- 921 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
MANCINIKLA ATILMIŞ GİBİYİM
MANCINIKLA ATILMIŞ GİBİYİM
Mancınıkla atılmış gibiyim,
İbrahim’in ateşine,
Günahlar topladığım odun,
Cehennem alevine.
Otobüsten iner inmez saatime baktım. Oldukça geç bir saatti. Bu şehre niye gelmiştim? Gelişimin sebebini bile bilmiyordum. Şanlıurfa’daydım. Ya bu şehirde kalacak ya da başka bir otobüse atlayıp ışığın doğduğu yerlere doğru gidecektim. Kimsesiz bir yolcu gibiydim, yanımda birkaç bisküvi paketi ve paltomdan başka eşyam yoktu. Peygamberler diyarında tek başınaydım ve buralarda ne arıyordum? Biri söylesindi artık neden bu kadar uzun yorucu bir yolculuğa katlanıp Balıkesir’den kalkıp bu şehre gelmiştim? Yoksa dünya üzerinden geçiyordum da mı uğramıştım?
Otobüs terminali yalnızlık hikâyeleriyle doluydu. Peronlarda beni karşılayan kimse de yoktu. Herkesin ya bir bekleyeni ya da gideceği iyi kötü bir evi vardı. Evli evine, köylü köyüne mi gitmişti? Ya ben nereye gidecektim? Hangi sokağa sapacak, hangi evde kalacaktım? Kimler misafir edecekti beni, kimlerle buluşacaktım? Şanlıurfa’da kime gelmiştim, kimim vardı buralarda? Yanımda ne hediye getirmiştim?
Şanlıurfa tarihin imbiklerinden süzülen somon sarısı hazin bir sessizliğe bürünmüştü. Gece, eski zamanlardan, peygamberlerden kalma sırlarla demlenmişti. Bu şehirde beni çeken bir şey vardı. Bazı şehirleri ruhsuz bulmuşumdur, alelade ve yaşanmamışlık vardır onlarda. Bazı şehirler de girdap gibi seni içine çeker ve örümcek ağındaki bir böcek gibi çırpınır da kurtulamazsınız. Bu şehirde yakaladığım bir ruh vardı. Burnumun ucundan aniden kaybolan miski amber kokuları gibi özleyiş vardır. Bu şehirden gitmeyecektim. Bulmak istediğim sırlara kavuşacaktım.
Garajın kenarındaki kahvehaneler parasız pulsuz gariplere ev sahipliği yapıyor gibiydi. Asırlık çınar ağacının altında eski bir kahvehanedeki tel kafesin ardındaki kanarya bile acılı ötüşleriyle beni, içine sığamadığım bedenime hapsediyordu. İç dışa, dış içe bir aksetmeliydi, ruhum kanatlanıp arşa raks etmeliydi bu şehirde. Tahta sandalyeler yolcularını yeni uğurlamış gibi gelişigüzel duruşlarından arınmak istiyordu. Kahvehanenin orta yerindeki demir soba, sönmeye yüz tuttukça içerdeki garipler sobaya bir adım daha yaklaşıyorlardı. Omzuma bir elin dokunmasına irkilmiştim.
—Gurban çay içer misin?
—Başımın üzerinde ağırlık varmışçasına uyku dolu gözlerimden bir ışıltı süzülerek gülümsememe yansımıştı. Kahveci bu gülümseyişin ardından güvenle sormuştu.
—Garipsiniz galiba buralarda?
—…
Cevapsız kalan bir soruydu bu. Kahveci, kolayca tanımlamıştı beni. Uzun zamandır aradığım ve bulamadığım bir tanımdı bu: Garip. İsmime yakışır bir beşer olabilmek kaygısıyla sandalyelerin üzerinde paltolarına sarınıp uyuyan, sobanın başında ısınmaya çalışan, küllüklerdeki yarım kalan sigara izmaritlerini tekrar ateşle buluşturan gariplerin solgun yüzlerini inceliyordum. Peygamberler şehrinde kimsesizdim, gariptim. Yüksek tepelerden mancınıkla atılmış gibiydim. İbrahim’in ateşine mi düşmüştüm? Yorgun bedenim artık sıcak bir yatak bulup uzanmak, uyku dolu gözlerim artık uyumak istiyordu. Neden gelmiştim ve nereye gidiyordum? Bu sorularımın cevabını arıyordum. Yüreğimde derin acım vardı, ciğerim yanıyordu. Acılarıma tuz basacak, Eyüp Peygamber’in sabrını arıyordum.
