- 1838 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
YEŞİL KUBBE ALTINDA YEŞİL SECCADE
YEŞİL KUBBE ALTINDA
Lacivert ve erguvani düşlerden uyanıldı. Gece teheccüd uykularını nihayetlendirip deminden arınırken, karanlığın perdeleri birer birer kalkerken ve gök kubbe kurşuni rengini alırken yeşil seccade serildi yere... Yakup, suyla raks ediyordu, ruhunu arşın kubbelerine arz etmeden önce. Abdest alırken günahlarının sonbahar yaprakları gibi döküldüğüne inanıyor, yüzünde renkler anlamlı bir hal alıyor ve kokular değişiyordu. Abdest dualarını hatırladığı kadar içinden geldiğince okuyor; Muhammed’i (s.av.) görmeyi, Mescidi Nebevi’de cennet bahçelerinde namaz kılmayı arzuluyordu. Ayaklarını yıkarken topuklarına baktı birden. Apaktılar. “Rüyaymış” diye geçirdi içinden. Ne kadar da gerçekçi bir rüyaydı bu, hala etkisinden kurtulamamıştı. Rüyasında büyük bir mescide girmişti ve hemen içeri alınmamıştı. Mescidin kapısında beklerken topuklarının altına bakmıştı. Simsiyahtılar. Allah’ın huzuruna günahlarıyla, kirlenmiş bir halde nasıl çıkardı? Tekrar abdest almak için şadırvana yöneldiğinde mescidin kapısında büyük bir yığılma vardı ve kimse içeriye alınmıyordu. O sırada yapılan anonsu fark etti. On üç numara bekleniyordu. Yakup, mescidin kapısından geçerken anlamıştı. On üç numara kendisiydi.
Burnunun önündeki hafif kokuları koklayarak uyandı, başıyla kokuyu takip etti. İçine anasır-ı erbaanın serin havasını çekti ama bir daha bu kokuyu çok arzulamasına rağmen duyamadı. Aman Allah’ım bu nasıl bir kokuydu, burnunun önünden bir anda kaybolan ve daha önce hiç duymadığı?
Gözbebekleri yeşile büründü, dilinden tekbirler, salâvatlar, estağfurullahlar, dualar döküldü, meleklerin seyrettiği ve şahit olduğu sabah namazına duruldu. Yüz en güzel rengini bulurken secdelerde, ayaklar, diz ve alın iz bırakıyordu seccadede. Bir rüya ile onu meclisine çağıran kimdi? Kimsesiz bir garip iken, köhne bir apartmanın rutubet kokulu çatı katında arayıp da bulan kimdi? Yıllardır nasıl da Yunus’un balığının karnında gibi varlığından habersiz yaşamıştı? Günahlarının mancınıklarından atılıp, İbrahim’im ateşine düştüğü sırada onu gönlünün mengenelerinden kurtarmıştı. Yüreği bir volkandı, derinlerden gelen patlamaların sesini duyabiliyordu. Cehennemin narını gözyaşlarıyla söndürebiliyordu.
İstanbul sümbül, erguvan, karanfil ve lavanta kokuluydu; deniz ve yosun kokuluydu. Beyaz ve pembe renkli akasyaların açtığı asırlık mezarlıklar beşer hikâyeleriyle doluydu. Yavuz’u, Fatih’i görmüş medrese ve dergâhlarda, tarihin imbiklerinden süzülüp gelen ceylan derisiyle ciltli risaleler, selüloz ve nem kokuluydu. Mevlidi Şerif’ler okunan şehri İstanbul camileri buhurdanlıklardan süzülen buhur ve tütsü kokuluydu. O gün Mısır Çarşısı’nı, Galata’daki bedestenleri, hanları, kervansarayları koku taciri gibi dolaştı. Çiçekçileri, aktarları ve baharatçı dükkânlarını gezdi. Itır, tarçın, zencefil, kekik, fesleğen, rayihaları arasında da yoktu bu aradığı koku. Baharın önüne sürüklediği manolya, iğde, hanımeli, yasemin ve ıhlamur kokuları arasında da yoktu. Parklardaki kesilen çimlerin kokusuna benzemediği gibi; kıraathanelerdeki Yemen’den gelen kahve kokusuna ve şekercilerdeki karamel kokusuna da benzemiyordu. Ana kokusu dese değil, yar kokusu dese hiç değildi.
