçince görürsünüz.
- Biliyorum ama istesen zaman ayırabilirdin. Ablamın yanından döndükten sonra oturup biraz sohbet edelim. İnşallah ablam da iyileşir.
-Gebersin, dedi yaşlı adam kaşlarını iyice çatarak. Sanki kanınızdanmış gibi nasıl da candan “Abla” diyorsunuz.
-Kanımızdan olmayabilir ama o bize annemin hastalığı boyunca hem annelik, hem ablalık yaptı. Sana zararı mı dokundu ablamın. Senden para mı istedi, mirasına mı kondu, yanlış bir davranışı mı oldu. Sana ne yaptı ki bu kadar nefret dolsun ablama. Biliyor musun baba, diye devam etti saçlarını arkaya toplamış olan kız:
- Kendimi senin yerine koyup, her şekilde düşünüyorum ama senin ablama karşı duyduğun nefreti anlayamıyorum. Çok acımasız, çok duygusuz birisin. Bizi bile babalıyken babasız bıraktın. Bir gün gelip saçımı okşadın mı? Kapkara gözlerinden yaşlar akıyordu.
- Şimdi kalkmış ablama “Gebersin!” diyorsun. O bize sevgisini verdi. Sen ne verdin baba? Sen ne verdin?
- Neyinizi noksan ettim? Amerikalarda üstelik en iyi okullarda okuttum. En pahalı giyecekleri giydiniz. Bir dediğinizi iki yapmadım, daha ne yapayım. Geberdikten sonra da neyim var neyim yok ikinizin olacak. Daha ne istiyorsunuz?
Yaşlı adam, cebinden sigarasını çıkarıp öfkeyle yaktı. Pencereden dışarıya baktı. Beyaz bulutların içinden geçiyorlardı yine. Arada sırada mavi fakat soğuk bir gökyüzü görünüyordu.
O ana kadar sessiz duran diğer kız, eğilip babasının elini tuttu.
- Babacım, maddi olarak her şeyi verdiğinin farkındayız. Sibel’in söylediği sevgi. Daha çok birlikte olsaydık, gülseydik, konuşsaydık. Birbirimize daha yakın olsaydık.
- Kızım, dedi yaşlı adam. Ben işle, siz ders çalışmakla meşgul iken daha fazla yakınlaşmamız mümkün olmadı. Olamazdı da. Kaç defa denedim. Ama ders çalışıyordunuz. Hızınızı kesmek istemedim. Ben istemez miydim sizinle el ele dolaşmayı, saçlarınızı okşamayı. Birkaç defa denedim hatırlayın. Tepki gösterdiniz. Sarılmama izin vermediniz. Dokunmaktan çekinir hale geldim. Hâlâ da öyleyim. Bundan şikâyet etmeye hakkınız yok.
Derin bir nefes çekti sigarasından. Sonra devam etti:
-Siz vermediğiniz bir şeyi almaya çalışıyorsunuz. Ben de vermediğim bir şeyi almaya çalışıyorum. Yani suç varsa karşılıklı. İhmal varsa karşılıklı. Öyle bir hale geldik ki, sadece görevlerimizi yapmaya çalışıyoruz. Ne sizin ne de benim şikâyet hakkımız yok. Sevgi öyle bir şeydir ki verdiğiniz kadar alırsınız. Ölçüsü budur. Siz kendi hayatınıza gömüldünüz ben kendi hayatıma. Benim hayatımda sevgi yoktur. Çünkü ben sevgi görmedim. Sevgiyi yaşamadım. Ticarette merhamet olmaz. Karşınızdaki her insan merdivenin bir basamağıdır bunu öğrendim. Acımadım çiğnedim ben çiğnemesem birileri beni çiğneyecekti. Hepsi bu.
Uçağın içi duman dolmuştu. Pilot bir düğmeye bastı. İçerideki hava bir müddet sonra temizlendi.
