- 1257 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
KAHRAMAN KAHRAMAN
Kahraman Kahraman
Eskisi gibi arka cebinde ayna taşımadığından dükkan kapısının parlak camına bakarak şapkasının
altında bulunan ve bir teselli ifadesi olan birkaç tel siyah beyaz saçını düzeltiyordu. Kızdığı zamanlarda bazen yılanların sürünürken sss diye çıkardığı bir ses çıkarıyordu.
- Sss, Allah kahretsin. Hiç müşteri de yok bugün, saat on oldu; hala ne gelen var ne giden, demişti kendi kendine söylenen Kahraman Kahraman. Şapkasını bir kez daha çıkarıp camdan kendisini seyredip yüzündeki kırışıklıkları incelerken bir yandan da boy aynasına bakıyor gibi bir elli üçlük boyunu inceliyordu. Kendisini büyük bir kahraman zannediyor, babasının kendisine bu ismi yakıştırmasının altında türlü nedenler bulmaya çalışıyordu. Oysa fazla değil, birkaç santim daha kısa olsaydı ya da askerlik şubesinde o tanıdık memur olmasaydı boyundan dolayı askere bile alınmayacaktı.
Karşıdaki fırın işçilerinin küfürlü konuşmaları gittikçe yükselen bir tonla on bir nolu sokağın sessizliğini bozmaya başlamış. İnce kıl gibi yağan yağmurun tatlı sesine küfürlü tartışmalar karışmıştı. Bir işçi ötekine;
- Nedicin yoorum partisini martisini; ne fark eder, ha ak parti ha kara parti! Daha dün cuma’ya gittimdi ki camiye yardım toplama adı altında imamımız arabasının bu ayki taksidini topluyordu. Öteki işçi;
- Doğru diyisen yorum, imam osurunca… diye bir söz vardır ya!
- İmam da böyle edise nedicik yorum.
Derken fırın sahibi Mahammed, işçilere kızarak;
- Yeriyin ağam yeriyin, herkes işinin başına. Önce karnınızı doyurun da sonra siyaset miyaset yapın. Hem desene sarhoş, ömründe bir kez camiye gittindi mi, şimdi de utanmadan kendini Allah’ a adamış imamın dedikodusunu yapıysen!
Bu konuşmaları dinleyen Kahraman Kahraman, hala on bir nolu sokağın yanından bir aydan beri geçen seçim otobüslerinin hoparlörlerinden bağırarak anlattıkları martavalları duymamasından mıdır; yoksa iş olsun diye midir Mahammed’e bakarak;
-Yoorum Mahammed n’oldu da bugün seçim arabaları yok.
- Birazdan geçerler, meraklanman hiç. Kahraman yorum, partiler odun kömür veriy de şimdi mıhtarlara ne dimeli? Onlar da bu seçimde çikolata, şeker meker veriyler. Göri misen sen şu bizim cüce Abbas’ı, mıhtarlıktan vazgeçeceği yok gavatın.
- Doğru diyisen Mahammed, ver bu millete şekeri… diye bir laf vardır ya.
Bu konuşmaları dükkanın üst katında oturan Kahraman Kahraman’ın karısı Alê duymuştu. Alê, Mahammed’i hiç sevmezdi. Mahammed, Kahraman Kahraman’ın erkekliğine söz söyler, şakaya getirerek de “Alê de erkek gibi avrat yorum” derdi; hatta sağda solda Alê’ye “erkek Alê” lakabını takanın da Mahammed olduğunu tahmin ediyordu. Alê, pencereden başını çıkarıp;
-Kahraman, Kahraman diyorum; duymuyor musun?
Alê’nin sesini duyunca Kahraman’ın dizlerinin bağı çözülürdü; çözülmesin de ne yapsın garibim. Alê’nin sesi o kadar yüksekti ki harlanan fırın ateşi üstüne atılan odun parçalarının çıkardığı çatırtılar, son ses barak havası çift hoparlörlü teyp sesi, işçilerin küfürlü konuşmalarını bile bastırmıştı Alê.
- Kahraman, git dükkanın içine otur; dışarıda ne işin var, Hallerine bakmadan bir de siyaset yapiyler. Sana ne partiden martiden.