Yakup, Süleymaniye Camiii’nin tarih kokan sarıklı mezar taşlarının çam, köknar, ladin ve servi reçinesi kokan ulvi seyrangahlarından sıyrılarak, Ayasofya Camii’nin önündeki rengârenk açmış lalelerin arasından geçerek, Sultanahmet Camii’nin beşer kokan avlusunda buldu kendini. İnsanları seyretti uzun bir süre; Allah aşkına, Muhammed aşkına, Kur’an aşkına çarpıyordu bütün yürekler. İnsanların arasından sıyrılmaya çalıştı, kalabalık nasılda mahşer gibi boğuyordu narin ruhunu. İnsanlardan ve kendinden kaçmaya çalıştı. İç dışa dış içe aksetmeliydi gönül aynalarında, vicdan terazileri dengeyi bulmalıydı. Göz göze geldi birden. Sütunların dibindeki yeşil kıyafetli efsunkâr bakışlı yaşlı adamla. Gözbebeklerinde gördü kendini ve dünya telaşını. Ateşböceği gibi ışığa koşuşunu, ruhunun inişlerini ve çıkışlarını gördü. Kırağı düşmüş badem ağaçları gibi aciz ve vurgun hissetti kendini. Yaşlı adamın huzurunu yüzünde okudu. Yaradanı hatırlatan bu nurlu yüze baktıkça gönülden gönüle müstesna ve murassa bir kilim dokundu. Öğle ezanının sedası kubbeleri ve İstanbul Şehri’ni huzura çağırırken durdu adımları. Elini uzattı ona adam. Titreyen elleri almak değil de vermek ister gibiydi. Yakup, ceplerinde bozuk paralarını ararken yaşlı adam gülümsedi. Yakup’un bir eli cebindeydi hala, bir eli boşlukta salındı. Boğazdaki gemiler, tekneler, yelkenliler salındı. Sağ eli boşlukta kalmıştı, elini koymak için yer ararken hafiften bir rüzgâr esti. Sultan Ahmet Camii’ni dolduran yaşlıların ter ve ağır mis kokularına ortak oldu. Ani bir refleksle yaşlı adama elini uzattı. Elleri yumuşacıktı, sanki has ipekten dokunmuştu ve kemiksizdi. Gözleri gözlerindeyken zaman durmuştu, sanki tüm beşer toprak ve su olmuştu. Şehr-i İstanbul gözünden düşmüş, ateşiyle eriyip kül olmuştu. Gözlerini gözbebeklerinden ayırdığı sırada, elini elinden çekmek istediğinde avucunda kırmızı bir gül buldu. Avuçları arasındaki aşk ateşiyle nemlenmiş kırmızı güle doğru baktı, başını kaldırdığında karşısındaki yaşlı adam yoktu. İnsanların arasında koştu, gözleri caminin her karesinde dolandı ama yaşlı adamı hiç gören yoktu.
Yakup, Yusuf’unu kaybetmiş gibi kaldı şehrin meydanlarında. Mevlevihanelerde dönen semazenler gibi döndü dünya üstünde. Kâinat döndü, zaman döndü, gün döndü, Güneş söndü, seyyareler şualandı, vakit akşamdı artık. Ezanı Şerif’ler okunmaya başladı, yedi tepe İstanbul minarelerinden. Ezanlar okunurken, değirmen taşları arasındaki buğday tanesi gibi inceldi yüreği, sır oldu.
Bugün Mevlid Kandili’ydi. İstanbul’da bütün camilerde mevlitler okunacak, İki Cihan Serveri Hazreti Muhammed (s.a.v) anılacak, yaşlı gözlerle cami kapılarında aranacaktı. Perdelenmiş gözler mabetlerde bulamazsa, gönüllerde arayacaktı. Anıldığı yere uğrardı Resul, geçtiği yerlerde elbet kalırdı gül kokuları. Bu gece kandildi, gökyüzünü yıldızlar kandil olup süslemişti. Bu gece sabaha kadar Topkapı Sarayı’nda kırk hafız O’nun adını anacaktı, Kur’anlar okunurken hanelerde göklerden insanlar arasına melekler dolacaktı.
Meleklerin ve ruhanilerin doldurduğu mübarek geceyi, Yusuf’un kokusu gibi içine çeke çeke eve döndü Yakup. Ya kapıyı açtığında karşısında bulacaktı O’nu, ya da her kapıyı çalanı Muhammed (s.a.v) sanacaktı bu gece. İçi içine nasıl sığsındı, başını yastığına ağlamadan, gözyaşı dökmeden nasıl koysundu. Eline kalemini aldı, derin manaya daldı, gönlünün sandallarını engin denizlere saldı. Ruhu şahikaların sarp dehlizlerinde dolandı, dağlar küçüldü gökyüzünde, boğazdan geçen gemiler oyuncak oldu; sanki kuş tüyünden iki kanat bulsa uçacaktı. Gece kuşları öttü vakit teheccüde döndü. Muhammed’e gönlün harmanlarından salâvatlar, naatlar, dualar, şiirler, mısralar döküldü. Gece nura, Yakup uykuya doydu bu gece.