-Ben yalnız doğmuşum. Gerekirse yalnız ölmesini de bilirim. Ölmek için kimseye ihtiyacım yok. Bildiğiniz gibi annem beni yurda vermiş. Kim olduğunu bilmem. Babamı tanımam… Oradaki hayatın nasıl olduğunu da bilemezsiniz. Gelen her insana annem bu mudur, babam bu mudur diye bakmanın ne olduğunu bilemezsiniz. Hele gelenlerden hiç birinin anneniz ya da babanız olmadığını öğrenince nasıl yıkıldığınızı, bütün anne ve babalardan nasıl nefret ettiğinizi, bu nefretin bütün insanlara karşı duyulduğunu, sonunda bütün insanlardan nefret etiğinizi… Yaşamadan bilemezsiniz.
Yaşlı adam sustu bir müddet. “Bilemezsiniz.”, dedi kısık bir sesle. O anları yaşıyor gibiydi. Başını salladı sağa sola. Koltuğun yanındaki kül tablasında sigarasını söndürdü iyice ezerek. İşaret parmağı ile açık duran kapağına dokundu ileriye doğru. Kapak kapandı.
-Ablanıza gelince. Evliliğimin ilk beş yılı çocuğumuz olmadı. Anneniz çocuk istiyordu. Yuvadan aldık biliyorsunuz. O zamana kadar benimle ilgilenen, beni seven anneniz, bütün ilgisini ve sevgisini ona verdi, benden uzaklaştı. O uzaklaştıkça ben de uzaklaştım. Aynı evde yaşayan iki yabancı olmuştuk neredeyse. Sonra siz dünyaya geldiniz. Belki değişir diye bekledim. Artık geri dönüşü yokmuş uzaklığın, değişmedi. Bedenen ne kadar yakın olursak olalım, aradaki uçurum gittikçe büyüyordu. Ablan, annenizin sevgisini benden çaldı. Hayatımda ilk defa sevilmiştim. Onu da benden o aldı. Ondan nefret ediyorum ve edeceğim.
-Babacım, diyerek tuttuğu eli öptü. Ablam ölüm döşeğinde. Onun suçu yok ki ondan nefret ediyorsun. Bize annelik yaptı. Sevdi bizi kanımızdan olmadığını bildiği halde canından saydı. Destekledi. Hep seni haklı, bizi haksız çıkardı. “Öl!” desen senin için ölecek kadar da seni seviyor biliyor musun?
Yanaklarından yaşlar akıyordu. Hıçkırıyordu.
-Tibel bir şeyi unuttu baba, dedi Sibel. Sen onu yuvadan aldığın için sana minnettardı hep. O benim gerçek babamdan öte dedi hep, senden bir sevgi kelimesi bile duymadan. O olmasaydı kim bilir ben ne olmuştum diyerek minnettarlığını ifade eden de ablam. Hele annemi nasıl sevdiğini anlatmaya imkân yok. Resmini her gördüğünde “ Benim meleğim!” diyerek sessizce ağladığını kaç kez gördüm. Sen canınız kanınız değil diyorsun. Candan ve kandan başka nasıl olunur söyler misin?
Babasının yüzüne acıyarak bakıyordu.
-Eminim sen ablam öldükten sonra gazeteleri düşünüyorsundur. “Büyük İş Adamlarımızdan Kazım Poturcuoğlu’nun Evlatlığı Vefat Etti” diye yazacaklar büyük puntolarla, isminin reklamını yapacaklar. Merak etme.
Kazım Bey, bir sigara daha çıkardı içini çekerek. Susmayı tercih etti. “Zaten bir uçurum var.” Başını çevirip bulutlara, gökyüzüne, arada pencereye yaklaşarak aşağılara bakıyordu…
***
Hastane yeşillikler arasında, yüksekçe bir yerdeydi. Kazım Bey ve kızları, yuvarlak havuzu dönüp tam kapının önünde duran arabadan, şoförün aceleyle inip kapıyı açmasından sonra indiler. Hastanenin dışı, çevreye uymuş gibi yukarıdan aşağıya kalın yeşil ve kemik beyazı ile boyanmıştı. Cam kapıyı iterek içeri girdiler. Ağızlarından buhar çıkmıyordu artık.
