- 6274 Okunma
- 6 Yorum
- 0 Beğeni
Aydın kimdir, nasıl aydın olunur?
Epeydir kafamda tasarladığım ama bir türlü oturup da yazamadığım bir konudur bu. Son birkaç yılda ülkemizde önüne gelen “ Aydınlar olarak” “ Ben bir aydın insan olarak” “Aydınlar mektup yazdılar” “ Aydınlar özür dilediler” ve sair söylemlerle bir Aydın havası çalıyor.
Geliniz “Aydın” tarifi yapmadan önce bir “ Aydınlanma Çağına” kadar gidelim. Neler olmuş, kimler bu akıma katılmış ve ‘Aydınlanma Manifestosu’nu kimler kaleme almış, kimler nasıl savunmuşlar ve nereye ulaşmışlar ona bir bakalım.
AYDINLANMA ÇAĞI
Aydınlanma nedir: Eleştirel felsefenin babası kabul edilen Immanuel Kant (22 Nisan 1724 Königsberg – 12 Şubat 1804 Königsberg, bugünkü Kaliningrad) şu tarifi yapar “ Aydınlanma, insanın kendi kusuru nedeniyle içinde bulunduğu erginlik öncesi durumdan çıkışı olarak tanımlanır. Ergin olmayış, insanın bir başkası tarafından yönetilmeksizin kendi aklını kullanma yeteneğinden yoksun olma durumudur. Bu durum, akıl yetersizliğinden değil de, insanın başkasının yönetmesine gerek kalmadan kendi kendini yönetecek kararlılık ve yüreklilik eksikliği sonucu ortaya çıkıyorsa, bütünüyle bizim hatamızdan kaynaklanıyor demektir. Sapare aude! Kendi aklını kullanma yürekliliğini göster. İşte Aydınlanmanın sloganı.” (1784)
XVIII. yy ENTELEKTÜEL HAREKETİ VE BU HAREKETİ BAŞLATAN AYDINLAR
XVIII.yy aydınları “ İnsanın belirgin özelliği bilme ve öğrenme yetisidir; insanlar yetisini önyargılara ve kör inançlara karşı kullanmak zorundadır.” teziyle ilk kez ilahi esine ve dini otoriteye karşı önceliği akla ve deneyime vermiş olan Galilei’nin , Descartes’ın ve Newton’un mirasçıları olarak, ve o yüzyılın aydınları John Locke (29 Ağustos 1632 – 28 Ekim 1704) ve Pierre Bayle’İ (1647-1706) izleyerek ermişlerin yaşamı gibi sözde ilahi gerekçeleri veya doğaüstüne dayalı açıklamaları çürütmek amacıyla, eleştirel bir yöntem belirler ve aynı süreçte ilahi hukuka dayanan monarşiyi eleştirmeye başlarlar.
Montesquieu (1689 – 1755) Avrupa ve özellikle İngiltere’ye yaptığı bir seyahatten sonra, yeni bir tarih felsefesi formüle eder. “ Her monarşi yönetiminde, gerek ahlaki, gerek maddi birtakım genel nedenler vardır. Bu nedenler o monarşiyi yükseltir, destekler veya yıkılıp gitmesine neden olur; meydana gelen olaylar bu nedenlerin etkisiyle gerçekleşir.” ( Considerations sur les Causes de la Grandeur des Romains et de Leur Décadence, 1734)
Montesquieu, 1748 yılında Kanunların Ruhu Üzerine (Del’ Esprit des Lois) adlı eserini yayımlar ve büyük bir başarı kazanır. Bir dönüm noktası olan bu eserinde, siyasi düzenleri analiz ederken bir ülkenin yasalarını, onun törelerine, iklimine ve ekonomisine bağlayan kaçınılmaz ilişkileri açıkça anlatır. Monarşik düzenin göreceliğini açık saçık ortaya koyar.
Bir yıl sonra Denis Diderot, (5 Ekim, 1713 - 31 Temmuz, 1784) Görenlerin Yararına Körler Hakkında Mektup ( Lettre sur les Avaugles à L’usage de Ceux Qui Voient, 1749) adlı eserini yayımlarken Geroges Buffon ‘da (1707 – 1788) Genel ve Özel Doğa Tarihi ( Histoire Naturelle Générale et Particuliére, 1749) adlı eserinin birinci cildini yayımlar. 1751’de de gene Diderot ve Jean le Rond d’Alembert’in (1717 – 1783) hazırladığı Ansiklepodi’nin birinci cildiyle, Voltaire’in XIV. Louis Asrı (Le Siecle de Louis XIV) eserleri yayımlanır.
