- 417 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Efendilerin Zindanı Özgürlük Yazıtı
Film ödüle sunulduğunda oyuncu ayrı, yönetmen ayrı, senarist ayrı kategoride oluyor.
Bu filmde ayyaş psikopat, diğer filmde nur yüzlü hoca olduğunda oyuncu, kimliğine değil, rolünün hakkını verip vermediğine bakıyorlar. Aynı kişi bin değişik karakter ile beğenimize görüntü veriyor ve biz ’Helal olsun! Ne oyuncuymuş ama’ diyoruz bazen, bazen de ’berbat...’. Canlandırdığı karakterlerle, kendini, tarzını, karakterini hiç bilmediğimiz kişi bizim gözlerimize bir anda ışıltı, ya da nefret kaynağı olabiliyor.
Oyunculuğu ile...
İnsan da böylece...
Bir yaşamda kaç senaryo ve rol ile kaç değişik salonda oynuyoruz? Ya kendimize dair oyunculuğumuz nasıl?Geceleri nasılız? Gündüzleri nasıl? Öfkemizde nasıl, neşemizde nasıl? Mehmet’in yanında nasılız, Michael’in?Kafamızdaki tanrı ile Yaratıcı karşısında nasıl nasılız? Aynı anda kaç rolü, farklı mekanlarda hakkını vererek oynadığımızı, hangisinde on hangisinde bir aldığımızı düşünelim.
Olayımızın özünde şartlanmışlık var. Değerlendirme kriterlerimiz esaretimiz oluyor... Böyle olunca da bizim bize ettiğimizi, kimse bize edemez oluyor. Çevremizde var olan her şeye aslında etki gücünü veren yine bizizdir. Kendimiz.
Bunu fark etmek çok yalın bir görüş ile mümkün. Bizim yücelerimiz, bizim cücelerimiz... Korkularımız, sevinçlerimiz… Sanırız ki, başkasının meziyetidir meziyetler; hayır, değil aslında. Bizim konumlandırma ve yönlendirmelerimizcedir gördüklerimiz, algılamamız...
Tip, karakter, bilgi, portre, manzara, sunum, tarz, karizma, olgu, malum, ilan... Bunlardır bizde diğerimiz için yargı mekanizması doneleri genelde. Ama hepsi bizdeki yansımalardır. Yansıdığınca...
Kalıbımızca olana kapaklanırız. İdrakımız ile süzgeçleriz. Bizdeki asla o olmaz. Bizdeki bizim fark ettiğimiz kadardır. Bize sığan kadar ya da... Beğeni kriterlerimizin dışa yansımasından ibaret görüntü ve tercihlemelerimizin keyfini de başkaya kiralamışızdır. İyi bizim iyimizdir. Kötümüz kötü... Başkasının kötüsü iyimiz, iyisi kötümüz olabilir. Ayrıca bizim Kötümüzdeki iyiyi, iyimizdeki kötüyü görememe/görsek de köre yatmamızın nedeni, görme algımızın -biz bakışlı- şartlanmışlığı ve bozuk, malzemesinden çalınmış yaşam levazımlarımızdır. Yıkan biz oluruz böylece, tamir eden de... Yükselmesi imkansız olanı zirvelere taşırken, tepelerdekini çukurlara atan da haliyle biz oluruz. Ama bunu kendimize bile itiraf edemeyiz. Çünkü biz, kendimize inandıramayız ki!
Bizdeki bu zayıflığı farkeden uyanıklar, ordan oraya savurup durur bizi, keyfleri için... Sunumlarlar olmadıkları kişi olarak kendilerini. Oldukları kişi olarak sunsalar, göremeyiz ki zuhurunun şiddetinden onu! Bu da cabası işin...
Ve hep rahatsızızdır. Mutsuzluk göbek adımızdır. Ezilmek, kullanılmak, basitlenmek kısır döngümüzdür. İşi bilenlerin maskarası olmak yazgımız olmasa da; oluverir bir anda ellerimizle... Kuklanın ipleri mi, kuklacı mı, kukla mı?