Kimi ziyarete geldiklerini öğrendikten hemen sonra.:
-Ben sizi götüreyim, dedi güler yüzlü hemşire. Önlerine düştü. Sedyelerin sığabileceği büyük asansöre bindiler.
Üçüncü kattaydılar. Kemik beyazı renkte yağlı boyayla boyanmış duvarlara ara ara konmuş çerçeveler vardı. Sahibi meçhul bir hemşire parmaklarını dudaklarına götürmüş “Sus!” diyordu. Koridora sessizlik hâkimdi. Kimseler yoktu.
Hemşire açık bir kapının önünde durdu. Siz bekleyin dercesine dönüp baktı. İçeri girdi. Birkaç saniye geçmeden dışarı çıktı.
-Buyurun, dedi sessizce ve odayı eliyle göstererek.
Sibel ve Tibel önde içeri girdiler. Kazım Bey isteksizdi. “Kızlar olmasa beni buraya kimse getiremezdi.”, diye düşünüyordu.
Tek kişilik bir odaydı. Bir yatak vardı çarşaf ve üzerindeki nevresim süt beyazıydı. Üzerinde alabildiğince zayıf, uzun ve sarı saçlı biri yatıyordu. Gözleri kapalıydı. Sık sık nefes alıyordu. Yanında serum şişesi takılı olan metal bir ayak vardı. Oksijen maskesi takılıydı. Odada nefes sesi yankılanıyordu
Tam karşısında vişneçürüğü renginde açılıp kapanabilen bir divan vardı. Beyaz ayaklı iki sandalye kapının yanında duruyordu. Kenarlara çekilmiş tül perdelerin ortasındaki pencereden üzerleri karlı çam ağaçlarının üst dalları görünüyordu. Gökyüzü en berrak mavisine bürünmüştü. Bulutsuzdu. Aceleleri varmışçasına uçan tek tük kuşu n geçişleri dışında hareket yoktu dışarıda.
Kazım Bey tam kapıda durdu. Bakışları ilgisizdi. Sibel yatağın karşısına geçip ablasına bakıyordu. Kirpikleri ıslaktı.
Tibel, Sibel’in yanına geldi. Birkaç saniye ablasına baktı. Sonra sandalyelerden birini alarak yatağın sağ yanına koydu. Ses çıkarmamaya dikkat ediyordu. Ablasına doğru çevirdiği sandalyeye oturdu. Nevresimin üzerindeki kemiklerine kadar incelmiş ele uzattı titreyen elini. İncitmemeye çalışarak avucunun içinden tuttu. Soğuktu. Bir an irkildi. Yüreği bu kadar sıcak olan birinin eli bu kadar soğumamalıydı.” diye düşündü.
Sessizce hastaya bakan hemşire, Kazım Beye dönerek alçak sesle:
-Ela Hanım ilacın etkisinde. Fazla acı çekmesin diye veriyoruz. Ben Doktor Bey’e geldiğinizi haber vereyim, diyerek dışarı çıktı.
Sibel ayaktaydı ve Ela’yı seyrediyordu. Babasının ayakta durduğunu fark edince, eliyle işaret ederek divanı gösterdi.
Kazım Bey, sırayla kızlarına baktı. Sonra sessizce divana geçip oturdu. Kaşları çatıktı. Sibel kapının yanındaki sandalyeyi alıp, Ela’nın sol tarafına koydu ve oturdu.
Ela çok hızlı nefes almaya devam ediyordu. Sol eliyle elini tuttu. Başparmağı hafifçe okşuyordu ablasının elini.
Beyaz önlüğü ve gülümseyen yüzüyle doktor içeri girdi.
-Hoş geldiniz, dedi Kazım Bey’e bakarak, Nasılsınız?
-Teşekkür ederim, iyiyim.
-Ela Hanım’dan tam ümidimizi kesmiştik ki, yeni bir antibiyotik haberini aldık ve İngiltere’den getirttik. Bu sabah seruma katarak vermeye başladık.
