- 1013 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Çikolatalı Dürüm
Çikolatalı Dürüm
Yedi çocuklu aile ve dar bir gelir. Dokuz çift ayakkabı, dokuz doyurulacak kara boğaz. Dokuz can, dokuz kişilik gider kalemi. Buradaki amaç kesinlikle ajitasyon yapmak değil. Bir tespitte bulunma, bir döneme ışık tutma, bir yaşanmış-lığa kalem olma. Yaşı kırkın üzerinde olan nesil aza kanaat etme durumunu daha çok yaşamıştır. Her ne kadar sınıf nitelemelerine karşı olsam da orta tabaka denen kesim o dönemlerde zorlukları daha bariz şekilde yaşadığı ise bir gerçek.
O yıllar her hanede bir maaşlı veya emekli birilerinin olduğu yıllar değildi. Ne atmış beş yaş üstü maaşı vardı, ne engelli maaşı, ne muhtar maaşı ne de köylü birisinin hastanelere gidip muayene olma lüksü vardı. Koskoca köyde bir imam birkaç öğretmeni saymaz isek maaşlı hiç kimse yoktu.
Her geçen nesille birlikte tarlalarda bölünmeler olur. İç içe küçücük odalarda hayatlar farklı yaşanırdı. Hiç kimse devletimize yük değildi. Herkes kendi yağında kavrulurdu. Ağrı olunca ağrı yerine “iplik düğümleme”, ciltte bir yanık olursa kalemle çizme ve okuyup üfleme, kaybolan canlı hayvanlar için “kurtağzı bağlama” yılları idi. Paradan çok değiş tokuşun alışverişte geçerli olduğu zaman idi. Köy bakkalında arpa, buğday ve yumurta yerine yağ, şeker, tuzla değişimler yapılırdı. Özellikle gençler şuan bahsini ettiğim yoklukları bilmedikleri için kaç yüz yıl öncesinden bahsediliyor yanılgısına kapılabilir ama çok değil otuz kırk yıl öncesinden bahsediyorum. Bazı istisnai durumları saymaz isek, bizim nesil tarımını genel anlamda öküz kağnı ile yapmış nesilden oluşur. O yıllarda bizim köyde ellinin üzerinde sabanı, kağnısı, öküzleri olan aile vardı. Birisi de bizdik tabii. Dedemin yaşlılığında köyde çok az kağnı kalmıştı. Rahmetli dedemin öküzlerini sattırma gayretlerimi hatırlıyorum. Çocukluğun verdiği psikoloji ile öküzlerimizin, kağnımızın olmasından utanırdım. Yaklaşık on kilometre uzaklıkta olan un değirmeninin olduğu köye buğdayları kağnılarla götürürken yol boyu köylerdeki insanların bize fakirsiniz bakışlarına sinir olurdum. Rahmetli dedemin de bu yaştan sonra at koşumu yapamayacağı ve traktör alamayacağını söylemesiyle yaşadığım tarifi imkânsız yıkılmışlığım.
Saban, döven, anadut, dirgen, boyunduruk, mazu, ok, nal, kayış, nodul gibi nice kelimeleri günlük dilimizde kullanırdık. Çocukluğumda aklımda kalan en önemli şey çalışma idi. Dört beş yaşlarında başlayıp bir ömür süren iş maratonu. Gece-gündüz üst seviye de yürütülen zorlayıcı bir maraton. Belli bir yaş üzerindeki ebeveynlerin -fakirdik ama mutluyduk, az tüketirdik ama huzurluyduk- gibi maziye yönelik kurdukları ifadeleri çok kullanmayacağım. Her dönemin kendine özgü şartları vardır. Yaşanılan zamanlar arasında kıyaslama yapmayı çokta doğru bulmam.
Ortaokula giderken bir ceket pantolonla bir ayakkabıyla seneyi tamamlamak bizim nesil için sıradan bir durumdu. İlkokulda çantalarımız eskimiş gömlek kumaşlarından dikilirdi. İlkokul fotoğraflarıma bakıyorum bütün öğrenciler lastik ayakkabı giyiniyorlardı o dönem. Bu listeyi uzatmak pekâlâ mümkün.
Çiftçilikte sabanı, kağnıyı kullanan son nesil olan bizler en hızlı değişmeyi, gelişmeyi gün gün yaşadık ve yaşıyoruz. Avantajlarımız ve dezavantajlarımız vardır muhakkak ama görerek yaşamanın ayrı bir farkındalığı olduğu da bir gerçek. Bizler bu kadar yaşanmışlığı hafızamızda canlı taşıyoruz ama son hız değişimlerin yaşandığı bu zamanda çocuklarımızın hafızasında kalıcı anıların çok az olacağı düşüncesindeyim.
Gelelim “çikolatalı dürüm” mevzusuna;
Yetmişli seksenli yıllarda yurt dışında özellikle Almanya’da yaşamak gözde idi. Gurbetçilerimizin gıcır gıcır arabaları köyümüzün yollarında fiyakayla yol aldığı yıllar idi. Annemin baş tutması ile yazın gurbetçi köylülerimizin birçoğuna hoş geldine giderdik. Aklımda kalan en diri ayrıntı, gurbetçilerin evlerine giderken canlı kaz ve tavuk götürürdük hediye olarak. Ellinin üzerinde kazımız ve bir o kadar da tavuğumuz olurdu her zaman. Bunların bir kısmını hediye kontenjanına ayırırdı annem. Hediyenin dönüşü genellikle çocuk elbiseleri, ufak elektronik aletler ve oyuncaklar olurdu çoğunlukla. Gurbetten gelen bir komşumuz da çikolata getirirdi her sene. Evine hoş geldin demeye gittiğimizde, biz çocuklara ekmek arası çikolata ikram ederdi. Daha doğrusu ikram ettiği ile kalırdı. Gurbetçi teyzemizin, “çocuklar çikolatalı dürüm yer misiniz?” sorusunu annem önden cevaplardı. “Bizim çocuklar yemezler” demesi üzerine teyzemiz de çokta ısrar etmezdi nedense. Bu durumun birkaç sene üst üste yaşanması, hafızamda ne yazık ki acı bir tat olarak kaldı.
Bir filozofun, “ne kadar uzun yaşarsanız yaşayın, yaşadığınız ilk yirmi yıl ömrünüzün en uzun yarısıdır” dediği gibi çocukluk ve gençliğin ilk dönemleri hafızalarda daha çok kalıyor. Her dönemin çocukları, gençleri için geçerli bir durum olsa gerek. Çocukluk ve gençlik yıllarımızdaki zorlukları öne sürüp o zamanı olumsuz ilan edemediğimiz gibi bu zamanın gençlerini de gereksiz yere yargılayamayız. Bazen hayatın önünde veya ardında kalsak da hayatımızı gelişine yaşıyoruz aslında.
İlkay Coşkun
-Külliye Mecmuası-
Sayı 12, Kasım 2017