- 802 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
CEHENNEMİN RENGİ
Gece…
En büyük gölge…
Günahı, kötülüğü, yanlışı, hataları ve kusurları perdeleyen, buğulayan, örten, kapatan, saklayan, gizleyen, sakınan, içinde eriten, kendiyle bütünleştiren, kendileştiren, karanlıkları karanlığında karartan kalın ve puslu bir belirsizlik, tarifsizlik başlı başına…
Bazı anlarsa en özel, en mahrem, değerli ve elzem hislerin sır kutucuğu…
Pişmanlığın acımsı, siyahımsı ve kızılımsı sızısının yürekteki, vicdandaki yaralayıcı feryadının ruhun boşluğunda, ruhun dipsiz kuyusunda yankısı…
Yankılanan sessiz ıstırabın ziyasıdır gece, ziyadeleştirdikçe ziyadeleşmeye meftun kılar ıstırabı geçen her salise…
Uyumanın vakti, belki kâbus görmemenin, kâbuslara rağmen uyanmamayı istemenin…
İnsanın en fazla insanlaştığı, insanileştiği, insansı kısmını sergilediği zamanın kendisi gece…
Gece, sevgilinin endamını daha güzel, düşmanını daha kuvvetli, derdini daha büyük, sevincini daha küçük gösteren bir dokunuş, Mikszath’ın özgün ifadesiyle…
Kimi zamansa sessizlik, karanlık, yalnızlık ve bir parça hüzün…
Ahh…
Gece midir insanı hüzünlendiren, yoksa insan mıdır hüzünlenmek için geceyi bekleyen ?
Ahh…
Aydınlığın çekildiği anda ve kırılgan, puslu, mahzun bir yüreğin camına vuran buğusunda şekil alır hayatın, sevdanın, insanlığın kendisi…
Bilinmeyeni bilme noktasından hareket etmenin gerçekleştiği, bilinmeyeni elde etmenin ilk basamağının oluştuğu noktadır belki de gece…
Bir belirsizlik, bilinmezlik, anlamsızlık, anlaşılmazlık, tanımsızlık, ifadesizlik kuyusunun kuytu karanlığına hapsedilen yüreğin ve öz benliğin gözleriyle yine o karanlığın büyülü, efsunlayıcı, cezp edici, başkalaştırıcı atmosferinde göz göze gelmelidir aynı insan… Garip… Kendi karanlığını karanlığın kucağında ve bucağında gözleyebilir mi insan ? Ya da kendi karanlığını o büyük, kuşatıcı, kavrayıcı, sarmalayıcı, siyahî her rengin tonunu gizleyici karanlıktan ayırdedebilr mi ? Kendi karanlığını, karanlığın siyahını siyahlaştıran bi parça karanlığını seçebilir mi onun kömür karası gözleri ? O, ruhunu yudumlayıcı ve damla damla tüketici karanlığı…
İnsanın karanlık yüzüyle yüzleşmesinin neden gecedir vakti, neden karanlıktır yüzeyi, neden sükûnettir yüzeyi, neden hareketsizdir bedeni, neden belirsizdir görüntüsü, neden zamansızlıktır zamanı, mekânsızdır mekânı, neden varlık ve yokluk, uzaklık ve yakınlık, acının ve hazzın arasındaki sürtünmenin tam da, tam anlamıyla ortasındadır kendisi ?
Belki de türdeş olduğu aynı anda türce farklı iki büyük belirsizlik arasında uzanıcaktır ‘’ belirginliğin ‘’ titrek parmakları…
Gecenin ve insanın belirsizliği arasında belirginleşen belirti…
Matematiksel iki eksi değer toplamının bir artıya [ - + - = + ] dönüşmesine benzer bi dönüşümün resmi..
Bi gündüzün iki gece arasında bulunmasına benzer bi bulunma hali…
İnsanın belirsizliğin koyu karanlığına düşürdüğü varlığını, özgün ve tahrife uğramamış varlığının özünü, daha büyük bir belirsizliğin içinde var kılmanın gayreti…
Bir insanın kendini kendinden uzaklaştırması, kendini kendine yabancı kılması, kendini kendinden soğutması, kendini kendine mahkûm etmesi, gülünç ve küçük duruma düşürmesi, kendini kendine saygısızlaştırması, kendi kendine ihanette, iftirada bulunması, kendi kendini imha, ‘’ kendi kendini iğfal etmesi ‘’ mümkün mü ?
