KIRK HADİS
"Kırk Hadis” Kitabı Üzerinden İsmet Özel’le Bir Hasbihal
“Kendi kadrini/konumunu bilen hiç kimse helak olmadı, olmaz” der, seleften birçok kimse. İsmet Özel, “Kırk Hadis” adlı eserinde, Müslüman’ın kendi kadrini, konumunu, değerini, bu dünyada nasıl bir yer işgal ettiğini bilmesi; şahsiyetinin tekâmülü yolunda “istikamet azığını” mükemmelden uzaklaşma korkusu ile mükemmele ulaşma ümidi arasında ve bir kulluk idraki içinde temin etmesi gerektiği; bir gün mutlaka hesap vereceğini birinci meselesi yapmayan insanın ziyanda; Müslümanın hayatının gayrimüslim insanların hayatından farklı ve üstün olduğu gibi meselelerin altını kalın bir şekilde çiziyor. Ahlakın engin boyutlarını da gözler önüne serdiği bu kitabında, bizlere “niçin bu halde olduğumuz”u hatırlatıyor ve “nerede ve nasıl olmamız gerektiğini” işaret ediyor.
Yine bizlere “hadisleri gölgeye çekme yahut daha sisli bir alana sevk etme” çabasının altında, İslam dünyasını İslam dışı bir merkezden idare etmeye çalışanların ve bu kimselerden nemalanıp aynı doğrultuda mesai sarf edenlerin tuzaklarının yattığını ihtar ediyor. Bunun önüne de, ancak hadisleri canlı tuttuğumuz ve bunları yaşanılır kıldığımız oranda geçebileceğimizi belirtiyor. Türkiye’de ve sair yerlerde Sünnet karşısında itirazî bir tavır takınan Modernistlerin bu tavrının altında kendilerini daha çok söz sahibi kılma endişesi yattığı; ayrıca modern insanın “çare” diye sunduğu şeyin bizzat “hastalık” olduğunu da nazarımıza vuran İsmet Özel pek güzel bir ifadeyle, “Allah Resulü’nün bize öğrettiği şey, hayatımızın hâlis olarak yaşanabilmesi için, bize sağlanan bir yardımdır” diyor.
Söyledikleri ve yazdıklarıyla hep yankı uyandıran İsmet Özel’in, “Kırk Hadis” kitabı hak ettiği ilgiyi bulamadı, bir başka ifadeyle de arzu edilir bir yankı uyandırmadı, dersek abartıya kaçmış olmayız herhalde. Bu durum ister istemez bizleri “acaba niçin?” diye sormaya götürüyor. Acabaların mahiyeti ve cevapları her ne olursa olsun “Kırk Hadis” kitabının bizlere söylediği çok şey var. Sınırları itinayla korumaya çalışan İsmet Özel’in, “Kırk Hadis” kitabında da sınırları olabildiğince korumaya çalıştığını söyleyebiliriz. “Yaratılmış biri olarak hiçbir şeyin hakkını verdiğimden emin değilim” diyen bir insanın “gayretiyle” karşı karşıyayız ve eksiklikleri de yaratılmışlığı ölçüsünde.
Faniliğinin her yanından sayha sayha yayıldığı şu dünyada gerçekten de hüner, “haşyet”i de ilim bilmek ve bu hayatı “ihlâs ve istikamet” üzere yaşayıp, yaşatmaya vesile olmaktır; yoksa kıt akıllarımızı, vicdanı kıt bir zümrenin korosuna ilhak edip Sünnet aleyhtarlığına çevirmek değildir, diyoruz ve sizleri hasbihalimizle baş başa bırakıyoruz.
Muhammed Aydemir: “Kırk Hadis” kitabınızı dikkatle okumuş biri olarak, yine de bir giriş olması açısından şu soruyu sorma ihtiyacı hissediyorum. Acaba, İsmet Özel’e “sünnet” veya “hadis” denildiği zaman bu, İsmet Özel’de nasıl bir çağrışım yapıyor yahut Sünnet’in İsmet Özel için yeri ve önemi nedir?
İsmet Özel: Acaba böyle bir soru sorulabilir mi diye düşünüyorum ben? Şu manada; yani dünyada bir insan var mıdır ki “Kur’ân ve Sünnet” demeden Sünnet’ten bahsetsin. Dünyada bir insan Sünnet’ten bahsettiği zaman, mücerret olarak Sünnet, diye bir şeyden nasıl bahseder!
Şimdi, işin aslını herkes biliyor, ama bu kâinatın yaratıldığı zamandan beri iman-inkâr arasındaki fark, iman-küfür arasındaki zıtlaşma dolayısıyla yaşanan bir hadiseler bütünü var. Bu bütünün bir parçası, hem de huzursuzlukla zikredeceğimiz bir parçası bizi Sünnet’ten bahsetmeye mecbur bırakıyor.
Kur’ân ve Sünnet dediğimiz zaman, zeytinyağı ve sirke gibi bir şeyden bahsetmiyoruz. Niye bu örneği verdim. Çünkü insanlar, yukarıda Kur’ân, aşağıda Sünnet gibi bir mantıkla kafalarını meşgul ederler. Bir şişeye zeytinyağını ve sirkeyi koyarsanız, yukarıda zeytinyağı aşağıda sirke durur, değil mi? Böyle değildir, yani Kur’ân ve Sünnet sözkonusu edildiği zaman böyle bir tahayyül yanlıştır.
Biz, Kur’ân ve Sünnet dediğimiz zaman bir bütünden bahsederiz; bir bütünü işaret ederiz, ama bu bütünün nelerden müteşekkil olduğu hakkında da bir fikrimiz vardır. O bakımdan, biraz önce müracaat ettiğimiz benzetmenin bir yanını büyütelim isterseniz. Şöyle ki; İslam dediğimiz şey aslında sirke ile zeytinyağı arasındaki münasebete değil, bizzat sirkenin kendisine benzer. Yani su ve sirke birbirinden nasıl tefrik edilecek? Önümüzde bir sirke var. Teşbihte hata olmamak üzere, sanki İslam’a bir yakıştırma cüreti gösterip, bir yol açtığımızı düşünelim: Su ile sirke arasındaki münasebet, Kur’ân’la Sünnet arasındaki münasebete benzer. İslam bütünüyle bir sirkeyse eğer, bunun su olan kısmı Kur’ân’dır, sirke olan kısmı da Sünnet’tir. Eğer sirkeden suyu çıkarırsanız, sirke diye bir şeyden bahsedemezsiniz. Yani susuz bir sirke yoktur, ama sirke sudan ibaret de değildir. Dolayısıyla susuz nasıl sirke olmazsa, Kur’ân’sız da Sünnet olmaz. “Kardeşim, Sünnet’ten bahsediyorum ben!” denilemez, böyle bir şey yok, Kur’ân varsa Sünnet vardır.
İslam modernistleri bilhassa, Müslümanların kâfir köpeği olmalarını temin gayesiyle, Kur’ân ve Sünnet arasında bir “hat” icat ettiler. Böyle bir hat yok! Hz. Âişe validemiz ne dedi: “O’nun ahlakı Kur’ân idi” yani O yürüyen bir Kur’ân’dı. Ama yine gâvurlar bize, sanki Kur’ân’la İslam arasında bir hâkimiyet ilişkisi teşekkül edebilirmiş gibi (bir şey sunmaya çalıştılar.) Tarih içinde Mutezile de “Kur’ân mahlûktur” diye, bizi bir türlü içinden çıkamayacağımız bir yere sevk etmek istemişti.