Şehrin uyku dolu caddelerinde tek başıma yürüyordum. Çöp karıştıran kedilerin telaşını bozmak istemeden kaldırımları adımlıyordum. Yerdeki gece gündüz demeden yuvalarına yiyecek taşıyan karıncaları incitmek istemiyordum. Ayaklarım beni nereye götürüyordu? Adım adım hangi bilinmeze gidiyordum. Tarihi binalar, dar sokaklar, çeşmeler, parklar, bahçeler ve camiler geçiyordum. Ateşe koşan pervane gibi yanıyordum bu gece. Yorgun bir seyyahtım, seyyal dünya da. Güzellikler âşık arıyordu, âşıklar kâşifini bu şehirde. Yoksa tarihe tutkun bir turist miydim? Ya da Şanlıurfa konulu bir tezim mi vardı? Kimseye haber vermeden niye gelmiştim buralara?
İçimdeki sesi dinliyordum. Caddelerden, sokaklara, sokaklardan çıkmazlara sapıyordum. Yağmur başlamıştı. Gecenin kül rengi şenlenmiş, Şanlıurfa’ya bahar gelmişti. Yağmur damlaları saçlarımdan süzülüyor, küçük su birikintileri oluşturuyordu. Su birikintilerine giriyor, bata çıka yürüyordum. Yoksa günahlarımdan arınmak için mi gelmiştim? Günahlarım topladığım odunlardı. Vicdan yangınlarımdan kurtulmak, kendimle hesaplaşmak için mi seçmiştim bu gizemli şehri. Ayağıma takılan çakıl taşlarıyla sendeliyor, çıkmazlardan kurtulup kendime sığınacak bir liman arıyordum.Otuz sekiz yıllık beden atölyemde yıllardır kendime baldırandan gemiler mi yapmıştım? Hangi coşkun okyanusların sularına dayanabilirdi gemim? Senelerce sığ sularda yüzmeye alışmıştım, derin sularda pusulam yön bulabilir miydi? Kimdim ben? Nereden geliyordum, nereye gidiyordum? Neciydim? Bilmediğim bu şehre nedendi ani gelişim? Yoksa hacca giden bir yolcu muydum da, geçerken uğramıştım? Kâbe yollarında adım adım yürüyen sabırlı bir karınca gibi âşık olabilir miydim?
Gece deminden arınmış, sabah oluyordu. Evlerde lambalar birer birer yanıyordu. Gaflet uykularından sıyrılmayı başaranlar çoktan cami yollarına düşmüşlerdi. Sabah ezanları gecenin ağır uykusunu bölerek, ruhumun en derin kuytularını sızlatan sedasıyla okunuyordu. Şadırvanda abdest alanlar, şeytanın iplerinden kurtularak sabah namazını eda etmek için gelmişlerdi. Cami avlularını dolduran insanların arasında bulabilir miydim aradığımı? Yeşil kıyafetleriyle cami avlusunun en loş köşesinde bulmak istediğim ve yardımını beklediğim Hızır’ mıydı aradığım? Elimden tutsa anlar mıydım Hızır olduğunu? Hızır’ın elleri kemiksiz miydi? İnsanlar sabahın kametiyle safların arasını birer birer dolduruyordu. İbrahim’in ateşe düştüğü yerdeydim, İbrahim’e gül bahçesi olan ateş, beni hep yakacak mıydı? Balıklı Göl’den bir damla su içsem yorgun bedenime bir şifa mı bulacak mıydım?
Efsunkâr bakışlı Şanlıurfa insanının baharat ve kebap kokan çıkmaz sokaklarında ürkekçe yürüyordum. İbrahim’in mancınığının kurulduğu efsanevi dağ karşımda duruyordu. Dağın eteklerinde kendir işçilerinin dokudukları urganlara kırk yerimden dolanıyor, düğüm düğüm oluyordum. Eski bir kapı tokmağının ardında efsunkâr nefesle üfleniyor gibi, nazar dualarının nane ferahlığıyla ruhum arınıyordu. Ruhumun yedi kat ateş pare yangınları tek tek sönüyor, şadırvandaki sularla arınıyordum. Kimsesizlerin, gariplerin, dervişlerin, erenlerin beldesinden çağırdığım birkaç abdala mezarımı mı kazdıracaktım? Yoksa ben ölmüş müydüm? İdris Peygamberin terzihanesinde kefenim mi biçilecekti?