-Ablam iyileşecek mi yani Doktor Bey, dedi sevinçle yerinden kalkarken Tibel.
-Sanıyorum üç dört gün içinde etkisini göreceğiz. Etkili olup olamayacağını kültür sonucu gösterecek. O da iki güne belli olacak. Sabah kültür aldık ve yeni ilaçla deneyeceğiz.
Sibel’de Tibel gibi gülümseyerek Ela’ya baktı. Gözlerinde ümit ışıkları dolaşmaya başlamıştı.
-Etkili bir ilaç mıymış, kesin miymiş tedavi ettiği, diye soran Sibel’e dönen doktor:
-Aldığımız bilgilere göre kesin etkiliymiş. Mycobacterium tuberculosis bakterisi bu hastalığın mikrobu. Denediğimiz bütün antibiyotiklere dirençli çıktı. Bu yeni tür bir antibiyotik olduğundan dirençli olmaması gerekiyor. Çok ümitliyiz.
Ela’nın elini tuttu.
-Dün çok ateşlenmişti. Bu gün iyi, ilaç etki etmeye başladı diye düşünüyorum. Allah’tan ümit kesilmez.
Kazım Bey’e dönerek:
-Müdür Bey sizinle görüşmek istiyordu, müsait olduğunuzda yanına uğrarsanız, dedi. Kazım Bey yerinden kalktı:
-Şimdi uğrayayım, dedi ve dışarı çıktı.
Sibel,doktorun yanına geldi sevinçle:
-Bize çok güzel bir haber verdiniz sağ olun Doktor Bey. Tibel’e dönerek:
-Biz babamla dönmeyelim birkaç gün kalalım ablamın yanında ne dersin?
Tibel, Doktora dönerek:
-Kalabilir miyiz? diye sordu, başıyla da “ Evet!” deyin dercesine işaret ediyordu. Kaşları yukarı kalkmıştı.
-Elbette, dedi doktor. Hemşire Hanıma gerekeni söylerim. Burada da, yandaki odada da kalabilirsiniz. Boş şimdilik. Ela Hanım için de büyük bir moral olur. Çok ihtiyacı var.
-O zaman kalıyoruz, dedi gülümseyerek Tibel. “Üzülmeyin. Ben çok ümitliyim.”, diyerek çıkan doktorun arkasından sevgiyle baktı. İçinde ılık bir şeyler dolaştı.
-Kalabildiğimiz kadar kalalım. Yapacak işimiz yok nasılsa, dedi Sibel. Ela’nın saçlarına uzanıp okşadı. Tibel, pencereye doğru yürüyüp dışarıya baktı. “Ben aşağı inip Salim Efendiye bavulları yukarı getirmesini söyleyeyim. İçinden gerekli olanları alırız. Başka bir şey lazım olursa yarın bir ara gidip alırız.” Sibel başıyla onayladı.
-Sadece yeşil bavul yeter, dedi. Ela’nın saçlarını okşamaya devam ediyordu.
“ Uyandırmayayım.” diye düşündü ve pencerenin yanına gidip dışarıya baktı. Tibel henüz aşağı inmemişti. Araba dışarıda, Salim Efendi de içinde duruyordu. Bir müddet sonra Tibel göründü. Montuna sarılmıştı sıkıca. Arabanın yanına giderken Salim Efendi arabadan çıktı. Tibel hızlı adımlarla geri döndü. Salim efendi de ardından bagajdan çıkardığı yeşil büyük valizi tekerleri üzerinde yürüterek binaya doğru geldi.
***
-Tamam, dedi Kazım Bey. Geleceğiniz zaman telefon edersiniz uçak gönderirim. İstediğiniz kadar kalın. Bana dokunmayın yeter.
Sibel, Kazım Beye sarıldı.
-Canım babacım. Ablama çok büyük bir moral olacak. Bir şeye ihtiyacımız olmaz. Seni haberdar ederiz.
-İyi yolculuklar Baba, dedi Tibel biraz soğuk sarılarak. Kolay affedemiyordu kardeşi gibi.