Bizim, dünyada insanların sırat-ı müstakim üzere olmalarının başka bir ihtimali olmadığını öğrendiğimiz kaynağın tahribi, bizi Sünnet’ten bağımsız bir şekilde konuşmaya mecbur ediyor. Bir kaynağı tahrib etmeye çalıştılar, edebildiler mi edemediler mi, bilemiyorum, ama bugün iç açıcı bir durumda değiliz.
İnsanlar, imanın neye taalluk ettiği konusunda ciddi zihnî karışıklığa sahipler. Yahudilerin ve Hıristiyanların dinî telakkileri, sanki İslamınkine paralelmiş anlayışıyla hareket ediyor insanlar ve bu yüzden de imanın neye kuvvet temin ettiği konusunda aciz kalıyoruz. Yani biz, şu anda yaptığımız konuşmanın bize Allah’ın bir lütfu olduğunu düşünmeksizin hareket ediyoruz. Bize putların ya da Allah’tan başka ilahmış gibi varsayılan nesnelerin durumu hakkında Kur’ân’la haber verilen şey şudur: “Allah’tan başka yalvardıklarınız ise hiç bir şey yaratamazlar, hâlbuki kendileri yaratılıp durmaktadırlar.” (Nahl, 20) Bizim aldığımız her nefesin, Yaradanın bize aldırdığı nefes olduğunu paranteze alarak hiçbir şey yapamayız. “Onu biliyoruz zaten” deyip de bir şey yapamayız. Çünkü her yaptığımız şey anında değerlendiriliyor.
Şimdi Sünnet’i Kur’ân’dan ayırarak değerlendirdiğimiz zaman elimiz kolumuz tamamen bağlı kalır. Çünkü biz Sünnet vasıtasıyla, Müslüman olarak dünyadaki yerimiz konusunda şuur sahibi olabiliyoruz. Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’i biz bu günlere gelmeyelim diye indirdi. Yani Kur’ân’ın nazil olduğu zaman ve şartlar ve de coğrafya öyle tesadüfen oluşmuş bir şey değil. Şimdi, bizim bugüne geleceğimizi Allah bilmiyor muydu? Tabi ki biliyordu. Ama O’nun rahmeti gazabını aştığı için bize rahmet etti, Kur’ân nazil oldu. Yani biz Kur’ân’a sadık kalmayı başarabilseydik, bugünlere gelmeyecektik. Ama şöyle oldu, böyle oldu, her neyse. Allah bunu biliyordu ve Resûlü’ne de bildirmişti. Çünkü O: “Ben ikindi vakti geldim”, “Ben ahlakı tamamlamak üzere gönderildim” diyor, değil mi? Biz Sünnet’te “mükemmel” bir ahlak görüyoruz, yani tamamlanmış, tekâmül etmiş bir ahlak. Ama biz Kur’ân’a ittiba ettiğimiz ölçüde o ahlakın mükemmelliğinden haberdar olabiliriz. Yani, o orda, bu burda, zeytinyağı yukarıda sirke aşağıda olduğu zaman bu anlaşılmaz.
Madem mü’minin bir feraseti vardır, bizim ilk işimiz böyle bir ayrımın olmadığını anlamak olmalıdır. Bizim ilk işimiz kâfirlerin bize yutturduğunun, yuttuğumuz bir şey olduğunu bilmek, ikinci işimiz de bunu kusmaktır. Çünkü kusmadığın zaman sindirirsin ve artık iş işten geçmiş olur.
Muhammed Aydemir: Sindirme-kusma faslından hareketle şöyle bir soru soracak olsam: Modern zamanlarda hadis sahasında, daha doğrusu genel olarak "dinî ilimler" alanında sarf-ı mesai edenlerin kahir ekseriyeti, mevcudu yanlışlama, yıpratma ya da en azından "ayıklama" güdüsüyle hareket etti. Çok az bir kısmı da mevcudun modern değerlerle çatışmadığını ispatlamak için çaba sarf etti. İsmet Özel’in “Kırk Hadis”te yaptığı ise, bütün bu çalışmalar karşısında "yapısal" bir farklılık gösteriyor. Bu farklılığın, alanın temelini, yapısını anlamaya ve izaha dönük, "tahkim edici" duruştan kaynaklandığını söyleyebiliriz. Üstelik siz bunu, temele inerek, zihniyet seviyesinde yapıyorsunuz. Çalışmaları bu alanlar dışında temerküz etmiş birisinin, bu performansı nasıl izah edilebilir?
İsmet Özel: Hadis sözkonusu olduğunda iki şeyi birlikte görmek zarureti vardır. Bir; bu hadisler bize nasıl ulaştı? İki; bu hadisler bize niçin ulaştı? Hadislerin bizzat varlığını, nasıllığını bulmamız lazım. Yani insanlar, bir şeyin kaybolmasına mani olmak üzere bize bunları ulaştırdılar. Kaybolması istenmeyen bir şey vardı, bir kere bu önemli. Bu aynı zamanda hadislerin tertibi, tasnifi konusunda da Müslüman aklın, Müslüman zihnî çabanın neye taalluk ettiğine de işaret ediyor. İnsanlar bunları, tertip ettiler, tasnif ettiler, tahlil ettiler. Burada öncelikle “Müslüman neyle meşgul olur?” sorusunun cevabı var. İşte sahih hadis, zayıf hadis… dünya kadar derecelendirme var. Her birinin de özel bir izahı var. Şimdi bu bir! Demek ki bizim, hadislerle ilgilendiğimiz zaman, öğrenmek zorunda olduğumuz bir zihnî saha var. Benim öyle üzerinde durduğum, kendim mesafe katettiğim bir şey değil bu. Ama bu olmadan, olmadığını biliyoruz.
İkincisi de niçin bu hadislerin bize ulaştığı meselesidir. Bu da bizim helal-haram konusundaki hassasiyetimizin derecesini belirler. Mesela insanlar, hoşlarına gitmediği zaman “senedini söyle” falan filan diyorlar. Bu aslında, onun senedinin sağlam olup olmamasından çok, bizim helal-haram karşısındaki hassasiyetimizle alakalı bir şey. Çünkü -biliyorsunuz- bazı mutasavvıflar eğer bir konuda tereddüt varsa, tereddüde yol açan hususları bertaraf ederler. Yani öyle de yapmazlar, böyle de yapmazlar.
Burada işte bizim, küfürle el sıkışmaya hevesli olup olmadığımız hadislerle çok alakalı. Hadisler konusundaki “niçin” kısmı, bizim şahsen, insan olarak, Müslüman olarak kendimizi ne kadar iman bölgesinde güvende hissettiğimiz; ne kadar, küfürle selamlaşmaktan zevk aldığımız meselesini açığa çıkarır.
Çoğu zaman insanlar şu cümleyi sarf ederler: “O devirler geçti.” Hangi devirler geçmiş! Yani çocuklara “ne zamandan beri Müslümansın?” sorusunun cevabı olarak “kâlû belâdan beri” demiyorlar mı? Yani ne kadar zaman geçmiş olabilir, hangi devirden bahsediyoruz, kâlû belâ ne kadar eski?
“İsmet Özel için Sünnet’in manası nedir?” (tebessüm ediyor).
