- 1745 Okunma
- 9 Yorum
- 0 Beğeni
PORTAKAL KABUKLARI
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
PORTAKAL KABUKLARI
İlk tayinim Ardahan İli Çıldır İlçesine bağlı Horozöttü Köyü’ne çıkmıştı. Çıldır’ın en uzak köylerinden biriydi. Köy minibüsüyle Gürcistan Sınırı boyunca yol alırken, gittikçe arazi daha sarp bir hal alıyordu. Kura Nehri, gelişimle coşmuş olmalıydı, alabildiğine çağlayarak Gürcistan’a doğru akıyordu. Kura Nehri üzerindeki tarihi köprüden geçtikten sonra tırmanmaya başlamıştık. Yılan gibi kıvrılarak uzanan sert virajlardan, erik bahçeleri arasından, yüksek kayalıklardan geçiyorduk.
Küçük bir nahiyede taştan yapılma caminin önünde arabamız durmuştu. Köy çocukları arabanın etrafında toplanmış, inen yolcuları seyrediyorlardı. Yolun bundan sonraki kısmına traktörle devam edecektik. Bir adet sünger yatak, battaniye, naylon leğen, güğüm, piknik tüpü ve gıda malzemelerinden oluşan eşyalarım minibüsten alınarak, traktöre yüklenmişti. Yaklaşık bir saattir traktör üzerinde böbrek taşlarımı düşürecek kadar hoplaya zıplaya yol almamıza rağmen henüz köye varamamıştık. Buraları da vatandı ama kendimi doğduğum yerlerden çok uzaklarda hissediyordum.
Kısa bir süre sonra köy görünmüştü. Neredeyse yerle birleşik taş evlerin bacalarından çıkan dumanlar köyün varlığını haberdar ediyordu. Köydeki taş binaların arasında tek çatılı bina köy okuluydu. Traktör istop ettiğinde uzun bir süre sesi kulaklarımda çınlamaya devam etti. Eşyalarım köy okuluna gelişigüzel bırakıldıktan sona beni köy muhtarının evine götürmüşlerdi. Köy muhtarının taştan yapılma misafir odalarına girmiştik. Odanın içerisinde saten bir yastığın kılıfına kaz tüylerini dolduran, çemberinin altından kınalı saçları dökülen; beli iki büklüm olan yaşlı bir ihtiyar kadın gözüme ilişmişti. Muhtarın annesi olduğunu öğrenip elini öpmek istediğimde önce tedirgin olmuş, elini uzatmak istememiş, ısrarıma dayanamayıp ürkekçe elini öptürürken dişsizliğinden dolayı peltek bir konuşmayla “Ömrün uzun olsun kurban” demişti. Aman Allah’ım hayatımda ilk kez duyduğum ne güzel bir kelime ve ne güzel bir duaydı bu.
Duvar boyunca uzanan sedirin üzerine yatağım yapılmış, yüksek bir yastıkla kalın bir yorgan hazırlanmıştı. Uzun bir süre misafir odası olarak kullanılan bu odada pencere aramıştım. Yan duvarlarında tek bir penceresi olmayan bu odanın tavanında küçük bir pencere vardı. Yatağıma yattığımda içim daralıyor, uyuyamıyordum. Dört duvar arasında mezarda gibiydim. Kendimi annemden çok uzakta ve yalnız hissediyordum. İçim sıkılıyor ve daralıyordu. Dışarıya çıkmak için misafir odasının ahıra açılan kapısından geçerken çıkardığım sesten muhtar uyanmış yanıma gelmişti.
—Hocam ahıra yapıver.
O an beynimden sıcak sular dökülmüştü. Ahırdaki ağır koku burun deliklerimi sızlatıyordu. Ahırın arkasına yığılmış destekler tek tek kaldırılarak kapı açılmıştı. Kendimi dışarıya nasıl attığımı bilememiştim. Uzun bir süre yıldızların uzak ışıklarını seyrederek bir nebze ferahlamıştım. Yıldızları görmesem belki de dört duvar arasında çıldıracaktım. Az sonra köy muhtarının sesiyle irkilmiştim.
—Hocam üşüyeceksiniz, haydi içeri gelin.