Kahraman Kahraman, kahramanlığına bir kez daha bok sürdürmüş gibi kafasını sallayıp tamam Al Al Al Alê, tamam, demiş; dükkana dönüp kapı camının önünde yine hayallere dalmıştı. Aslında Alê çekilecek kadın değildi; ama onu çok seviyordu. Bu yüzden de hayallerinin büyük bir kısmında Alê’yi mutlu etmek yatıyordu. Baktığı kapı camına Alê’nin yıllar önceki güzel, alımlı yüzünü çiziyordu. Alê kendisine her kızdığına bunu yapardı ve böylece Alê’ye karşı kızgınlığını atardı. Bir anda gözleri camdan ayrılıp karşı raftaki süt paketine ilişti. Süt paketinin üstünde gördüğü muhtemelen İsviçre’de bir dağ köyünün çiftliğine ait resim Kahraman Kahraman’ı yıllar öncesine alıp götürmüştü.
-Ahh ah köyümüzde ne güzel yaşardık. Ne diye köyümüzü boşalttık ki o zaman onlara uyup. Kaçıp da bu rezil şehre geldik. Buraların havası el, kokusu el, türküleri el bize… Köyümüze gidip babamızın mezarını bile ziyaret edemiyoruz artık…
Ne günlerdi be, hey gidi günler hey. Bir keresinde hatırlıyor musun oğlum Kahraman diye sordu kendi kendine, o süt paketindeki resme bakarak
Köpeklerle insanların ilişki kurup birlikte hareket ettiklerini o zaman görmüştüm. Bir köpeğimiz vardı; boynu oldukça kalın, pençeleri adeta aslan pençeleri gibiydi, kendine güveni, duruşu, bakışları bile insana heyecan veriyordu.
Yaşım on yedi ya da on sekizdi. O zamanlar yiğit ve gençtim. Köyümüz gençlerinin çoğu günlerini davar otlatarak geçirirlerdi. Benim babamın da on beş yirmi koyunu vardı, ben de onlarla günümü geçirirdim. Günlerden bir gün sürümüze aniden kurt dadandı. Sanki kurt benim sürüyü özellikle seçmiş, etrafta bulunan yüzlerce koyunu geçerek benim koyunların içine girmişti. Kurt adeta kudurmuştu, ağzında salyalar akıyor, gözleri fırlayacak gibi dışarı çıkmış, dişleri birbirine kenetlenmiş halde çıkardığı korkunç seslerle bana doğru gelmeye başladı. Sırtlarında tüfekleriyle beş altı çoban arkadaşım vardı. Tüm çobanlar etrafta durup bu hain kurdun saldırısını seyretmişler, hiçbir müdahalede bulunmamışlardı. Az kalsın canımdan olacaktım; çünkü kurt on üç koyunu boğazlamış, sıra tam bana gelmişti ki ben de Devlet’ten medet umarak; oğlum Devlet, sürü elden gidiyor kurtar bizi dedikçe değil sürüyü kurtarmak beni adeta kurtla karşı karşıya getirmek istiyordu sanki. Ben ondan yardım istedikçe o kaçıp arkama saklanmış, pençeleriyle omuzlarımdan tutup kaçmamı da engellemişti. Allah’ta akıl edip orada bulunan ağaca tırmanıp canımı kurtardım. Etraftaki çobanlar sırf kendi sürülerine zarar gelmesin diye havaya birkaç el ateş etmişler Devletse beni de sürüyü de bırakıp köye kaçmıştı. Bağırtıları duyan ve Devlet’in adeta haber verir gibi köye doğru koşuşunu gören babam ve köylüler çıktığım ağacın yanına doğru koşmuş, ağacın altında toplanmışlardı. Çobanlar, köylüler; hatta babam ve Devlet sanki ağacın altında benimle maytap geçiyorlardı. Çobanlar bana gülüyor, Devlet de onlara eşlik edip kuyruğunu sallıyordu. Sürümüzün koyunları iniltiler, bağrışmalar içinde yaralı bir halde yerde yatıyorlardı. Ortalık kan gölüydü. Bu yetmezmiş gibi babam birden hiddetlendi, kafasını ağaca kaldırıp;
- Ulan hayvan oğlu hayvan, sen sürüyü mahvetmişsin; ben de seni bir bok sandımdı,
n’oldu söyle?