Bize sürtünen her hayat bizi tüketir... Ruh emicilerin sermayesiyiz. Bizi taşıyacak olanı sırtımıza semer yaparız. İki poh poh, üç okşama üç kuruş etmeyeceği gönlümüzün mimarı yapmada yeterli olur çoğunlukla... Ya da bir hır çıksa içimizde, o an bizi sarsacak bir beyan olsa, en kıymetlimizi lağıma atıveririz... Bütün bunlar özgüvensizlik, inançsızlık temelli insan olmayı becerememekten kaynaklanıyor...
İnsanız görüntüde de, bizi insan edenden uzağız. Ona yaklaştıkça uzaklaşıyoruz ve ısrarla insan tarafımızı ihmal ediyoruz.
Kamil insan! Yamuk insan! Ne ki bunlar?
İnsanı kendi gerçeğinden perdeleyen kalın zarlar... İnsan var olduğu an fıtraten insandır. Sonra kaybeder onu insan edeni... Rehber addettiklerimiz kişilerin bizde olmayan sıfatlarının övgücülüğü ile geçen ömür için mi var edilen yaşam? Rehberlik ne ki? Kendini taşıyamadığın an, rehberin taşıyacak seni, değil mi? Bak böyle olunca ne oluyor? İnsan olamayanın dini, fikri, yaşamı olsa ne yazar oluyor!
Başkalara yaşa... Başkalara fikret... Başkalara kul ol... Başkalarının hayranlığı ve nefretinin hesabına çöpe atılan bir ömür... Yaşamımızda daima kurtarıcılar olmalı, öyle mi? Kurtarılacaklar ya da.. Bizi koyun ceplerinde taşımalılar! Kendimizi, gerçekliğimizle yaşamaktan alıkoymaları pahasına... Baksana bana!
Emeklemeyi bilmezken, koşmak isteyenin kudurmuş ihtirası, silleci ve tokmakçıların dikkatini çekmekten başka neye yarar? Tepesine bir sille/tokmak ona yerini hatırlatır. O silleyi atanın da köpeği olur! Salyası ağzında, kuyruğu havada dolandırır durur!
Aşk denilenin aslı faslı işte bu. Saygı ve beğeni... Nefret ve kin de... Tutkunluk... Silleci iyiyse iyi... Ya kötüyse? Ya o biri kendi hophopluğu için posamız kalana kadar bizi emen ise? Derimize soktuğu iğnesinden tatlı bir kaşınma hissi veren enzim salgılayan ve kanımızı içen, soktuğu yeri kabartan sivrisinek gibi... Devin dur, onun işi sende bittikten sonra, kaşıya kaşıya deforme et orayı sonra. Hatırladıkça ’of’la! Şevkle emrine ve korumasına girdiğimiz kurtarıcımız sillecimizdir. O, topuğunu bastığı boğazımızı sadece lazım olduğunda gevşetir.
Kim hangi zamanın sillecisi, kafasına basılmışı, tokmak malzemesi bilinmez; ama her tepeye basanın ensesinde bir silleci her zaman bulunabilir. Ensesi kızarmışın topuğu da bir boğaza dayanmış olabilir...
Yaşamlar neden lezzetsiz? Dayatmaya, yargılamaya ve kurtarılmaya şartlanmışlık, onun bunun kahpesi eder vicdanları.... İstediğini yapamayan ben, yapana neden nefret ya da tersten arzu duyuyorum; anladım sanırım.
Görmek istediğimizce göremediğimizin kırbaççısı, gördüğümüzün şakşakçısı olduğumuz her an bizler neymişiz?
Posalık...
’Kullan at’lık malzeme. İçi de yaramaz, dışı da... Elması bilye yapmış çocuğun yaptığınca... İpek mendil, buruna. Sümkür, at çöpe...
Hükmünün paspasçısı olanı vasıflamak hüküm koyucunun hakkıdır.
Özgürlük kölelerin efendiliği, efendilerin zindanıdır.
Efendilerin Zindanı Özgürlük Yazıtı Mailis Nalars
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.