Şimdi, Allah bana ihtida nasip ettiği günden bugüne kadar, hatta o hadisten haberdar olmaksızın, nedir o hadis: “Gelecekteki kardeşlerimi özlüyorum.” Daha bu hadisten haberdar olmadan önce ben, bir karabetin tesis edilmediği yerde İslamî bir tavrın gösterilemeyeceği görüşüyle yaşadım. Yani, Allah Resûlü’nün memnun olacağı şeyleri yakalamam zor olabilir, ama memnun olmayacağı şeyleri fark etmek o kadar zor değil. Benim Sünnet’le alakam bu. “Resûl-i Ekrem, ne-ler-den memnun olurdu?” Onu ben çok kolay yakalayamayabilirim. Ama neden memnun olmazdı, onu yakalamam o kadar zor değil. Anlatabiliyor muyum? İşte, Sünnet’e yan çizenler, yani Resûlullah’ın memnun olmayacağı şeyleri görmezlikten gelip bunları kendilerine yakıştıran insanlar Sünnet’le kötü ilişki kuruyorlar.
Fatih Kaya: Bugünlerde Sünnet’e karşı olan tavrın altında yatan sebep, kitabınızda ifade ettiğiniz “yaşanılan hayat ile nakledilen hadis” arasındaki sıkıntı mıdır? Yani, meselâ bir kısım insanlar “Sünnet’in sübûtu”, bize nasıl geldiği hakkında tereddütler izhar ediyorlar. Bir kısmı “Kur’ân varken Sünnet’e ne gerek var, Sünnet’e neden ihtiyaç duyalım ki…” diyorlar. Bir kısmı ise Kur’ân ve Sünnet nasslarını anlama noktasında şimdiye kadar Müslümanların benimsediği yolun, usulün sağlıklı olmadığını söyleyip yeni bir usul teklif ediyorlar. Ama burada, söylenen şeyler ne kadar farklı olursa olsun, ortak olarak söylenen veya ortaya konulan tavır Sünnet karşıtlığı… Bu tepkinin altında yatan sizce nedir?
İsmet Özel: Şimdi kardeşim, benden iyi bileniniz vardır, Resûl-i Ekrem’in Ebû Zer’e: “Bu şehirde evler iki katlı olduğu zaman sen burada yaşama” dediği rivayet edilir, değil mi? Şimdi adam kule ihalesine girmiş, bu adamın Sünnet’le falan… olacak şey değil, anlatabiliyor muyum? Yani hiç yakınına gelmemesi lazım, bu adam bunun için her türlü taklayı atar.
Ama bize Müslüman görünüp kazık atan insanların en büyük kazığı şudur. Örneğin diyorlar ki “İnsan Kur’ân için inmedi, Kur’ân insan için indi.” Tüylerim diken diken oldu bunu duyduğum zaman. Bundan daha büyük inhiraf olmaz. Pekâla bunun aksini iddia etmek mümkündür. Hayır, Kur’ân insanlar için inmedi, insan Kur’ân için indi, denilebilir. Şimdi biz Resûlullah’tan bahsederken “âlemlere rahmet” diyoruz, değil mi? Yani bu, bütün insanlık için cennete girme ihtimalinin son fırsatı… Eğer Kur’ân inmeseydi, biz de Allah’ın gazabına ve sapıklığa uğramış olanlar seviyesinde olacaktık. Bunun öyle eğilip bükülür bir tarafı yok. Şimdi biz, niye Kur’ân nazil olmadan önceki zamana "devr-i cahiliye" diyoruz? Yani bunun anlaşılır bir tarafı yok mu? Biz, neden İslam’ın ortaya koyduğu tarifleri hiç vuku bulmamış gibi hareket ediyoruz? Ben bu kitabın son sözünde dedim, kaynağını ve metnini bulamadığım için yer veremediğim ama yer vermeyi çok istediğim bir rivayet vardı: “İnsanların kaybedecekleri ilk ilim haşyettir.” Allah korkusunun ilim olduğunu bilmeyen insanların Müslüman olmaları mümkündür, ama Mümin olmaları mümkün değildir. Biz Ehl-i Kıbleyi tekfir etmediğimiz için onlara Müslüman deriz. Ama Allah korkusundan habersiz bir insanın iman etmiş olmasına, ilim sahibi olmasına imkân yoktur. “Kardeşim, ooo neler biliyor!” Neler bilirse bilsin! Biz ne diyoruz? Cahiliye devri… Onlar angutlar mıydı? Değillerdi, neler biliyorlardı neler! Ama biz cahiliye diyoruz. Bu anlamda ilimden nasipleri yoktu.
Fatih Kaya: Bu manada, ilimle ilgili olarak kaynaklarımızda çok şey var. Örneğin İmam Malik, ilmin, Allah’ın insanların gönüllerine ilkâ ettiği bir nur olduğunu söyler.
İsmet Özel: Bunu Kur’ân-ı Kerim’den de öğrenmemiz çok kolay. Hilkat süreci içinde diyelim, İblis diyor ki: “Ben senin salih kullarının önüne çıkacağım.” Allah da ona diyor ki: “Sen kıyamete kadar mühlet verilmişlerdensin.” Demek ki bizim bilgi konusunda yapacağımız tefrik, onun Allah’tan gelip gelmediğini anlamakla mümkün olacak. Eğer Allah’tan gelmiyorsa, önümüze çıkan şeytandır. Yani bildiklerimizin kaynağı Allah değilse, kıyamete kadar mühlet verilmiş olan şeytanın müdahalesinden müteessir oluyoruz demektir. Ona bilgi bile demiyorum ben, ama insanlar onu bilgi sanıyorlar. Bilgi doğrudan doğruya Allah’ın verdiğidir. Allah Teâlâ eğer: “Biz arıya vahyettik” diyorsa, insanların, eşref-i mahlûkat olan kişilerin hakikati tefrik etme konusundaki dualarına bigâne mi kalacak? Mümkün değil! Ama “ben bunu anladım abi, meseleyi çözdüm” diyen adam, aslında karşısına şeytanın çıktığını fark etmeyen zavallı birisidir. Ben meseleyi çözdüm, diyor. Ya nerden çözüyorsun sen!
Onun için Sünnet bu işe yarar. (tebessüm ediyor)
Talha Hakan Alp: Bilgi kaynağı bu manada, vahiy olarak Hz. Peygamber’e iniyor, Hz. Peygamber’in diliyle de bize ulaşıyor.
İsmet Özel: Hz. Peygamber’den geçmiyorsa eğer, bil ki sana zarar verecek bir yerden geliyordur.
Talha Hakan Alp: Peki, genelde eski felsefeyi, Yunan felsefesini vs. bizim bazı kitaplarda da olduğu gibi Peygamberlere bağlama gayreti vardır. Mesela bazı antik çağ filozoflarının Mısır’da, Ben-i İsrail peygamberlerinin talebeleri elinde yetiştiği söylenir. O hikmetin de bir şekilde Peygamberlik kandiliyle irtibatlandırılması çabası vardır. Acaba bu çaba, konuştuğumuz mevzu ile alakalı bir şey mi?
