DUT KARASI GÖZLER VE YÜREĞİM
Yeni yılın ilk pazar günüydü. Penceremde bir kumrunun guguk sesiyle uyandım.
“guguk guk biz konduk,guguk guk biz yandık,guguk guk biz göçtük...”
diyordu. İçim ürperdi birden. Sanki bana dillenecek hâli vardı.Düşüncelerimin kıvrımlarında bu hisler yol alırken, ayaklarım da yatağın kenarındaki terlikleri arıyordu.Kalktım ve midelerin tatlı telaşını gidermek için kızıma, kendime kahvaltı hazırladım.Ortalığı şöyle bir derleyip toparladıktan sonra kızım, öğlene doğru arkadaşlarıyla bir kafede buluşmak için izin istedi. Gülümseyerek onay verdim ve belki ben de bir kahve içmek ya da gazetemi okumak için uğrayabileceğimi söyledim.Sevinerek giyinip arkadaşlarıyla buluşmak için dışarıya çıktı.Ardından ben de fırladım günü yakalamak adına.
Tanrım! Ne güzel bir gündü. Güneş nasıl da kucaklıyordu yüzümüzü, gözümüzü.Hafiften esen rüzgar, bu güzelliği ve saflığı ne anlamlı yansıtıyordu.Bütün bu hoşluklara rağmen içimde ne yapacağımı bilememenin huzursuzluğu terk etmiyordu bir türlü beni. Acaba her şeyi ve herkesi bırakıp gitsem mi, yoksa kalsam mı? Hiç bu kadar çözümsüz kendime inmemiştim gün ortası. Şimdi, ayrıntılara gönül indirmeden yazıp gideceğim iki göz arası.
Bu dalmışlıkla kızımın arkadaşlarıyla buluşacağı yere doğru geldim.Tam içeriye girmek üzereydim ki orada durmakta olan bir çocuk,elindeki mendillerden birini satmak için bana uzattı. Çok önemsemeden yoluma devam ettim. Ancak , çocuğun ardımdan mırıldanır gibi bir sesle:
-Peki,karnın doyunca alır mısın?
dediğini duydum.Şaşkınlıkla ve birazda utanarak , o aldırmadan yanından geçtiğim çocuğa alıcı gözüyle baktım. On –on iki yaşlarında,sarı kafalı,üstü başı eski ama sabun kokusunu duyduğum bu oğlan çocuğu, dut karası gözleriyle yüreğimin ta içine sesleniyordu.
“Karnın aç mı oğlum? “ diye sordum.Bükülen boynu soruma verilen cevaptı.Birlikte içeriye girdik. Ona içinde oyuncak çıkan bir menüden aldım.
‘’Hadi, burada oturalım. Ben kahvemi içerken sen de yemeğini yersin,’’
dedim.Çocuk kaşlarını, kafasını hayır anlamında yukarıya kaldırarak oturmayacağını sessizliği ile ifade etti. Göz ucuyla ona baktığımda bir etrafta oturanlara,onların giyim kuşamlarına,bir de kendi üstüne başına baktığını fark ettim.İçim acıdı. O, kendini yakıştıramamıştı ama oraya en yakışan çocuk da oydu bence.Daha fazla üstelemenin bir anlamı olmadığını düşündüğümden , yiyecek ve içecekleri paketlettirip çocuğun eline verdim. Çocuk gülümseyerek dışarı çıktı.Sevinmiştim. En azından karnı doyacaktı.
Belki bir saat belki de daha fazla içeride keyifle oturup gazetenin köşe yazılarını, magazin haberleri de dahil olmak üzere,her satırını okudum. Huzurluydum.Ta ki dışarı çıkıp da, o sarı kafalı çocuğun hâlâ orada durup beni beklediğini ve yemeğini bile yemediğini görene kadar.
‘’Ne oldu oğlum neden hala buradasın, yemeğini de yememişsin,bir şey mi oldu?’’ diye sordum.
Sadece gözlerimin içine baktı, hafif bir sesle:
-Bu da benim size hediyem olsun
diyerek sattığı mendillerden birini bana uzattı. Ağlasam mı, düşünsem mi,kalsam mı öylece ? Beni şaşkınlıklar arasında bırakıp elini kolunu sallaya sallaya yürüdü ve gitti.
O çocuğun dut karası gözlerinde bir nokta , gün ışığına çıkardı kalbimi.Daha kimbilir kaç çocuk vardı, sokaklarda böyle yüreği elinde gezen? Daha kaç çocuk vardı, pervane gibi tutuşan? Daha kaç…daha kaç… Ve daha kaçmadım çocuklardan.
Sevilay Karaman
YORUMLAR
Suçlu, ayağa kalk!
Guguk kuşunu doyurmadan nasıl evden çıkarsın? Ayrıca içinden oyuncak çıkan yiyeceklerin katkı maddelerini düşünmeden nasıl çocuğumuzu zehirlersin bilmeden?..
O çocuk var ya o çocuk; sarı başlı, cin gibi işini iyi bilen. Onun gibi yüzlercesi, hatta binlercesi var. Ve kazın ayağı hiç de günümüzde fakirlik edebiyatı yapanların hayal dünyalarındaki gibi değil.
Başımdan geçen bir olay anlatayım:
Yurtdışından Eskişehir'e uzun bir aradan sonra döndüğümde, Esnaf Sarayı'nın önünde senin sarı başlı oğlan çocuğu gibi bir çocukla ondan bir yaş büyük ablası bir konuda tartışıyorlardı. Sözleri kırıcıydı. Suçlamalar, didişmeler. Giyimleri de öyle salkım saçak değildi.
Yaklaştım ve kavgalarının sebebini sordum. Sarı baş, ekmek almaları için verilen bir milyon lirayı ( ozamanlar sadece milyon değil, milyarlarla konuşuluyordu) kaybetmişti ve ablası eve nasıl gideceklerini, gidince annelerinden sopa yiyeceklerini söylüyordu.
Bir milyonu verdim.
Onlar, koşa koşa Esnaf Sarayı'nın içinde kayboldular sevinerek.
Yanıma karşıda işyeri olan avize satan arkadaşım geldi. Gülüyordu.
"- Seni de tongaya düşürdü uyanıklar. Sen, benim gördüğüm kadarıyla aynı yöntemle dolandırılan yedincisin."
Kısacası arkadaşım;
Bu yepyeni bir meslek ve okulu da sokaklar, caddeler, kırmızı ışıklar, hastaneler.
Senin zannettiğin o onurlu çocuklar değil gördüğün.
Ama güzel bir yazıydı,
Kutluyorum.
çiçeklerimizin ve güllerimizin topluma kazandırılması için elimizden geleni yapmak bizler için boynumuzun borcu olarak düşünüyorum. Çünkü onlar oralara değil, gül bahçesinden yetişip yetiştiği bahçede sonsuz olunması lazım. onlar kardeşlerimiz canlarımızdır çünkü. Efendim birde çok güzel bir noktaya değinmişsiniz. Belki üstü temiz olmasa, yırtık elbiseler içerisinde bulunsalar da, onlar kendisini lüks insan sananlardan daha lükstür. bilincinde değiller çünkü, bir de o çocuğun yerinde bulunmalarını düşünseler ne mutludurlar belkide.
gönül sesiniz daim olsun efendim
canı gönülden kutluyorum
saygılar