- Nnnn’olacak, kurt koyunlara saldırdı, arkadaşlarım da beni o hain kurtla baş başa bıraktılar. Aha şu Devlet var ya şu Devlet, şu kesik kulaklı da çobanlarla birlik olup beni kurtla baş başa bırakıp kaçtı. Hatta omzumdan tutup beni kendisine siper etti, canımı zor kurtarırdım ağaç da olmasaydı.
Bütün köylü babam da dahil kafalarını aynı anda çevirip bir gülen çobanlara bir Devlet’e baktılar. Çobanlardan biri babama; biz Kahraman Kahraman’ın ne kadar cesaretli, yiğit olduğunu görmek istedik; ama Kahraman Kahraman’da da Devlet’te de hiçbir bok yokmuş. Devlet keyfinden kuyruk sallıyordu hala. Babam, in aşağı ulan, çabuk in, rezil, soyumuzu da rezil ettin! Adını da Kahraman koyduk ki… Rezil herif…
Bense hala ağacın üzerinde bir dala tutunmuş;
- Baba, niye öyle diyorsun; çobanlarla aha şu kuyruğunu sallayan şu lanet olmasaydı…
- Sus, ulan sus diyorum! Rahmetli dedenin yıllar önce kurtla nasıl boğuşup koca kurdu boğduğunu bütün köy bilir. Dedenin arkasında Devlet mi vardı? Korkaklığının sebebi sen değilmişsin gibi şimdi de Devlet’i suçluyorsun. Senden bir bok olmaz, sürüyü mahvetmişsin vah vah vah, keşke kurt seni yeseydi de kurtulsaydım senden. Dünya âleme rezil ettin beni. Vah vah vah, sürüyü de telef etmişsin.
Sürü dediğin altı üstü yirmi koyun, hem sürüyü ben niye mahvetmişim ki. Aha şu çobanlarla şu Devlet beni kurtla karşı karşıya koymasalardı…
- Sus ulan sus! Hala Devlet diyor, gerizekalı; alma Devlet’in adını bir daha ağzına. Kahraman’mış, ne Kahraman… Rezil, sırtında o tüfeği ne diye gezdiriyorsun, bir el ateş etseydin ya kaçıp ağaca tırmanacağına.
Kahraman Kahraman birden sırtında bir tüfek olduğunun farkına varmış, aman Allah’ım bu tüfeği nasıl da unutmuşum diyerek ağaçtan aşağı inmişti.
Kahraman Kahraman hayallere yeniden daldığını içeriye giren müşteriyle fark etti. Müşteri karşı evde oturan öğretmendi, yine borç alacaktı. İki ekmek, bir sigara, beş yumurta… Gıcık öğretmen, sanki yüzüme bakıp Kahraman Amca dediğinde bana küfrediyor gibi. Bir de şunları deftere yaz demez mi? Allah kahretsin, Alê gelene kadar bu borç alınan şeyleri aklımda tutmak zorundayım. Okuma yazma bilmeme nedenim de bu öğretmenler… Borçlu öğretmen alacağını alıp gitmiş, Kahraman Kahraman da kapı camına bakarak yeni hayallere dalmıştı. Ne zaman bir öğretmen görse ilkokuldaki günlerini hatırlar, bu yüzden de tüm öğretmenlerden nefret ederdi. Kahraman sinirlenince bazen kekeme bazen de yılan sesi gibi ssss diye bir ses çıkarırdı çocukluğundan beri.
Sss o ilkokuldaki öğretmen Hakkı Hoca var ya, işte o deyyusun yüzünden okuyamadım, okusaydın ben de kesin bir memur olurdum. Her sabah sınıfa geldiğinde alay eder gibi yoklama yapar, benim ismime sıra geldiğinde buradayım cevabımı duymamazlıktan gelir, susun çocuklar, Kahraman Kahraman burada mı, der kasıtlı olarak ismimi iki üç kez tekrar ederdi. Sınıftaki çocuklar da hep birlikte ismimden dolayı benimle alay eder, onlara koskoca öğretmen de utanmadan katılırdı. Sırf bu yüzden okulu bıraktım. Köyde üç beş koyunun arkasında süründüm, ta ki askere gidene kadar.