İsmet Özel: Şimdi bir kere burada ulaşamayacağımız bir alan var. Okuduğum İngilizce bir kitapta, Platon’un, Kur’ân-ı Kerimde zikredilmeyen Yeremya Peygamberin talebesi olduğu yazılıydı. Mısır’a gittiğinde onunla görüşmüş. Doğrudur, yanlıştır onu bilmem. Ama şunu biliyorum. Neyi biliyorum? Kızılderili kutsal metinlerinde tufandan bahsedilir. Şimdi bunlar oraya Bering boğazından mı geçtiler, yoksa kuzeyde kutuplar o zaman sıcaktı, orda insanlar aşağı mı indiler, yoksa Atlas okyanusunun olduğu yerde Atlantis kıtası gerçekten var mıydı? Bunları bizim bilmemiz mümkün değil. Ama bildiğimiz bir şey var, Kur’ân’dan öğrendiğimiz. O da İslam, Âdem aleyhisselam’dan beri devam ediyor. Onun için bakın, bizim Daru’l-İslam kılarak vatanlaştırdığımız topraklar, Âdem aleyhisselam’dan beri gelen İslam’ın izlerini üzerinde barındıran topraklardı. O yüzden tebliğe muhatap oldukları zaman tanıdık bir şeyle karşılaştılar. Anlatabiliyor muyum?
Ama neydiii, ne olduuu…? O Hititologların bildikleri, bilinmesi gerekenin ne kadarı? Şimdi Kızılderili metinlerinde tufan geçiyorsa, Nuh’un gemisi Cudî dağında mı, Ağrı dağında mı? Komik geliyor değil mi? Bizim, kendi çapımıza göre böyle bir hikâyeyle uğraşmak hoşumuza gidiyor. Nereden bileceğiz, ne olmuş, ne bitmiş? Bilmemiz mümkün değil! Biz şimdi şu anda, miladî 2008 yılında, şu anda olan şeylerin ne kadarını biliyoruz. Bize deseler ki şahit olduğun şeyleri yaz. Yazarız da, yeryüzünde bizim yazdıklarımızdan ne kadar faydalanılır?
Muhammed Aydemir: İsmet Özel’in –özellikle Kırk Hadis kitabında– yazmış oldukları okunduğunda, ümmet âlimlerinin, Sünnet’le ilgili korumuş oldukları sınırlar ve gösterdikleri hassasiyet açıkça görülüyor. Örneğin âlimlerimizin “es-Sünnetü kâdıyetun ale’l-Kitâb…” diye ifade edilen ve “Sünnet Kur’ân’a hâkimdir, yani onun hükümlerini belirginleştirir, somutlaştırır” anlamıyla varlığına bulan duruşlarını İsmet Özel’de görebiliyoruz. Özellikle de kelime-i şahadetle ilgili açıklamalarda. Sizi dehşete düşürdüğünü söylediğiniz o sözün sahipleri ve benzerlerinin temel açmazı bence, sizin de atıfta bulunduğunuz “haşyeti” yitirmiş olmak. Metot olarak kimi takip ettikleri ise belli… Gâvur olanların ne yapmaya çalıştığı da malum. Yitirilen bu vasıfla ilgili bir şeyler söyleyecek olursanız, neler söyleyebilirsiniz?
İsmet Özel: Biz Müslümanız elhamdulillah ve İhlas sûresi bizim için çok mühim, değil mi? Kısa bir sûredir, ama çok önemlidir. Halk arasında da “üç kulhuvellah bir elham” derler. İhlas… yani insanlar Müslüman olmaları sebebiyle bir ferahlık, bir yükseliş yaşıyorlar mı yaşamıyorlar mı? Yoksa nerdeyse masanın altına girecek gibi mi hissediyorlar kendilerini? Sünnet’e bakış bununla alakalı bir şey. Adam “kim oluyor, gâvur bu bir kere!” demedikten sonra ben onun Müslümanlığını nasıl ciddiye alırım? Anlatabiliyor muyum? Türk halkı ne diyor: “Gâvurun aklı olsa Müslüman olurdu” demiyor mu?!
Fatih Kaya: Karacaoğlan da: “Akılları yoktur, küfre uyarlar” diyor.
Talha Hakan Alp: Bu husus, Ehl-i Sünnet’in Maturidi akidesini altmış madde halinde açıklayan es-Sevadu’l-Azam’da da geçiyor. Bundan bin yıl, hatta daha uzun bir süre önce yazılmış bu kitapta yer alan maddelerden biri de “Kâfirlerin aklı, Peygamberlerin ve müminlerin aklına denk olamaz” şeklindedir.
İsmet Özel: Tabi, tabi, yani bir kere bu, tereddüde mahal olan bir şey değil ve lüzumsuz bir çarpıtmaya yer vermemeliyiz. Ama bir şeyi bilmeliyiz. Bakınız biz bu toprakları vatan haline getirirken, Daru’l-İslam kılarken, Yahudilere ve Hıristiyanlara din dayattık. Dedik ki siz oturun oturduğunuz yerde. Siz Musa aleyhisselam’ın ümmetisiniz. Siz de oturun oturduğunuz yerde, siz de İsa aleyhisselam’ın ümmetisiniz. Bu ne Hıristiyan itikadında, ne de Yahudi itikadında böyle değil. Biz dayattık onlara, böyle kabul edeceksin, böyle olacaksın dedik. Onlar da hayat hakkı adına bunu “yer” göründüler ve her fırsatta bunun acısını çıkarmaya çalıştılar ve bunların arasından ihtida etmiş gibi görünenler de birçok şeyi ifsat ettiler. Yani bugün insanların İslam’ın aslına mugayir beyanları şaşırtıcı gelmemeli. Çünkü zaten bunlar, bir hesabın hâsılası.
Fatih Kaya: Peki bu, dinin dönüşümü yahut dinde reform çağrılarının özellikle akademik bir zümre; ayrıca, din işlerinde yetkili kılınmış bir kesim tarafından geliyor olmasını manidar mı kabul etmek lazım?
İsmet Özel: Manidar değil, belalı kabul etmek lazım. Bu çok ciddi bir şey, bu bir kusur falan değil, bunun çok üstünde bir şey. Örneğin senelerden beri, belki yirmi seneyi aşan bir zamandan bu yana Kutlu Doğum Haftası gibi kendisine sıfat bulamayacağım bir şey yapılıyor. Bunun savunulur hiçbir tarafı yok! Onun için bunların hem ciddiye alınması mümkün değil, hem de tekin kabul edilmesi mümkün değil. O yüzden, birilerinin işine geldiği için yürüyor bir şeyler. Onlar kendi aralarında halletsinler.