Böylece 1750 – 1775 yılları arasında Aydınlanma Çağı’nın temel düşünceleri netleşir ve yayılmaya başlar. İngiliz kurumlarının ve İngilizlerin sahip olduğu özgürlüklere hayran olan Voltaire, (1694 – 1778) XV. Louis’in yönetimine şiddetli eleştiriler yöneltir. Voltaire, gerek Felsefe Mektupları (Lettres Philosophiques) gerekse İngiltere mektupları (Lettres Anglaisas 1734) ve de kitaplarında bilhassa da yazışmalarında entelektüel bakış açılarını ortaya koyar ve büyük bir etki sağlar. Toplumsal konularda ılımlılık göstermesine rağmen, adalet konusundaki haksızlıklara, fanatizme ve hoşgörüsüzlüğe şiddetle karşı çıkar. Ve onun döneminde Fransız Aydınlanması, Avrupa’nın kültürlü kesimini adeta fetheder. Voltaire, 1765’te şunları yazar : “ Akıllarda bir devrim gerçekleşti, Aydınlanmanın her köşeye yayıldığına şüphe yok.”
AYDINLANMA ÇAĞINDA ANA UNSURLARIN TARİFİ (ÖZETLE)
Aklın hakları: Lambert Markizi 1715’te “ Felsefe yapmak, akla onurunu bütünüyle teslim etmek, ona haklarını kazandırma, geleneğin ve otoritenin boyunduruğunu sarsmaktır” diye yazar. Aydınlanma düşüncesinin ortak temeli, aşkınlığın gerçeklikten önce geldiğini savunan metafiziği dışlamaktır.
Doğa rasyoneldir: Gerçeklik, fiziki dünyada, pratik evrende aranır. Dogmalar ve esinlenmiş gerçeklikler bir kenara atılarak gözler insanların ve nesnelerin somut dünyasına çevrilir. Akıl, dinin her şeyi açıklama, her şeye nokta koyma iddiasına karşı çıkar.
Özgürlük: “ İnsanın doğadan aldığı ve sahip olabileceği iyi şeylerin en değerlisi olarak kabul edilen durum, özgür olmaktır; bu durum ne bir başka durumla değiştirilebilir, ne satılabilir, ne de yitirilebilir; çünkü bütün insanlar doğal olarak özgür doğar, yani bir efendinin boyunduruğu altında değillerdir; kimsenin bir insanı mülkü olarak görmeğe hakkı yoktur. Bu durum gereğince de insanlar, kendilerince iyi kabul ettikleri her şeyi yapma gücünü, doğanın kendisinden almışlardır. Eylemlerini kendi keyiflerine göre yapma, mülklerini istedikleri gibi tasarruf etme hakkına sahiptirler. Yeter ki tabii oldukları hükümetin yasalarına aykırı bir şey yapmasınlar.” Louis de JAUCOURT (1704 – 1779)
AYDINLANMA’NIN MANİFESTOSU – Encyclopédie- Ansiklopedi
Filozof Denis Diderot ve matematikçi d’Alembert’in ortak hazırladıkları ve yayımcı Le Breton’un yayımladığı ve onlarca yazarın yer aldığı, 71.818 madde, 25 yıllık bir çalışmanın sonucu ortaya çıkan 17 cilt metin, 11 cilt tutan resimli oymabaskı planşlar. Kendi yüzyılının bir yayıncılık şaheseridir. Aydınlanma’nın en ateşli savunucusu Diderot ‘un yanı sıra Voltaire, Montesquieu, Rousseau, Buffon, Helvétius, d’Holbach, Quesnay, de Jaucourt, Grimm ve Turgot’nun katkılarıyla Aydınlanma Çağının başlamasını ve yayılmasını sağlayan ve de Aydınlanma’nın tüm ana fikirlerini ortaya koyan gerçek bir manifesto.
Ana başlıklar: Keyfiliğe karşı özgürlük için mücadele, Hoşgörüsüzlüğe karşı çıkma, Doğal eşitlik, Liberalizm ve yararcılık, Duyularla öğrenme, Aydın despotluğunun çelişkileri, Akılcılık.
Ayrıca radikal demokrat kavramları savunan Jean-Jacques Rousseau’nun,(1712 – 1778) Toplum Sözleşmesi ( Du Contrat Social, 1762) isimli eserini de bu kategoriye dâhil edelim.
AYDIN İNSANIN TARİFİ
Sözlük tarifi: Okumuş, kültürlü, ileri düşünceli, geniş bir bilgi birikimine sahip, ülkesinin ve insanlığın sorunlarıyla ilgilenen ve çeşitli biçimlerde (özellikle yazarak) kendini ifade eden kişi. Entelektüel. Münevver.
Bir başka tarif: 1960’larda Zeki SOFUOĞLU’nun bir konferansında söylediği ve Şevket Süreyya tarafından 1970’li yıllarda yazdığı bir yazıda yer alan "aydın" ın nitelikleri:
- Aydın, evvela, bir fikir, amaç (ülkü) ve karakter sahibi olacaktır. Amaç, ya da ülkü bir inanıştır. Bu inanılışa ise ihanet edemez.
Aydın, kandırmaz. Fakat inandırır. İnandırma yolunda ise, ancak bilime ve yüksek müspet bilgilere yer verir. Kafasında dokunulmaz "tabu"ların yeri yoktur.
Aydın cesurdur. Medeni cesaret sahibidir. Medeni cesaret ise, aydın için kahramanlık değil, doğal vasıftır.
Aydın hakikat bildiği, gerçek bildiği şeyi kendisine saklamaz. Onu yaymayı da vazife bilir.