Sabah kaz sesleriyle uyanmıştım. Bugün kazların kesim günüymüş. Köydeki kazlar kesilecekmiş. Yukarıdaki küçük pencerecikten içeri loş bir ışık sızıyordu. Pıtpıtı ekmeği, çeçil peyniri, çançur eriği reçelinden oluşan kahvaltının ardından okula gelmiştim. Okulun kapısından girdiğimde gözlerime inanamamıştım. Sınıf ve müdür odası darmadağındı. Bütün kitaplar, dosyalar ve evraklar birbirine geçmişti. Okul lojmanı kullanılamayacak durumdaydı. Okulun müdür odasını lojman olarak kullanmaktan başka çarem yoktu. Sıralarının üzerine köylülerin getirdiği tahta bir kapı konularak yatağım yapılmıştı. Yatağımın tam karşısına ince saç bir soba kurulmuştu. Sobaya baktığımda şaşkınlığımdan küçük dilimi yutacaktım. Bu kış burada bu sobayla soğuktan donar ve kesinlikle ölürdüm.
Geceyi sıralardan ve tahta bir kapıdan oluşma yatağımın üzerinde geçirmiştim. Sabah yatağımda böbrek ağrılarımı ve üşüdüğümü hissettim. Allah’ıma şükrediyordum, en azından yana açılan bir pencerem vardı.
Bugün yirmi hanelik küçük köyü dolaşarak öğrenci kaydetmeye çalışmıştım. Öğrencilerin çoğunun nüfus kâğıdı olmaması işlerimi güçleştiriyordu. Kızyeter, Hatice ve Atilla ilk kaydettiklerimdendi. Yurduşen hayvan otlatırmış, okula gelmezmiş. Tamara kaz otlatmaya ara vermezmiş. Zehra çamaşır yıkamaya Kura Nehri’ne inermiş. Serhat ve Murat’ın evi okula yakındı, gece beni beklerdi. Deniz, uzaklara özlemdi.
İkinci günüm kullanılamaz durumdaki lojmanın tuvaletine fosseptik çukuru kazmakla geçmişti. Köydeki okuldan mezun öğrenciler kazım işlerinde bana yardımcı olmuşlardı. Sonuç olarak artık lojmanın tuvaleti kullanılır hale gelmişti. Akşam o kadar yorulmuştum ki içimden bir ses alıp başımı gitmemi söylüyordu.
Okulun ilk gününde dağ kırlangıçları, kırçiçekleri sınıfı doldurmuş, tüm gözler ışıl ışıl bana bakıyordu. İstiklal Marşı’mız serhat boylarında söyleniyor, ay yıldızlı bayrağımız özgürce dalgalanıyordu. Bu ışıltılı gözleri bırakıp gidemezdim, sitemkâr olup da “Aman” diyemezdim.
Öğrencilerin çoğunun defteri, kalemi, kitabı olmadığı gibi; üzerlerindeki önlükler belli ki büyüklerinden kalmaydı; üzerlerinde ya uzun duruyordu ya da kısa. Anladım ki sınıfımdaki süt ve yumurta kokulu kırlangıçlarımı bırakıp da gidemezdim.
Kızyeter öğle teneffüsünde bana elma getirmişti. Örgülü saçlarıyla dağlar kızı Heidi’den ne farkı vardı. Melek’in Polyanna’dan eksik değildi hiç neşesi. Olgun hiç konuşmazdı, belli ki daha okula alışamamıştı. Yurduşen hala davar otlatıyordu, okulla henüz barışamamıştı.
Okulumuzun ayaklı küçük tahtasında dersler büyük bir heyecanla ve neşe içinde geçiyordu. Hayat Bilgisi dersleriyle hayata tutunuyorlar, matematik dersleriyle güven kazanıyorlar, Türkçe dersleriyle saygıyı, sevgiyi ve güzel konuşmayı öğreniyorlardı. Teneffüslerde bana hazan mevsiminin çöktüğü dağlardaki kır çiçeklerinin her çeşidinden getiriyorlardı. Belli ki sevmişlerdi beni.
Kazların kesildiği gün Özlem ve Deniz okulda yoktu. Yurduşen hala devamsızdı. Son derste anlattığım masallar büyük bir sessizlik içinde dinlenmişti. Kırçiçeklerim yenidünyalar keşfediyorlardı. Denizin saçları karaydı, belli ki hiç deniz görmemişti. Kızyeter bugün de saçını örmüştü. Atilla biraz yaramazdı, Yurduşen’in yokluğuna herkes alışmıştı ki kimse onu aramazdı.