Benim yandığım husus birilerinin yetki ve imtiyazları değil, benim yandığım husus Türkiye’de Müslümanlığını bir kazanç bilen insanların bigâneliği ve dangalaklığıdır. Beni rahatsız eden budur. Adnan Menderes’in bir sözü, siyaset alanında yanlış yorumlanır, herhalde 46-50 arasında bir dönemde söylenmiş olsa gerek ve hepinizin bildiği bir söz: “O zaman biz de sîne-i millete döneriz.” Şimdi insanlar bunu, seçim olur, biz de milletle beraber hareket ederiz, şeklinde yorumluyorlar. Hayır! O sözün anlamı şu: O zaman biz aradan çekiliriz, yani biz kendimizi milletin sinesinde sayar, sizi milletle baş başa bırakırız; o zaman siz hesabınızı millete vereceksiniz, demek. Yani bu, milletin hesap soracak pozisyonda olduğunun kabulüyle alakalı bir şeydir. Bunu bu lafa muhatap olanlar da rahatsız edici buldular. O zaman "biz sîne-i millete döneriz" demek, "siz millete hesap vermek zorunda kalırsınız" demekti. Şimdi böyle bir milletin var olup olmadığı bir mesele. Osmanlı idaresi, Tanzimat’tan sonra bile din ile muaheze edilebilen bir idareydi. Yani Osmanlı idaresi Tanzimat sonrasında bile hareketlerinin dinle uyuşmadığı yerde kendini savunamayan bir durumdaydı. Cumhuriyet idaresi bu zarureti, bu mecburiyeti, bu kısıtlılığı kaldırdı. Ama gene de bu bir manevrayla elde edilmiş bir şeydir. Sarahaten ve bile bile ya da göstere göstere yapılmış bir şey değildir. Yani biz, cumhuriyetin ilanıyla beraber saltanatın ve hilafetin etkisinin yok edildiğini biliyoruz, fakat kullanılan ifade yanlıştır. Türkiye’de ne saltanat kaldırılmıştır, ne hilafet kaldırılmıştır. Her ikisinin de yetkileri Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne devredilmiştir. Yani hiçbir zaman Türkiye’de işler, İslam muhalefetinin kelimelere döküldüğü şekilde cereyan etmemiştir. İslam muhalefetini kelimelere dökememişlerdir.
O yüzden bizim, elimizdeki en büyük kozu, sanki koz değilmiş gibi algılamamız kadar gaflete denk düşen bir şey yoktur. Yani bizim gafilliğimiz elimizdeki kozdan habersiz oluşumuz. Türkiye’de İslam’a olan muhalefet kelimelere dökülememiştir. Hiç kimsenin gücü buna yetmemiştir. Ancak kaydırmışlar, eğmişler, bükmüşler falan filan. O yüzden bizim Müslüman olmaktan bir gocunmamız olmamalı. “Sen Şeriat Devleti mi istiyorsun” diye sordukları zaman bana, benim “sen ne istiyorsun” diye sorabilmem lazım. Ben cevabımı veririm, önce sen ne istediğini söyle. Sen bana “Şeriat Devleti istiyor musun” diye soracak çapta mısın? Sen kimsin, sen ne istiyorsun? Yani dediğim gibi, Türkiye’de birtakım işleri karıştıran insanlar karşısında “ya neden bunlar bunu yapıyor…?” demek yerine eğer millet, kendi haysiyetini çiğnetmemek gibi bir tavrı benimsese korkacak hiçbir şey yok. Ama bunu bir de “bak bu herifler ne herzeler yiyorlar” şekline dönüştürürsek, o zaman onlar kazanır.
Talha Hakan Alp: Şimdi, Türkiye’de gerek iktidar gerekse elit kesim, İslam’a muhalefeti açıkça kelimelere dökemedi, dökemez de, bugün de böyledir. Ama şimdi şöyle bir şey var. İslam’a muhalefet dendiği veya bu konu ele alındığı zaman, İslam’ı da artık bir yorum haline getirdikleri için hangi İslam diye bir şey çıkıyor karşımıza. Örneğin Diyanet’in en son, “flört zinadır” açıklaması gündeme düştü. Sonra birkaç TV programcısı buna itiraz etti, birileri aleyhte bir şeyler söyledi. Bunun üzerine Diyanet bunu yumuşattı, zina değildir vs. dedi. Burada da gördüğümüz gibi İslam’a muhalif olan şeyler, yine Türkiye’de İslam’ın "resmî mümessilleri" olan çevreler tarafından “hayır, bu İslam’a muhalif değildir” noktasına getirilebiliyor. Belki eskiden daha güvenli bir alan içindeydik, bazı şeyler açıkça İslam’a muhalefet olarak kabul ediliyordu. Ama bugün İslam’a muhalefet olarak kabul edilmiyor. Çünkü “bu bir yorumdur” deniliyor. İslam’ın modernizasyonu ile birlikte böyle bir güvenlik alanı da ortadan kalkmış oluyor. Olmuyor mu daha doğrusu?
İsmet Özel: Şimdi bu işin herkesi ilgilendiren kısmı, bizim salih bir hayat diye bir şeyden haberdar olup olmamamızla alakalı. İtibarî bir ihlas sözkonusu olabilir mi? Yahut ihlas itibarî olabilir mi? Bu sanki kabul edilmiş gibi. “Bak gördün mü, sakallı adam, işte ilahiyat fakültesi profesörü, bilmem ne, falan filan dedi” dolayısıyla falan filan…
Bu ülke nasıl bir ülke? Padişahın atının dizginlerini tutup yüzüne “gâvur padişah” diye bağırılan bir ülke burası. Yani işleri, insanların kendi ahiretlerini feda edip etmedikleri noktasında değerlendirmemiz lazım. İnsanlar “siz ne haliniz varsa görün, ben bunu yapmam” deyip bir kenara çekilmiyorlar değil mi? Bir yerden onlar da bir şeylere bulaşmaya çalışıyorlar.
Muhammed Aydemir: Şimdi madem söz millete geldi. Sizin “Günübirlik çıkarlarımızı göz önüne alarak yaptığımız değerlendirmeler bizi Müslümanlık alanı dışına sürükler” cümlenizi de yukarıdaki açıklamalarınıza ekledikten sonra, yine kitabınızda “…Gerçi âlimler peygamberlerin varisleridir, diye biliyoruz; ama İslamiyet’te Müslüman olan bütün toplum unsurlarına İslam karşısında duyulabilecek hassasiyetin yükümlülüğü getirilmiştir” diyorsunuz. Yine milletin helal ve haram bilinciyle oynamaya çalışan ve sizin de pek itinayla vurguda bulunduğunuz o kesim karşısında bu milletin üzerine düşen nedir. Bu milletin, bu tavır karşısındaki tavrı ne olmalıdır?
İsmet Özel: Biz Müslümanlar, takvimimizi ne ile başlatırız? Hicretle! Hicretin manası nedir? Istılahî olarak hicretten ne kastediyoruz? Mesela biz Rumeli’den, Kafkasya’dan buraya geçenlere de muhacir diyoruz, ama muhacir dediğimiz zaman neyi kastediyoruz. Hatta bu anlamda Habeşistan’a hicret edenlere de muhacir demiyoruz. Yani ıstılahî anlamda bu böyle değil. Ensar ve Muhacir ilişkisi içinde muhacir, Mekke’den Medine’ye göç etmiş olandır. Bizim takvimimiz burada başlar. Eğer Mekke’nin fethi akıbet değilse, o yapılan hicret değildir. Yani hicretin hicret olması için Mekke’nin fethini gözeten bir hareketin yürütülüyor olması gerekir. Çünkü kâfirler bizi ne Mekke’de yaşattılar, ne de Medine’ye hicretimize göz yumdular.
Bu iş böyle bir şeydir. Bunu anlamadan, vaziyeti idare etmek ile hiçbir şey tebeyyün etmez. Onun için kendimizi izah etmemiz, kendimizi vaz’ etmemiz gerekiyor. Mevcudiyetimizi izah edeceğiz. Biz niçin Müslümanız, yani biz Yahudi değiliz, biz Hıristiyan değiliz, biz putperest değiliz, biz Budist değiliz. Biz Müslümanız! Biz takvimini hicretle başlatmış bir milletiz! Yani biz, en zor durumunu ikbal haline getirmiş bir milletiz. Biz en kötü şartlarımızı zafer bayrağı olarak yükseltmiş olan bir milletiz. “İdare edelim işte, şuradan kredi gelecek, falan filan…” olmaz, böyle bir şey olamaz, bu Müslümanlık değil. Müslümanlık “ben sana gösteririm” demektir.