Mümkün mü ! ! !
Ahh…
Sorular, sorular…
Soruldukça büyüyen, soruldukça artan, soruldukça iç içeleşen, soruldukça sınırları zorlayan ve aşan sorular…
Muhammed Akif Ersoy’un ıstıraplı yüreğinden ve zihninden damlayan ateşîn söylemi mısralarla buluşturan çıkmazın aslında esasında kendisi sorular…
Üst üste sorular soru içinde,
Akıl almazların zoru içinde,
Düşün mü, konuş mu, sus mu, unut mu ?
Soruları sorularla sorgulamanın adı sanırım düşünmek… Ve insanın konuşkanlığı da, suskunluğu da, unutkanlığı da düşünme yetisinin farklı bir zeminde ve zamanda, farklı bi biçimde ve pozisyonda kullanımı aslında…
Düşünmenin gerçekleştiği anda, insanın düşünebilmeyi gerçekleştirdiği anında zihninden ‘’ sol yanına ‘’ tanımlanamaz bi şeylerin akıntısını duyar yüreğinin coğrafyasında insan…
İnsana insanlığını hatırlatır, insana insansılığını anımsatır, çağrıştırır ardından her şey, kendi lisanınca, huzurlu hareketsizliğiyle…İş, oluş, hareket bildirmeyen, bir iş, oluş, hareket emaresi taşımayan eylemsizliğiyle…
Evreni insan için, insanı ‘’ kendi için [ ! ] ‘’ var eden YÜCE SANATKÂR, göğü ve yeri ve bu ikisi arasında kalan her şeyi insandan farklı, insana benzer kılmıştı mucizevî… İnsandan farklıydı her şey ; farklıydı mahiyetçe, kabiliyetçe, özellikçe, güzellikçe…
Ve benzer kılınmıştı insan her şeye…
Her şey onun bi parçasını, bi özelliğini, bi güzelliğini, bulunmazlığını, eşsizliğinin mucizevî bir eşini barındırıyordu bünyesinde…
Ve her şey ilerleyen zamanın, ilerleyen varlığımızın ve ilerlemekte olan her parçamızın içinde biraz daha derinimize inmekte, derinliğimize derinlik kazandırmakta, derinliğimizde büyüttüğü, geliştirdiği, güçlendirdiği ‘’ ben ‘’ liğimizi ‘’ ben ‘’ liğimize dokundurmakta usulca ve usûlünce…
Kıldan ince kılıçtan keskince bir köprü üzerinde yürütmekteyiz ruhumuzu manâ ve meta âleminde aslında…
Kendimizden uzak tuttukça, uzaklaştırdıkça kendimizi, kendimizi bırakınca kimsesiz – kendinden mahrûm -, kendi kendini imha etmek üzere kalan kendimizle, baş başa, yüz yüze ve göz göze bırakıyoruz kendimizi…
Ahh…
Bir facia mı, bir dram mı, bir eziklik mi, bir aşağılanma mı, bir kayboluş mu, bir terk ediliş mi, bir umursamazlık mı, bir tembellik mi yaşanan şu isimsiz, ismi ‘’ isimsiz ‘’ yaşantı…
Ahh…
Sorular, sorular…
Soruldukça kabaran, büyüyen, anlamsızlığın derin boşluğu içinde anlamlı yankılar oluşturan, anlama adım adım yaklaşan, yüreğe anlamı damla damla damlatan, damıtan sorular…
SOĞUKSUN ÖLÜM, SOĞUKSUN.
İSTEDİĞİN KADAR SOĞUK OL,
BANA BUZ GİBİ SUDAN DAHA TATLI GELİRSİN ! ! !
UNUTMA Kİ SEN BENİM KÖLEMDİN,
VE ÖYLE DE KALACAKSIN.
BEN SENİN EFENDİN;
BEN EMREDERİM SEN İTAAT EDERSİN.
EY ÖZGÜR DAĞLARIN KÖLESİ, EMREDİYORUM ;
GEL VE AL CANIMI ! ! ! [ BİR ÇEÇEN TÜRKÜSÜNÜN SÖZLERİNDEN ALINTIDIR. ]