Rüyasında Mescidi Nebevi’deydi. Yeşil kubbe altındaki pencereden Muhammed (s.a.v.) gülümsüyordu. Ağlayarak uyandı. Kalbinde akabelerden dökülen serin sular çağlayarak uyandı. Boşa geçen yıllarına yüreği dağlayarak uyandı. Bu gece Yakup, Allah’ın rengiyle boyandı. Muhammed’i beklemişti sabah horozları ötene kadar, ay gökyüzünde kavsi kuzah çizip, sabah ezanları okunana, meleklerin nöbet değişimi bitene kadar. Muhammed gelseydi evine, onu nasıl misafir edecekti? Hangi yataklarda yatırıp, hangi yemeklerden yedirecek, hangi şerbetlerden içirecekti? Biliyordu rahat yatak aramazdı Muhammed. Hasırlar iz bırakırdı teninde. Gelirdi Ahmed, garipleri, kimsesizleri severdi. Belki de gelmişti, kapısının önünden gül kokularıyla geçmişti.
Gönlüne rayihalar, miski amber kokuları doldu. İçindeki solgun güller rengini buldu. Muhammed’i beklerken sofrasına, davet büyük yerdendi. İslamiyetin doğduğu ve yayıldığı yerdendi. İki Cihan Serveri onu meclisinde misafir edecekti. Cennet taamlarından sofralar kurup yemekler yedirecekti. Misafirin duası makbul olandı, dualar edecekti, Muhammed’in ümmetine layık kul olmayı dileyecekti.
Yakup’un içinde gündüzler ve geceler hallaç pamuğu gibi birbirine karışıp uçuşmuştu. Yağ koymuştu kandillerine, biliyordu Peygamberin yoluna karınca adım düşmüştü. Marmara Denizi ve İstanbul, Levni’nin minyatürleri gibi küçülürken, Yakup dünya semalarındaydı. Melekler yağmur damlalarını taşırken yere, Yakup ağlıyordu. Peygamber çağırmıştı onu. Gönlü susayan topraklar gibi O’nda son bulacaktı. Güllere âşıktı, varlığı yokluğundan ibaret olacaktı.
Uçak, Medine semalarından yuvasına kavuşmak için çırpınan bir kuş gibi alçalmaya başlamıştı. Rüzgâr çöl kumlarını tarihin sayfalarından koparıp getirmişti. Palmiye ve hurma ağaçlarıyla toprak gölgelendi. Mahşeri anımsattı ihram, ona kefeni, mezarı anımsattı. Adım adım Muhammed aşkıyla yürüyordu, gönlü hiç sönmeyen ateş gibi yanıyordu. Çöl rüzgârları, gönül yangınlarıyla karışıp, yüzünü yakıyordu. İnsan seli Mescidi Nebevi’ye doğru akmaya başlamıştı. Peygamberin devesi bulmuştu bu evi, gökkubbenin altındaydı Mescidi Nebevi. Yakup ayaklarının altında serin mermerlerin dokunuşlarını hissetti, gönlünde Muhammed’in harf harf okunuşlarını hissetti. Yüksek Cibril kapısından, birbiri ardı sıra elif elif sütunlar arasından geçmişti. Babüsselam kapısı, Süleymaniye ve Resulullah’ın mihrabı harf harfti. Gül kokulu yün halılar üzerinden, beyaz kefenini giymiş, yalınayak geçmişti. Birden gözbebeklerinden açıldı perdeler, sesler değişti, renkler değişti, ayağının altından kaydı zemin zaman değişti. Burnunun önüne doldu cennetten indirilmiş hafif kokular, meleklerin kanatlarının çırpınışlarını duydu. Bu koku O’nun kokusuydu, uzaklardan O’nu çağıran koku buydu. Sonra cennet bahçelerinde namaza durdu. Bir namaz ki secdelerde yüzü en güzel rengini aldı, tespihler Allah’ı buldu, zaman O’nda durdu, saatler O’na kuruldu. “Sen olmasan, sen olmasan, hiçbir şeyi yaratmazdım.”dediği kulu ve Resulü’nün mübarek kabri başında duruyordu. Yakup’un dilinden dualar,salâvatlar ve şükürler dökülürken, zaman içinde zaman vardı.
Renkler, kokular, her şey eski halini alırken, ellerini yüzüne sürdü, bir müddet öyle bekledi. Gözyaşları sel oldu, elleri hala gül kokuyordu. Efendimizin kabri saadetinde vuslatlarla, salâvatlarla, gözyaşı döküyordu. Sığındığı bu son limanda dinmişti artık okyanusun hırçın fırtınası, hangi yöne çevirse O’nu göstermişti gönlünün hassas pusulası. Bir kokunun peşine düşüp, ışığa koşan pervaneler gibi geldiği bu kutsal beldede ruhu arınmış, hafiflemiş, Allah’a ve Habib’ine layık bir kul olmuştu.
Gün çekilirken dağların arkasına, Aziziye, Mecidiye, Babüsselam, Resiyye ve Babürrahmet Minareleri’nden okunan ezanlar ahir vakti insanlığa ve son kullara, çağrıda bulunurken Yakup şükür namazını bitirmiş dualar ediyordu. Belki semazen adımlarıyla, belki Yusufçuk turunda su üstünde yürüyordu.
Vuslat Hak` tır, arzın lehçelerinde,
Namaz vakti, Adn`nın bahçelerinde.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.