Muhammed Aydemir: Bu soruyu sormamım sebebi, kitabınızın başka bir yerinde geçen şu ifadelerinizdi. “Nerede İslamî hassasiyet toplumun ileri gelenleri tarafından savsaklanmışsa, orada toplumun ileri gelenleri dışında kalanlar İslamî hassasiyete sahip çıkmışlar. Nerede halk yığınları, büyük kalabalıklar, şu veya bu sebeple yozlaşmaya, çözülmeye, bozulmaya ve istenmeyen ilişkilerin içinde bulunmaya başlamışlarsa orada ister istemez İslamî hassasiyetleri korur duruma gelen bir seçkin zümre baş göstermiştir.” Şimdi bu değerlendirmeniz ışığında Türkiye toplumunu bir tahlile tabi tutacak olursak, neler söyleyebilirsiniz?
İsmet Özel: Şimdi bu, vuku bulduğu zaman gördüğümüz bir şey. Yani otomatik olarak nasıl olsa vuku bulur diye düşünülecek bir şey değil. Geçmişe baktığımız zaman bunu böyle görüyoruz. Nerde yüksek tabaka su koyuverdiyse aşağısı işi sıkı tutmuş, nerde aşağısı dejenere olduysa yüksek tabaka elinde kamçıyla milleti yola getirmiştir. Bu böyle olmuş ama hep böyle olacak diye bir şey yok.
Talha Hakan Alp: İki kesim birden su koyuverebilir de.
İsmet Özel: Evet… Ama böyle olmuş olması, ikisinden birinin kendini izah edip, kendini vaz’ etmesi halinde yerini bulabileceğini gösterir bize. Yani bunun garantisidir. Onun için bizim İstiklal Marşımız “korkma” diye başlar. Biliyorsun ki bu, Resûl-i Ekrem’in Sevr mağarasında Ebû Bekir’e söylediğidir. Bunlar tesadüf falan değil. Bizim İstiklal Marşımız “korkma” diye başlar, biz de hicret sırasında Resûlullah’ın ağzından “korkma”yı duymuşuzdur. Dolayısıyla öyle sosyolojik, antropolojik izahlarla bir aydınlık elde edemeyiz. Nur kalbimizden doğar. Bunun da edebiyatı yapılmaz. Doğar doğar, doğmaz doğmaz!
Muhammed Aydemir: Madem İstiklal Marşı anıldı, şunu sorayım. Kitabınızda: “Tecelliye bakın ki tarihin bizi getirdiği nokta, şairlere düşman olan kimselerle hadislere düşman olan kimselerin aynı kimseler olduğu noktasıdır” diyorsunuz. Bunu biraz açabilir miyiz?
İsmet Özel: Şiir Okuma Kılavuzu’nda Pablo Picasso’nun bir sözünü nakletmiştim. Picasso diyor ki “Sanat hakikat değildir, sanat bize hakikati öğreten bir yalandır.” Gerçekten de sanat, sun’îdir, netice itibariyle. Bizim Müslüman olarak da Türk olarak da geçmişimizde şiirle hakikat arasında sürekli bir geçişme alanı doğmuştur. Biz bir millî varlık edinmemizi aynı zamanda şiir söyleyebilen millet oluşumuza borçluyuz. Divan edebiyatı süreci içinde, divan şairlerinin bir kısmının Arapça, Farsça divanları da var. Yani adamın hem Arapça, hem Farsça hem Türkçe divanı var. Biz onların üretken, verimli, işe yarar kısmını Türkçe divanlarından temin ettik. Arapça, Farsça divanlarından değil.
Şimdi Sünnet-i Seniyye bu milletin hayatında çok büyük bir yön tayin edici, istikamet tayin edici bir şey olmuştur. İnsanlar çok böyle fıkhî donanımla değil, ama kendilerini Resûlullah’ın ümmeti saymaktan temin ettikleri bir hassasiyetle, bir çekingenlikle yaşadılar. O yüzden Osmanlı imparatorluğunun hayatı boyunca Müslümanlar, gayrimüslimlere hiçbir zaman gıpta ederek bakmadılar. Onlar daha müreffeh, daha hünerli, falan filan oldukları zaman bile. Her zaman Müslümanlarda yüksek bir vakar vardı. Bu vakarın dayanağı büyük ölçüde şiirdir. Türkü ne diyor: “Kalenin burcu muyam, dil bilmez Gürcü müyem.” Bunu söyleyen aslında Ermeni, kendi dilini kaybetmiş, ancak Türkçe kelam edebilen, onu da ancak o kadar edebilen… Ama yine de bununla övünüyor. Dil bilmez Gürcü değilim ben diyor. Böyle bir şey olmuş.
Şiirle Sünnet arasında bir korelasyon gerçekten olmuş. İnsanlar bu topraklar üzerinde alnı açık yaşamanın, Müslüman olmakla çok yan yana olduğunu bilerek yaşamışlar ve Müslümanlıklarının ifadesinin de o kelama ulaşabilmek olduğunu da anlamışlar. Öbürü işte bunu yapamıyor. O yüzden son asırda bizim naat yazan Ermenilerimiz de vardır. Çünkü bu iş böyle oluyor. Müzik alanından örnek vermek daha kolay. Son zamanlarda cd’ler çıkarıyorlar. Ermeni bestekârlar, Rum bestekârlar, Yahudi bestekârlar diye. Şimdi bunlar, tamam bazıları Rum, bazıları Ermeni, bazıları Yahudi, ama ne müziği yaptılar, Türk müziği yaptılar. Yani bir Türk ifade imkânını kullanıyorlar.
Bunun Sünnetle ne alakası var diyeceksin, ama işte burada bir yerinden Resûlullah’ın ümmeti olmaya bulaşmanın imkânlarına talipler. Tabi ki dinlerini terk etmiyorlar, ama adamdan sayılmanın ne olduğunu itiraf ediyorlar.
Böyle bir şey bilhassa, dediğim gibi divan şiirinde ortaya çıktı, Tanzimat sonrasındaki şiirde de divan şiiri geride bırakıldıktan sonra, hâlâ “Türk dilinde kıymeti haiz söz nasıl söylenebilir” sorusunun cevabı olan bir edebiyat yürüyebildi. Türk dilinde kıymeti haiz söz söylemek, Müslüman olmadan mümkün olmayan bir şeydir. Ama bunu, bu gelişme süreci sona erdikten sonra anlayabildik. Yani biz toplum olarak dilimizi de dinimize borçlu olduğumuzu hâlâ anlayabilmiş değiliz. O yüzden bunlar artık günümüzde insanların, millet olma meselesini ne kadar ciddiye aldıklarıyla bir hal yoluna girecek. Girecek ya da girmeyecek. İnsanlara bir şeyleri kabul ettiremezsin. İnsanlar kendileri onu benimsedikleri zaman manalandırabilirler.