Bu sırada Alê’nin üst kattaki bağırtısıyla kendine geldi.
- Kahraman Kahraman, iki ekmek al da sepete koy; dükkandan da ayrılma, kahvaltı yapıp geliyorum. Sonra sen de çıkar bir şeyle zıkkımlanırsın!
Kahraman Kahraman ekmeği alıp sepete koydu, Alê sepeti yukarı çekerken, o öğretmen ne aldıysa aklında tut ben gelen kadar, gelem de yazam; kesin yine borca alışveriş yapmıştır o.
Kahraman yine tuhaf yılan sesleri çıkararak ssss tamam tamam Alê demiş, tekrar dükkana dönmüştü.
Yüzünü cama dayamış tekrar yarıda bıraktığı hayallerine dalmış, bir anda askerlik günlerine gitmişti. Askere alınması da tam bir curcunaydı. İlçe askerlik şubesinin önü ana baba günüydü. O gün üç gün boyunca şubenin önünde etrafı duvarla çevrili boş bir alanda askerlik çağı gelen yüzlerce genç soyunup muayene sırasına girmişlerdi. Boyları ölçülmüş, kiloları tartılmış, onun dışında gözle görülür bir sakatlığı olmayanlar askere alınmıştı. Kahraman Kahraman da o kalabalık içinde muayene sırasını bekliyordu.
Kahraman Kahraman boyundaki kısalıktan ötürü askere alınmamaktan korkuyordu, kendi kendini boyunun kısa olmadığına ikna etmeye çalışıyordu. Hem şubede tanıdık bir memur da vardı, boy ölçme işine de o bakıyordu. Bir süre sonra Kahraman Kahraman’a sıra gelmiş, memur boyla ilgili işlemini birkaç santim ayarlayarak halletmişti. Kilosu da sınırlardaydı ; ama o gün Kahraman Kahraman hiç tuvalete çıkmamış, lokantada üç porsiyon kebapla iki litre su içerek yine de kilo işini garantiye almak istemişti. Bu nedenle kilodan yana kendine güveniyordu.
Günü gelip askere gidince kışlada aksilikler birbirini kovalamıştı. Önce kendisine göre elbise bulunamamış, en küçük boy elbise bile kendisine çuval gibi gelmiş, daha sonra postallar sorun olmuş, o işi de bir hemşehrisi aracılığıyla halletmişti. En küçük numara postalın altına üç tabanlık koyarak postalı ayağına uydurabilmişlerdi.
- Askerlikte de şansım hiç iyi gitmedi. İkide bir bölük astsubayı beni çağırıp sen çok güzel tekmil veriyorsun, bir tekmil ver bakayım. Ben de yüksek sesle bağırarak;
- Kahraman Kahraman, Kahramanmaraş, emret komutanım, diyordum.
Bu tekmil işini bazen bölükte bulunan iki yüz askerin gözü önünde yaptırıyordu. Derken tekmil vermelerin ünü bölük komutanına, tabur komutanına; hatta alaydaki yüksek rütbeli komutanlara kadar ulaştı. Kışlada yürürken hiç tanımadığım bir komutan bile gel bakalım asker, sen kimsin der; ben de mecburen:
- Kahraman Kahraman, Kahramanmaraş, emret komutanım, der tekmil verirdim. Bu durmu gören komutanlar, askerler bazen alt devre askerler bile gülüp dalga geçerlerdi benimle. Zaten bana adamakıllı yerlerde nöbet de tutturmadılar. Ya postal nöbetine gönderildim ya da kimse tuvalete sıçmasın diye tuvalet nöbetine gönderildim. Kendilerince sözde boyumu bahane edip tüfek de vermezlerdi. Neyse, iyi ki cephanelik nöbeti falan vermediler. Askerlikteki nöbet sürüyü kurttan korumaya benzemez. Bir şey olsa suçu üzerine atacağın kimsede yok. Allah göstermesin bir saldırı olsa kaçıp bir ağaca tırmansan vatana ihanetten ilmiği boynu verirler vallahi.