Bakırcılar çarşısını gezmeliydim bugün. Abdest ibriğim yedi yerinden delinmişti, bakır ibrik almaya mı gelmiştim uzak yoldan? Gönlümün yaralarını saracak karşılıksız seven bir dost bulmaya mı gelmiştim? Niye yağıyordu yağmur sağanak sağanak; o kadar dua etmiştim de arşın kubbelerini mi delmiştim? Dost dost deyip nicesine sarılacaktım, biliyorum dostun yüzünde eriyip, son bulacaktım. Perdeci, perdeleri top top serdi önüme. Perde perde kapandı renkler akşam mı oluyor âlemin sırlarını göremiyordum. Bir örümcek ağına mı düşmüştüm de, kırk ilmek dolaşmış çözemiyordum. Yürüyorum İbrahim’in ateşine cehennem narındayım, soğuk sularla yuğsunlar beni de arınayım.
Kamyonlar hareket etmişti. Pamuk tarlalarına işçi taşıyan kamyonlara binen insanların arasındaki her yemenili kadın annem gibi bakıyordu. Kırağı düşmüş meyveler gibiydi duruşu, içlerinden biri anneme benziyordu. Sabahın ilk ışıklarıyla bu bakışlar gönlüme akıyor, beni her soluk yüzde yakıyordu. Toz duman savruluyor, gidenler çoktan gitmiş, kalabalıklar arasında bir ben kalıyordum.
Balıklı Göl’de bir gariptim. Her sütunun ardında heyecanla aradığım bir kadın. Kimi şaşkınca, kimi beğenerek, kimi gözlerini kaçırarak yüzüme anlamlı anlamsız bakan bir kadının gizemli bakışlarında odaklanmaya çalışıyordum. Siyah, kırmızı, alaca balıklar kimi duru, kimi boz bulanık suda aynı metrekarede yüzerken; akrebin ateşinde mi çırpınıyordu ruhum? Tarihin gizemli sayfalarından kopup gelen sarıklı mezar taşları kimindi? Hep iki tarih arasına sığdırılmaya çalışılan bu kısacık insan ömrü müydü? Ömrümün geri kalan kısmını bu şehirde mi tamamlayacaktım?
Kalabalıklar arasında olmalıydın? Doğunun limanlarından gemilerle yeni gelmiş baharatlardan alırken seni bulmalıydım? Bugün cuma olmalıydı ve şekercinin önündeki serçe sürüleri gibi toplanan kimsesiz çocuklara şeker dağıtırken tutmalıydım avuçlarını. Şanlıurfa güneşinin altında bir ağacın altında dinlenen sen olmalıydın? Sahipsiz bir kediyi okşayan yine sendin. Gökleri kaplayan kubbeler altında suyla raks ederken bulmalıydım seni. Azrail’in elinden yeni çıkmış gibi garip, musalla taşının üstünde durmamalıydın. Ardında cenaze namazı kılınırken bulmamalıydım seni? Eller üzerinde serviliklere giden senin cenazen olamazdı. Dipsiz kuyulara düşürdüğüm senin al yazman değil. Yangın düşmüş hanemize, sönmeyecek. Habil’den kalma küreğim seni toprağa gömmeyecek. Biliyorum bu şehirde de yoksun sen. Bu şehre hiç gelmedin. Balıklı Göl’de yazmasını ıslatan kadının elleri senin değil. Sütunların ardında bebeğini emziren kadın da sen değilsin? Biliyorum bir masaldı anlattığın. Öğle uykularına dalmadan tarangogular aldılar seni getirmediler. Yediler ciğerimi de hala bitiremediler. Bir rüyanın peşinden sürüklendiğim şehirde kalbime saplanan bir oksun; boşuna kandırmayayım kendimi biliyorum yoksun.
Ümidimi kaybetmeden turnaların peşinden giderken bu şehirden, başka şehirlerde de arayacağım seni. Biliyorum seyyahım bu dünyada. Bir ağacın gölgesinde dinlendim ve gidiyorum. Ben hiç gidenleri sevmedim, bitenleri sevmedim, yitenleri sevmedim. Hacet uykularından uyanacağım aniden, anne nerdesin?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.