Şunu hiçbir zaman unutmayalım: İslam şifadır. Böyle olduğunu bilmemek için şifaya muhtaç olduğunu bilmemek lazımdır. İnsan eğer, şikâyetinden haberdar değilse, o şikâyetini giderecek olan şeyden nasıl haberdar olabilir. Adam bilmiyor, noksanından habersiz. “Kişi noksanını bilmek gibi irfan olmaz” diye bir şiirimiz de var değil mi?
Muhammed Aydemir: Hz. Peygamber (s.a.v)’in bir hadisinde “Kendisiyle Allah’ın rızası aranacak bir ilmi, dünyalık bir maksat için öğrenen” kimse hakkında birtakım uyarılar var. Şimdi ilimden sanata dönük bir kıyaslama yaparak ve sizin Şuara suresinde geçen şairlerle ilgili üç istisna duruma atıfta bulunduğunuz, ayrıca şerhini yapmış olduğunuz bir hadiste geçen şair Lebid’in “Allah’tan gayrı her şey batıldır” çizgisini ve şiir “ahlakî kurallar belirlemez” cümlenizle ifadesini bulan tespitlerinizi ve duyarlılığınızı gözardı etmeden şunu sorayım: Türkiye’de şiiri kutsayan ve bu konuda haylice abartıya kaçan bir Müslüman çevre var ve de bunu Müslümanlığın öncelikli vazifelerini çok geride bırakmak pahasına yapıyorlar. Bunu dile getirirken Çenebazlık kitabında, artık bizim Nazım’ı ateist, Akif’i şeriatçı bir şair olarak görme düzeyinden çıkmış olmamız lazım tesbitlerinizi ıskalamadığımı da belirteyim. Şimdi şiir üzerinden bu gidişat nereye desem?
İsmet Özel: Yani bir şiir fetişizmi var diyorsun. Ben de buna mukabil, fetiş konusu olan şeyin gerçekten şiir olup olmadığını merak ediyorum. Eğer insanlar, Türkçenin kaybolmaya yüz tutmuş dillerden biri olduğunu kabul edilebilir hükümler arasında sayıp da gene de şiirle meşgul oluyorlarsa o insanların şiirle meşgul olduklarını ifade etmek mümkün müdür? Bu ortalıkta canbazlık yapanlar (canbazlık da değil, keşke canbaz olsa. Çünkü canbaz güzel bir kelimedir. At canbazı, koyun canbazı bir de tel canbazı biliriz. Bunlar canla oynayan insanlar demektir. Onlar bunu yapmıyorlar. Paul Cézanne adındaki Fransız ressam der ki: “Her fırça darbesinde hayatımı riske atıyorum.” Şimdi bu adam ressam, anlatabiliyor muyum?)
İşte bunlar Türkiye’de şiiri ne kadar tebcil ederse etsin, hayatla, birlikte yaşadığı insanlarla münasebeti marjinalize olmuş şeyi bize şiir diye yutturmasınlar. Yani sen, sevgiline bile söyleyemeyeceğin lafları şiir diye kime kazıklıyorsun. Böyle şey olmaz.
Muhammed Aydemir: Ama bizim karşımıza tırnak içinde “Müslüman kimliğiyle” çıkıp da şiiri, İslam’ın önümüze koyduğu hayatın ilerisinde bir düzeye taşıyıp, bu hayatı çok gerilere atan insanların konumundan bahsediyoruz. Bu noktada şiir ve Müslümanların konumundan bahsedecek olursak.
İsmet Özel: Şimdi biz, Müslümanlar havf ve reca arasında olmalıdır diyoruz, değil mi? İnsanlar aslında neden ümit ediyorlar, neden korkuyorlarsa onu rab edinmişlerdir. Eğer adam, kitaplarının Avrupa’da, Amerika’da neşrolunmasının kendisi için bir kurtuluş; filanca vakıftan, filanca organizasyondan madalya almanın kendisi için yükseliş olduğunu düşünerek bir şeyler yazıyorsa, işin öbür kısmını hiç konuşmayalım. Türkiye’de bizim bir şansımız oldu sanat bakımından. Ne devlet ne de millet sanatçıları iplemedi. Böylece sanatçılar, hakikaten yaptıkları şeyin değerleri içine hapsoldular ve buradan da iyi şeyler çıktı. Ama şimdi bütün dünyada her şey pazarlanabilir, piyasa malzemesi haline getirilebilir olduktan sonra böyle uyduruk işler çıkıyor ortaya. Mesela birisi, dinen neyin geçerli olup olmadığını devlet büyükleri ve generallerimiz bilir diyor, değil mi? Şimdi burada bu laflar edildikten sonra, şiir-miir bunları boşver. Yani onlar da o bapta işler yapıyor. Kimin tarafından taltif edilmeyi, kimin kınamasından kaçınmayı düşünüyor ona bakalım.
Muhammed Aydemir: Bunu şu cümleleriniz dolayımında dile getirmek istemiştim. İzniniz olursa okuyayım ve başka bir soruya geçeyim: “Aslında Müslüman olarak bize hadis-i şerifleri sadece okumanın yeterli olması lazım. Herkes ihlâsı nispetinde anlasın. 40 hadis vesilesiyle işaret ettiğimiz hususlar itibariyle biz inşallah haddi aşmıyoruzdur.” İşte yukarıdaki soruma sebep olan buydu, yani haddi aşıp aşmamak noktasındaki endişe. Devam ediyorum: “Bir şeyin nasıl anlaşılabileceği konusunda bir çaba göstermeyi tercih ettik. Bu zor bir şey. Hadis üzerine konuşmak, oldukça zor” diyorsunuz. Soralım hocam, acaba neden zor?
İsmet Özel: Şimdi bu, mütekabiliyet meselesi, yani insanlar İslamî endişelerini ispat ile hayata geçiremezler. İslamî endişelerin varsa vardır. Bunu bir şekilde ispat ettiğin zaman ortaya riya çıkar. Dolayısıyla sen hadislerden bahsederek riyakâr bir tip olursun. Onun için bundan daha zor bir şey yok. Bu öyle bir şey ki Sünnet’e uymanın aynı zamanda hakikate intibak etmenin bir şekli olduğunu, biçimden ayırarak gösteremeyeceğine göre, insanlara birtakım perdeleri aralama kolaylığı sağlayabilirsin. Bu da ancak senin yaşadığın zorlukların, vaki olduğunu ve bu zorluklarla başkalarının baş etmesinin senin tecrübenden yararlanması aracılığı ile olabileceğini gösterebilirsin. En fazla bunu yapabilirsin. Yani kendini bir mevkide sayıp, şu şöyledir, bu böyledir, şu kadar zencefil, bu kadar kimyon diyerek insanlara bir tarif getiremezsin.
Onun için işte “inşaallah” dersin, haddi aşmayarak, “bakın ben bu sıkıntıyı böyle atlattım, bu yol işe yarıyor” diyebilirsin. Bizim Hıristiyanlardan ve Yahudilerden farkımız, onların uzlaşma alanı üreterek dinlerini yaşatmaları, bizim ise böyle bir şeye ihtiyaç duymadan sadece birbirimizin itikadî derinliğinden istifa ederek yaşamamız, yaşatmamız değil. Mü’min mü’minin aynasıdır. Eğer sen karşındaki Müslümanda besleyici bir şey bulamıyorsan, sende bir bozukluk var demektir. Dolayısıyla başkası yanlış yaptığı zaman, senin doğru yapman mümkün değil. Yani başkası kötü olduğu zaman sen iyi olamıyorsun.