Köyde Cumhuriyet Bayramı yürüyüşü coşku içinde geçmişti. Önde Serhat, Türk Bayrağı’nı taşıyordu, ardında Esin ve Murat, Atatürk’ün Resmi’ni. Herkes öğrendiğimiz marşlardan söylüyordu. Sesimizi dağ taş dinliyordu. Okulun uçsuz bucaksız bahçesi bugün bütün köy kadınlarını ve erkeklerini ağırlamıştı.10 Kasım’da Ata’mızı saygı ile anmıştık.24 Kasım Öğretmenler Günü’nde sabah okulun kapısını açtığımda sevinçten ağlayabilirdim. Okulun merdivenleri çiçeklerle süslenmişti. Her öğrencinin elinde çiçekli ya da kırmızı dağ yemişlerinden oluşan bir dal bulunuyordu. Sınıfa girdiğimizde bu ıssız köy okulunda Ata’m tam karşımızdaydı ve mavi gözleriyle bize güven veriyordu.
Kasımın sonlarıydı. Sabah okulun kapısına hızlı hızlı vuruluyordu. Kapıyı açtığımda karşımdaki tezek çuvalını yüklenmiş öğrencim kadar, yerdeki bembeyaz karlar şaşırtmıştı beni. Kış erken geleceğe benziyordu. Önce dağların tepelerine ve şimdi de buralara kar yağmıştı. Okulda hademe olmadığı için sobayı sıra ile veliler yakıyorlardı. Sınıfa girdiğimde daha da şaşırmıştım, Yurduşen okula gelmişti.
Kurtkale Nahiyesi’nden gelen atlılar bana yakınlarımdan, arkadaşlarımdan mektuplar ve yarınki toplantı yazısını getirmişlerdi. Mektupları okurken, heyecanım tüm sınıfa yansımış olacak öğrenciler tebessümle ve şaşkınca yüzüme bakıyorlardı. Resmi yazılar genellikle iki haftada ya da ayda bir geliyordu. Cevap yazmada geciktiğim yazılar oluyordu.
Ertesi gün daha güneş doğmadan kalkmıştım. İlçeye, Serhat ve Murat’ın babası Şeref Bey’le birlikte gidecektik. Önce köyden aşağıya doğru inmeye başlamıştık. Sarp yokuşlardan indikçe ayağıma ya çalılar dolanıyor ya da altımızdaki taşlar kayıyordu. Sabahın seher vakti Kura Nehri’nin sularından içmeme rağmen içimdeki hararet sönmemişti. Yorulmaya başlamıştım; Şeref şimdi de yokuş tırmanmamız gerektiğini belirtiyordu. Vadideki erik, elma ve kavak ağaçlarına paralel yükseliyorduk. Sarp kayaların arasındaki patikalardan geçerek Kura Nehri’nin üzerindeki köprüde durmuştuk.
—Neden durduk Şeref Bey?
—Kurtkale’den gelen minibüsü bekleyeceğiz.
Yerler karla kaplı olmasına rağmen köy minibüsü sarp tepelerden usta şoförlerin elinde, zincir takmadan kazasız ilerliyordu. Minibüsteki köylüler gibi koltukların altındaki kazlar, ördekler ve koyunlarda ilçe pazarına doğru erkenden yola düşmüşlerdi.
Arabadan indiğimde Çıldır’ın sağlı sollu dükkânlarının önündeki tezgâhtaki portakallar gözüme ilişmişti. İlçeye portakal gelmişti. Akdeniz çocuğu olmamdan mıdır bilmem sanki o an memleket kokusu almış gibi olmuştum. Toplantı salonuna girdiğimde milli eğitim müdürümüz en uzak köyden geldiğim için, salondakilerden beni alkışlamalarını istiyordu. Alkış sesleri arasında yerime otururken herkes göz ucuyla bu kahramanı inceliyordu.
Çıldır’a akşam erken düşüyordu. Köyde bakkal olmadığı için, köye dönmeden önce küçük bir dükkândan bazı ihtiyaçlarımı almıştım. Satıcıya iki kilo portakal almak istediğimi söylerken, Şeref Bey;
—Hocam yokuş yukarı fazla eşya taşıyamayız bir kilosu kalsın.
Köye gecenin hangi saatinde döndüğümüzü hatırlamıyordum ama lojmana vardığımda başım dönüyordu. Midem bulanmaya başlamıştı. Yatağımda bir süre yattıktan sonra ağrı kesici almıştım. Odam oldukça soğuk olmasına rağmen sobayı tutuşturacak gücü kendimde bulamıyordum. Yatağımda ne kadar uzandım bilmiyordum, kapının hızla vurulmasıyla irkilmiştim. Gecenin bu saatinde kimdi gelen? Köylülerin, geldiğim günden beri buralarda terörist olmadığını belirtmelerine rağmen korkularımı yenemiyordum. Okulun giriş kapısının ardına her gece yığdığım barikatı oluşturan demir yığınlarını kaldırırken seslendim.
—Kim o?
—Hocam korkmayın benim Gürsel.
