- 1104 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
GÖZLERİMDE YAŞ OLAN BİR KARE
Savaşın çocuklar üzerinde etkilerini dört ülkede, bütün dünya tanık olmuştur.
Bosna-Hersek
Irak ve İran
Filistin
Yıllar önce televizyonda; Kuzey Irak’ta kameralara bir Türkmen çocuğu takılmıştı. İçime acı baharatlar serpilmiş kıyılmıştı yüreğim lime lime... Bu görüntüler gözlerimden hiç silinmedi. Neydi beni acıtan ve üşüten?
Saddam sonrası Irak’ta bir asimilasyon başlamıştı. Kime karşı? Kürtlerin Türkmenlere karşı başlattıkları bir kıyımdı. Bomba yığınlarının arasında henüz doğrulamayan Irak’ın içinde sırtlanlar gibi fırsat bilip nüfus dairelerini basmış ve tüm bilgisayar ve dosyaları yakmışlardı bununla da yetinmeyen Iraklı Kürtler adeta Türkmen avına çıkmışlardı. Her eve girip silahla taradığı gibi kadın/çocuk demeden öldürülüyorlardı...
İzlemiş olduğum bu haber; TRT 2 nin bir belgeseliydi.
Ekranda üç yaşında bir kız çocuğu belirdi. Önce sıradan bir röportaj sanmış tam geçecektim ki ekrandaki görüntü değişmişti. Kameraman küçük bir kız çocuğunun ayaklarını çekiyordu.
Evet ayaklarını...
Ayaklarına sineklerin biri konup biri uçuyordu.
Bir ayağında büyük terlik diğer ayağı ise çıplaktı...
Görüntü değişti ve konuşmakta olan kız çocuğunun babasının ayaklarına yöneldi...
Evet, Türkmen babanın bir ayağında lastikten “kadın terliği” diğer ayağında ise eski bir “erkek ayakkabısı” giymişti.
Meraklandım...
Sessizlik içinde izlemeye koyuldum.
Türkmen baba bir öğretmendi.
Savaş öncesi Irakta; geçimini öğretmenlik yaparak sağlıyormuş ve geliri de standartların çok üstündeymiş. Sayılan sevilen ve itibarı olan bir öğretmenmiş.
Savaş sonrası Irak’ın iç karışıklığı baş gösterince ailesiyle birlikte Irak’ın kuzeyine “öldürülme” korkusu ile kaçmışlardı.
Dikkatimi çelen başka bir şey çelmişti.
Yaşadığı evleri ev değildi ki; derme çatma portakal sandıklarından ve naylonlardan yapılmış bir barakaydı. Yakında kar bastıracaktı.
Spiker şu soruyu sordu:
"En çok ne isterdiniz?"
Türkmen baba yüreğimi bıçakla deşen bir yanıt vermişti:
"En çok; savaş sonrası doğan şu kızıma gerçek eti tattırmak ve yedirmek isterdim. "
Spiker de şaşırmıştı!
Öyle ya bir ev bir arabaya veya öğretmenlik mesleğini yürütecek bir iş istemediği gibi üstlerine giyecek ve ayakkabı da istememişler küçük kızına et yedirmek istemesi gerçekten çok tuhaf bir istekti.
"Neden başka bir şey istemediniz mesela bir kışlık bot veya bir kaban istemediniz de kızınıza et yedirmek istediniz?" diye ikinci soru ister istemez sorulmuştu.
Türkmen baba;
"Anlatayım efendim; kızım malum savaş sonrası doğdu eşim savaş çıkmadan önce 6 aylık hamileydi. Biz kıt kanaat geçinirken savaş sonrası sohbetlerimizde etten bahsediyorduk. Özlüyorduk eski tattığımız temel gıdalarımızı sofraya her oturuşumuzda konuşuyorduk. Hayaller kuruyorduk ve aç kaldığımız da oluyordu çoğu zamanlar. Bu arada kızım doğdu ve yürümeye başladı. Konuşmaya başladığı zaman da bize “etin ne olduğunu?” sürekli sorup durdu. Ona nasıl bir yanıt vereceğimi bilemedim ve etin tüylü bir hayvan olduğunu sokakta dolaşan şu kedilere çok benzediğini ateşte pişirildikten sonra yenilebileceğini anlatmıştım.
Birkaç gün sonra küçük kızım bir sokak kedisi yakalayıp şu gördüğünüz evimize getirdi ve annesine dedi ki;
- Anne baba bak eti yakaladım. Hadi bunu kesip pişirelim de et yiyelim demişti.
-İşte bu görüntü hiç aklımdan çıkmaz bu nedenle et istemiştim.”
İş yerindeydim. Ağlamaya başladım. Odama gelen arkadaşlarım ise bunun sebebini sormuşlardı. Tabi gerçek sebep bende gizliydi. Anlatamadım. Başımın çok ağrıdığını bahane edip geçiştirmiştim sorularını. Oysa izlediğim programın benim yaşadığımla ne kadar tezat olduğunu aklımda evirip çeviriyordum.
Oğlum üç yaşındaydı.
Bir gün önce evden bana telefon açıp canının biftek çektiğini söylemiş ben de iş çıkışı soluğu kasapta almıştım.
Her zaman et aldığım kasap;
- Maalesef bifteğimiz kalmadı ama bonfile var daha lezzetlidir diye biftekten daha pahalı bir eti almıştım.
Her iş dönüşü bizi kapılarda karşılayan afacan oğlum büyük bir sevinçle ellerini çırpmış;
- Oleyyyy yaşasın et yiyeceğim diye evi neşeli sesleriyle doldurmuştu.
Akşam yemeğinde bonfile ızgarada pişip afacan oğlumun tabağına kondu ve ilk lokmada bir bardak suda “fırtına” kopar ya işte öyle bir akşam yemeğimiz oldu.
- Bu eti yemem bu et yumurta gibi kokuyor.
Minik oğlumuz seçiciydi ve çok farklı tatları kabullenmesi oldukça zordu. O akşam ne yaptıysak ne vaatlerde bulunduysak ikna edememiştik. "Nuh" diyor ama “peygamber” demiyordu. Bonfile yemediği gibi bize de istediği eti almadık diye de küsmüştü. Hatta o gece aç yatmayı tercih etmişti.
Biz; oğlumuz bir gece aç yattı diye üzüntü ve yeis içinde kalmışken Irak’ta aynı yaşlarda bir kız çocuğu sokakta yakaladığı kediyi annesine getiriyordu;
- Anne baba bak eti yakaladım. Hadi bunu kesip pişirelim de et yiyelim diye...
OLACAK İŞ DEĞİLDİ...
Ne zaman bir savaş mağduru çocuk görsem; işte bu kareler aklımdan süzülürler ve gözlerimde yaş olurlar.
AĞLARIM...
Emine Pişiren/Akçay/26.06.2009