Kazım Bey odadan çıkıp gitti. Pencereden el salladı Sibel araba hareket ederken. Kazım Bey sadece elini kaldırıp indirdi. Araba uzaklaştı. Bir inilti ile ikisi de geri döndü. Ela kımıldamıştı. Gözleri kapalıydı. Tibel, odanın lambasını yaktı. Hava kararmaya başlamıştı. Gelip sandalyesine oturdu ve Ela’nın elini tuttu. Bir iki denemeden sonra Ela gözlerini açtı. Kısa bir şaşkınlık anından sonra gülümsemeye çalıştı. Gözleri parlamıştı.
-İyileşinceye kadar yanındayız artık. Merak etme ablam, dedi Sibel. Ela gülümsemeye çalıştı gözlerinden iki damla yanaklarına süzülürken.
-Canlarım, diyebildi sessizce. Gözleri kapandı. Dudaklarında hafif bir gülümsemenin izleri vardı.
-Rahat uyu Ablacım, derken tuttuğu eli öptü Tibel. Yarın daha iyi olacaksın. Ela, Tibel’in elini sıkmaya çalıştı. Sonra sık nefeslerine devam ederek uykuya daldı.
Gece boyunca nöbetleşe yanında kalmışlardı. Zaman zaman gözlerini açan Ela, yanında Sibel’i ya da Tibel’i gördükçe daha mutlu gülümsüyordu.
Güneş doğmaya başladığında sıra Sibel’deydi. Pencereden güneşin doğuşunu izliyordu. Karanlık bulanıklaşmıştı önce. Sonra gökyüzünde değişim başlamıştı. Yıldızlar azalmış, güneşin doğacağı tarafta lacivertten maviliğe, sonra da dağların tepelerinde kızıl renge dönmüştü. Kızıllık gittikçe sararmış ve güneş görünmüştü. Tam o anda Sibel bir ses duydu:
-Canım, diyordu Ela kısık bir sesle. Beni yalnız bırakmayacağınızı biliyordum…
Sibel gelip sandalyeye oturdu sesi duyar duymaz. Ela’yı yormamak için de iyice yaklaşmıştı yüzüne. Gülümsüyordu.
-Ablacım, hep yanındayız. Burada kalacağız yeter ki sen iyileş. Döndük artık. Bir daha gitmeyeceğiz.
Ela, Sibel’in elini sıkmaya çalışırken:
-Sağ olun, dedi.
-Sen dinlenmene bak Ablacım, konuşacak o kadar çok şeyimiz var ki. Ama önce iyileş. Yeni bir ilaç getirmişler. O sana çok iyi gelecek. Dün başlamışlar vermeye. Bak etkisini gösterdi bile. İyileşeceksin. Şimdi uyu. Biz buradayız yorma kendini.
-Peki, dedi Ela. Yine gülümsedi. Sibel’in elini sıkmaya çalıştı. Sonra gevşedi parmakları. Uyudu.
Ela gittikçe düzeliyordu. İyileşme belirtileri yavaştı fakat iyileşiyordu. Hastanedeki dördüncü günleriydi. Sabah erken kalkmışlardı yine. Kahvaltı yapmışlar, Ela’nın iki yanına oturmuşlardı. Büyük bir sevgiyle yüzüne bakıyor, avuçlarının içine aldıkları Ela’nın ellerini hafifçe okşuyorlardı.
**
Doktor kapıyı çaldıktan sonra içeri girdi. Kötü bir haber verecekmiş ve bunu nasıl söyleyeceğini düşünüyormuş gibi bir hali vardı. Ela’ya baktı. Uyuyordu.
Sol eliyle bir parmağını gösterirken diğer eliyle de kapıyı gösteriyordu:
-Bir dakika gelir misiniz? dedi sessizce.
Kızlar birbirlerinin gözlerine baktılar anlamaya çalışarak. Sonra doktorun ardından Ela’nın ellerini yavaşça bırakarak odadan çıktılar. Ela’nın yüzündeki mutluluk duruyordu hâlâ.