Hadislerden bahsetmenin zorluğu senin “ben böyle yapıyorum ama siz böyle yapmayın” demeni imkânsız kılan bir şey.
Kırk Hadis kitabında ben, bana yakınlık göstermeyecek insana hiçbir şey söylemedim. Ben akıl falan vermedim. O yüzden de belki birçokları diyecek laf bulamadılar. Çünkü bunu belki benim yazmamam lazımdı. Benim Kırk Hadis kitabı yazmam ve insanları bu bakımdan “vay canına” dedirten bir duruma düşmem, benim bir artım değil, Türkiye’nin bir eksisi. Çünkü bunların, rahatlıkla ve evleviyetle kabul edilecek şeyler olması gerekirdi. Hâlâ insanların benim Kırk Hadis kitabımı okuyup “ya hakikaten bu işin bu tarafı da varmış” demeleri yaşadığımız son elli senenin felaketidir. Ve belki de bütün o İslamcı akımların bizi bir türlü istediğimiz alana sokamayışın bir şeyidir. Neyidir bilmiyorum ama bir şeyidir.
Mesela benim daha ihtidamın ilk yıllarına kadar, diyelim ki yetmiş beş yılına kadar Türkiye’de bir insan beş vakit namaz kılmaya başlarsa ona ‘nurcu oldu’ derlerdi. Yani bu öbürlerinin bir şey bilmediğindendi. Ama buradan şunu anlıyoruz: Demek ki vakit namazına riayet etmek bir etiket gerektiriyor. Türkiye’de artık vakit namazına riayet etmenin mana taşımadığı bir yere geldik. Bunu da siyasal İslam’la temin ettik. Yani üniversitelerde başörtüsüyle dersi takip etmek mühim bir şey oldu. Fakat üniversitelerde mescit olup olmadığı unutuldu. İnsanların buna dikkat etmeleri lazımdı. İnsanlar vakit namazı kılıyorlar mı kılmıyorlar mı? “Ya bırak şekilperestliği” deyiveriyorlar, değil mi? Hadise bu.
Muhammed Aydemir: “Ben bu kırk hadis dizisinde ele almayı ya da etrafında dolanmayı düşündüğüm hadislerin hepsini sıhhatli, yani sahih denilen hadisler arasından seçmeye gayret ettim. Bunu yaparken İslam modernistleri karşısında gerileme, ne bileyim, onların baskılarını üzerimde hissetme gibi bir duyguya sahip olmadığımı öncelikle belirtmek istiyorum. Bence hadislere güven esas olmalıdır ve hatta büyük İslam âlimlerinin sahihliğinden ciddi şüpheler duyulan birçok hadise istinaden lehte İslamî görüşler geliştirdiklerini biliyoruz. Bunların boşuna ve yanlış yönlendirici bir çaba olmadığını belirtmek istiyorum” diyorsunuz ilk hadisin girişinde. Biliyorsunuz İmam Ebû Hanife, zayıf hadisleri re’y-i ricalden önde tutar ve bu tavır hadisler karşısındaki duyarlılığa en güzel bir örnektir. Yukarıdaki ifadelerinizden ve kitabınız boyunca söylediğiniz şeylerden sizin de bu duyarlılığı taşıdığınız açık bir şekilde görülüyor. Diğer hususlarda da böyle… Bu noktada sizi diğerlerinden, özellikle de hadisler üzerinde imal-i fikr ettiğini ve ıslaha yönelik çaba sarf ettiğini söyleyen insanlardan ayıran net bir çizgi var. Daha önce geçen bir soruyla irtibatlı olsa da sizi böyle kılan şeyler nelerdir acaba? Acaba onlar neden başka bir mevziye düştüler?
İsmet Özel: Biliyorsunuz, insanları duaları yönlendirir. Kur’ân-ı Kerim: “İnsan hayra da şerre de dua eder” diyor. Benim için çocukluğumdan beri, bu topraklar üzerinde, salih bir hayat, yerine başka bir şey konamayan bir şeydi. Belki bu lafları bilmiyordum, ama benim için böyleydi ve bir şansım oldu. Allah’ın lütfu bu. Ben 1899 doğumlu bir babanın, 1902 doğumlu bir ananın çocuğuyum. Dolayısıyla ben bu topraklar üzerinde başka bir hayatın vuku bulduğunu kelimelerle değil, hal ile bilen bir insanım. Bir gelecek aramak benim için hep en sıhhatli olanı yakalamak anlamına geldi. Gelecek aramak bir ihtişam aramak değildi benim için. Belki de bu Osmanlıların içine düştüğü en büyük kusurdur. İnsanlar resmî belirlemelerin, resmî dayatmaların cazibesine kapıldılar belki. Ben hiçbir zaman bunu cazip bulmadım. Budur belki aradaki fark.
Bu konuda bazı kitaplar yazdım. Şu manada, kitaplarımdan birinin adı “Waldo Sen Neden Burada Değilsin” idi. Yani ben de buna hayretle baktım. Benimle, ortak dünyada, ortak etkiler altında bulunmuş insanların nasıl olup da bu süreci benim gibi anlamlandırmadıkları beni de şaşırtan bir şey. Bunu ben izah edemem. Neden insanlar böyle yapmadılar? Hâlâ aynı şeyi söyleyebiliyorum. Allah Teâlâ insanlara zulmetmez. İnsanlar birbirlerine zulmederler. Hilkatte kusur yoktur, yani biz, bir yerde ve bir çağda bulunma bakımından herhangi bir hatanın kurbanı değiliz. Dolayısıyla eğer bir konuda bir fark varsa o, istek farkıdır. O onu istemiştir, öbürü şunu istemiştir. Onun için onun “o”su vardır, bunun “bu”su vardır. O yüzden ben de bakıyorum işte, ne oluyor ne bitiyor diye. Sizler benden genç insanlarsınız. Ben bugünkü ortamda gerek hayat standardı olarak, gerek hayat formu olarak öbürlerine fark atabilirdim. Bu ne övülebilecek ne yerilebilecek bir şey. Bu tamamen ne istediğinizle alakalı. Mesela bu konuda kadınların payı çok büyük. Yani kadınların Türkiye’de çocuklarına, kocalarına hangi istekleri ulaştırdıkları, yaşadıkları hayatı çok etkiler. Diyebileceğim bu…
Muhammed Aydemir: Buna şu cümlelerinizi de ekleyerek son verelim: “Asr-ı saadet dediğimiz zaman dilimi sayesinde bizler, daha sonra yaşayan Müslümanlar neyin hangi manaya geldiği, neyin neye delâlet ettiği konusunda hangi olaylara başvuracağımızı öğreniyoruz.”
Hocam bizi kırmayıp buraya (Hidiv Kasrı) geldiğiniz için çok teşekkür ederiz.
İsmet Özel: Bir şey değil, ben de memnun oldum.
YORUMLAR
sohpetinizi bizimle paylaştığınız için teşekkür ediyorum.ismet özel'i gerçekten ben deçok seviyor ve değer veriyorum..
inşallah o da bir gün anlaşılır ve yine inşallah geç kalmayız..
ismet özel'i üç mesele ile tanımıştım..anlamaya çalışmıştım...ona minnettaeım gerçekten..
size de çok teşekkür ediyorum.
saygılarımla..