Kahraman Kahraman askerliğin yan gelip yatılan bir yer olmadığını anlamıştı. Kahraman Kahraman’ın dükkan camına çizerek kurduğu hayallerini Alê hep yarıda bırakıyordu. Alê kapıdan belirince yine öyle olmuştu;
- Kahraman, Allah belanı versin! Bir iş yaptığın yok, beceriksiz. Zamanında seni ne diye aldım ki, mıymıntı herif. Söyle hele o öğretmen ne aldı yazayım deftere, okuma yazma bilmiyorsun da bari alınan şeyleri aklında tutmayı becer!
- Al Al Al Alê tamam tamam. O gıcık öğretmen iki ekmek, bir sigara, bir de beş yumurta mı ne almıştı.
- Sus konuşma! O en iyi müşterimiz, her ayın on beşinde burada değil mi; ne konuşuyorsun sen. Söyle başka ne sattın? Beceriksiz, çık dışarı kapının önünü süpür şimdi de!
Kahraman Kahraman’ın karısı devlet gibi kadındı. Dediğim dedik, çaldığım düdük misali… Kahraman Kahraman’sa bu süpürme işini pek sevmezdi. Karşı evlerdeki kadınlar, kocalarını çağırıp onlara Kahraman Kahraman’ı gösterirlerdi. Kocaları da karılarına dönüp, yoorum o da erkek mi be, demeleri Kahraman Kahraman’ı çıldırtıyordu. Eline her süpürge aldığında karşıda oturan öğretmen Kahraman’la sırf dalga geçmek için alışveriş numarasıyla dükkana geliyor, üzerinde etiketleri yazılı herhangi bir şeyi gösterip yok bu ne kadar şu kaç para gibi sorular soruyordu. Alê de iltifatlarda bulunup, buyurun hocem buyurun hocem; o şu kadar bu bu kadar, diyordu. Gıcık öğretmense bir gözüyle eşya fiyatlarına bakıyor, diğer gözüyle de Kahraman Kahraman’ın süpürge tutuşuna bakıp, kolay gelsin Kahraman Amca, diyerek Alê’yi kışkırtıyordu. Alê de tüm sokağın duyacağı şekilde;
- Kökü kurusun onların, dedesinde de bir halt yoktu. Maraş’ta ölen birkaç düşman askerini sözde bunun dedesi öldürmüş de bu yüzden Kahraman soyadını vermişler bunlara; oysa hepsi yalan. Peki bu ne yapmış da soyadı yetmezmiş gibi bir de adını Kahraman koymuşlar. Aha göriysen hocem, bu ancak elinde süpürge sokak temizler ancak kadın gibi.
Öğretmen de Kahraman Kahraman’a dönüp, adının içine ettin Kahraman Emmi, der demez kızılca bir kıyamet koptu. Dükkan önünde duran iki metrelik demir parçasını alan Kahraman Kahraman önce dükkanın içine dalıp rafları yerlere döktü, sonra Alê’nin kafasına vurmaya başladı. Kahraman Kahraman öyle vuruyordu ki ne öğretmen ne komşular araya girmeye cesaret edemediler. Hayattan intikamını alıyor gibi vuruyordu, Alê’ye vurdukça hayatı kendisine aşılmaz bir dağ yapanlardan intikam alıyordu sanki. Al Al Al diyerek demiri Alê’nin kafasına vurması bir intikam hırsı mıydı; yoksa korktuğu zamanlarda Alê’nin adını söylemeden önce tutuk vermesi miydi kimse anlamamıştı. On bi rnolu sokakta kalabalık gittikçe artmış, herkes Kahramanmaraşlı Kahraman Kahraman’ın son kahramanlığını izliyordu.
Kahraman Kahraman her gün saçını düzelttiği, yüzündeki kırışıklıkların izini sürerek yaşadıklarını bulduğu, bazen de yılların aşağılanmışlıklarını çizdiği dükkan camını şimdi de intikamın kırmızısına boyuyordu.
Mazlum Çetinkaya