Yandaki odaya giren doktorun peşinden girerken kendilerine çaresizce bakan hemşireyi gördüler.
Anlamsızdı her şey. Doktor:
-Buyurun oturun, dedi. Oturdular ve anlamaya çalışan gözlerle Doktora baktılar. Genç bir Doktordu. Otuz beş yaşlarında vardı. Yakışıklıydı. Adı Ertuğrul idi. Zayıf ve gözlüklüydü. Esmer tenine uygun siyah dalgalı saçları vardı. Konuşması çok düzgündü. Hep kitap diliyle konuşurdu. Hareketleri ve söyledikleri güven veriyordu. Kendinden emin bir tarzı vardı.
- Hayatın bazen çok kötü sürprizleri olur. Nasıl söyleyeceğim bilemiyorum.
Dudaklarını hafifçe ısırdı Ertuğrul Bey.
- Sabah haberlerde dinlemişler. Babanız bir kaza geçirmiş.
- Kaza mı geçirmiş babam? diye atıldı Sibel. Ayağa kalkmıştı.
- Bir şey olmuş mu babama?
- Babanızın uçağı kör mezarlar denilen bir mevkide düşmüş.
- Babam!
- Üzgünüm. Başınız sağ olsun. Pilotun ve babanızın cesedi bulunmuş.
Tibel de Sibel gibi şaşkındı. Başını önüne eğdi. Saçları yüzünü kapamıştı. Gözlerinden düşen yaşların yeri ıslattığı görülüyordu. Üşüyordu. Koskoca dünyada yalnız kalmış gibiydi. Birkaç kelime döküldü ağzından:
- Babam öldü mü şimdi? Babam öldü mü?
Doktor derin bir nefes çekti. İçinden “Evet.”, diyordu. Başıyla tasdik etti.
-Hayat bu. Doğumlar ölüm içindir. Doğanlar ölür. Bunu değiştirme gücümüz ve yetkimiz yok. Ve her ölüm bir sebebe bağlanır. Bunda da kimsenin suçu yoktur. Allah günahlarını affetsin. Şirketin avukatlarını arayıp durumla ilgilenmelerini söylemelisiniz. Bu öncelikle yapmanız gereken şey. Sonra düşünmeniz gereken bir konu daha var. Ela Hanım. İlaca olumlu tepki veriyor. Sizlerin de burada olmanız onu manevi olarak güçlendiriyor. İyileşinceye kadar ona söylememelisiniz. Üzülmemeli. Siz de üzüntünüzü belli etmemelisiniz.
Doktor, şaşkınlık, kızgınlık ve hüzün karışımı bakışlara aldırmadan devam etti:
-Ela Hanım, ilişkilerinizden bahsetmiş hemşire hanıma. Babanız iş adamı. Büyük iş adamları da ailelerini de bir iş gibi görmeye başlarmış. Bir kitapta okumuştum. Bu sebeple ihmal ederlermiş. Anlamaya çalışın ve hatalarını affedin. Doğruysa, babanız ve pilot için yapacak bir şey yok fakat Ela Hanım için yapılacak şeyler henüz bitmedi.
Sibel’in telefonu çaldı. Şirketten arıyorlardı.
***
Kazım Beyin vefatının üzerinden bir yıldan fazla zaman geçmişti.
Salon çok kalabalıktı. Müzik sustu. Üzerinde kırmızı yakalı cübbe olan nikâh memuru, beyaz renkli ipek örtülü masanın üzerindeki mikrofonu almadan önce önündeki deftere baktı. Mikrofonu aldı ve geline dönerek sordu:
-Kazım kızı Tibel, hiçbir etki altında kalmadan Ertuğrul KOÇAN’ı eş olarak kabul ediyor musunuz?
Tibel, mikrofonu ağzına yaklaştırıp:
-Evet, dedi gülümseyerek. Ertuğrul Bey’in gözlerinin içine bakıyordu.
Salondakilerden önce Sibel ve Ela alkışlamaya başladı. Yüzlerinde mutlu bir gülümseme vardı üçünün de.