İçime nane şekeri ferahlığı dolarak kapıyı açmıştım.
—Hocam limon var mı? Babam çok fenalaştı.
—Limon yok ama portakal versem olur mu?
—Olur, tabi hocam.
Sabah çocukların şen çığlıklarıyla uyanmıştım. Okulun bahçesinde karlarla oynuyorlardı. O gün çocuklarla beraber kartopu oynamış, kızak kaymıştım. Çocuklar kadar ben de sevinçliydim.
Akşamüzeri okulun kapısı çalınmıştı gelen Atilla’ydı. Elinde bir tabak vardı ve üzeri bir bezle örtülmüştü. Kara üzüm gibi gözleriyle gülümseyerek elindeki tabağı uzatmıştı.
—Öğretmenim bunu size annem gönderdi.
Hazır çorbalar içerek, açlığımı patates kızartmalarıyla da yatıştıramamışken bir tabak dolusu sıcak kaz etli pilav. Belki de şu ana kadar yediğim en tatlı yemekti. Taş penceremin önündeki tabakta duran portakallar burada o kadar değerliydi ki, her gün bir tane yiyebilirdim ancak.
Yatsı ezanı köyde cami olmadığı için, Himmet Hoca tarafından evinin çatısından okunuyordu. Yatsı ezanının ardından kapım yine vuruluyordu. Önce akşamları yanıma çay içmek için gelen köy gençlerinin geldiğini sanmıştım. Gelen Olgun’un babası Süleyman Bey’di. Sessizce içeri geçerek tahta sandalyeye oturmuştu. Yanıma ilk kez geldiği için belli ki okulun sıralarından oluşturma yatağıma gözü takılmıştı. Ardından köy delikanlıları da gelmişlerdi. Gelirken yanlarında mutlaka birlikte yememiz için, elma, ceviz ve erik peksimeti getiriyorlardı. Onlara çay demlemiş ve gece boyunca sohbet etmiştik. Olgun’un babası fazla konuşmamıştı. Köy gençlerinden bile sonraya kalmıştı. Çok geçmeden konuşacak konu bulamamış ve yerinden kalkmıştı. Paltosunu giyerken hislerim ağzında bir şeyler gevelediğini sezinliyordu. O gün Olgun’a karşı bir hatalı davranışım da olmamıştı. Kapıdan çıkarken ağzındaki baklayı çıkarmıştı.
—Hocam portakal kabuklarını çöpe atmayın.
Ardahan’ın sert ayazında yüzüme, Akdeniz’in çöl rüzgârları çarpmıştı sanki o an. Ardından gözden kaybolana kadar bakakalmıştım. Köydeki tüm evlerin bacalarından çıkan dumanlar yıldızlara doğru elif elif yükselirken ağlıyordum. Ben bu hataya nasıl düşebilirdim? Portakal kabuklarını hiç düşünmeden nasıl karlarla kaplı çöplüğe düşüncesizce atabilirdim? Şimdi tüm yorgunluğumu üzerimden atıp, Çıldır’a pazara gidebilirdim. Dik yokuşlardan, patikalardan, teröristlerden bile korkmadan aşağılara kadar inebilirdim.
Portakal kabukları içimde o kadar yer edinmişti ki, ne zaman ilçeye doğru giden bir atlı görsem ona mutlaka birkaç kilo portakal ısmarlıyordum. Ne zaman atlılar ilçeden portakal getirse sınıfımız portakala kokuyordu. Köyde artık herkes bende portakal ve limon olduğunu biliyordu, hastası olan soluğu okulda alıyordu. Olgun içimde bir yanardağdı hala yanıyordu, onu portakal yerken görsem bile ciğerim kanıyordu.
***
Şimdi Akdeniz’i selamlayan portakal bahçeleriyle kaplı Finike’deki evimin bahçesinde ne zaman portakal ağaçları olgunlaşsa aklıma Ardahan’ın ayazında bir tane portakala hasret Olgun gelir. Tutumlu oluşumdan mıdır, cimriliğimden midir bilmem, bahçemde birçok portakal ağacı bulunmasına rağmen, o günden beri portakal kabuklarını çöpe atmaya hiç kıyamam.
YORUMLAR
Salim bey yazınız harika yaşanmış bir yazı olduğu için ben sizi hem yazdığınız için hemde o sıkıntılara katlandoığınız için kutluyorum kim söylemiş bilmiyorum ama bir söz var ve ben o sözü çok beğenirim . Çilenin olmadığı yerde olgunlaşmadan bahsedilemez .yazan elleriniz dert görmesin selam ve saygılarımla .