Aydın toplumun hayrını ve çıkarlarını, kendi hayrının ve çıkarlarının üstünde tutar. Topluma verir, ama toplumdan karşılığını beklemez.
Aydın, bağlandığı ilkelere uygun bir yaşam sürdüren, dürüst ve feragatli bir insandır. Onun yaşamı ile prensipleri arasında çelişme yoktur.
Cahit KILIÇ
6 Haziran 2009 / İstanbul
YORUMLAR
Değerli Hocam geniş boyutlu bu önemli yazınızı yeni okudum...Avrupa toplumlarında ki gerçek aydınlar sayesinde günümüzün modern dünyası oluştu..Her ne kadar bizim gibi geri kalmış hatta kalmak da ısrar eden toplumlar bu dünyayı yaşamasa da...
Haklısınız, tespit ettiğiniz bu sözde aydınlar sayesinde de ortalık aydın pazarına dönmüş..Ne alırsan 500 misali..
Televizyonlar, gazeteler, köşeler vakıflar, dergiler, üniversiteliler bunların barınma geçinme alanı ve rant kapısı oldu..
Ben bu insanların ne aldığı eğitimi ne diplomasını ne de ünvanını önemsiyorum..
Ben bunları eğitimli köylü kurnazı olarak görüyorum..Tarlada çalışan, sonra komşusunun tarlasına, yeni aldığı traktörüne göz diken bir köylü olarak görüyorum...
Bu adamlar çıkarları uğruna kalemini, makamını, düşüncesini satan şehirli köylülerdir..
Düşünmekte zorlanan, sorgulama yeteneği olmayan bir toplumda böyle aydınların çıkması gayet normaldir..
Bunların köylü olduğunun ve sorunlu insanlar olduğunun ispatı da televizyon ekranlarıdır..
Siyaset programlarında nasılda bağırarak, haykırarak, sinirlenerek kavga ederek, tartışıyorlar..Aynı mecliste olduğu gibi..
Aynı köy, mahalle kahvesinde olduğu gibi...
Avrupa da bir adam bağırarak konuştuğu zaman insanlar hemen ondan kaçar yahut ona bir psikolog tavsiye eder..Çünkü o adamı delirme aşamasına gelmiş bir hasta olarak görürler..
İşte bizim aydınımız, memurumuz, işçimiz, siyasetimiz, edebiyatımız hemen her şeyimiz artık bu aşamaya gelmiş..
Değerli Hocam naçizane görüşümü belirttim...Sizin gibi değerli bir düşünceyi bir büyüğü tanıdığım için onur duyuyorum..
Fikir mücadelemizin daim olmasını diliyorum..Sonsuz saygımı sevgimi sunuyorum..
Sağolun, varolun..İyi ki varsınız...
Hoş geldiniz Arzu Hanım,
Ziyaretinize ve yorumunuza çok memnun oldum. Teşekkür ederim.
Önce şunu belirtmeliyim, yazıyı birçok kaynaktan alarak değil de, birçok kaynaktan faydalanarak kaleme aldım.
Anlatmak istediğim ise kısaca şudur: Toplumun her bireyinin aydın olması beklenemez. Aydın insan olmak iki türlü ele alınabilir.
1-) Aydınlanma Çağı’ndan örneklerle verdiğimiz, çağ kapatıp çağ açan, yüzyıllarca süregelen monarşik veya teolojik ya da daha açıkçası; teolojiye yamanan ve bizim de bidat dediğimiz yamalarla toplumu daha çoğul anlamda toplumları dayatmalarla sömüren, ezen, hak ve özgürlüklerine gem vuran despotik yönetimleri ve kurumları yıkan, yeni fikirler ve felsefelerle bireye ve topluma yol gösteren, ufuk açan, topluma bilgi ve önermeleriyle yol gösterip karanlıklardan kurtaran gerçek aydınlar.
2-) Basit anlamda, belli bir eğitim alan, okuyan, araştıran, yaşadığı çevresinden, ülkesinden, dünyadan haberdar olan, onların dertleriyle ilgilenen, yer yer dile getiren, bazen öneriler sunan, kısmi fikirler ortaya atan, bilgi birikimli ve duyarlı insan. Bunlardan dünyada yüz milyonlarca var.
Oysa bizim öteden beri savunduğumuz bir olgu var; Sosyalist akım dünyada çok büyük kitlelere ulaştı, çok büyük dalgalar yarattı. Yüz milyonları etkiledi. Ve de yıkıldı gitti ama bu akım dünyanın birçok ülkesinde ve/veya toplumda çok büyük fikir adamlarının doğmasına, fikirleriyle ülkelerinin, toplumlarının ufkunu açmalarına neden oldu. Bizde bu tür büyük düşünürler yetişmedi. Sadece bu süreci slogan üretmekle geçirdik.
İşte bu nedenlerle, her önüne gelenin “ ben aydınım” demesini yadırgıyorum. Elbette ki toplumun her bireyinin aydın olma olanağı da yoktur, öyle bir yükümlülüğü de. Ancak her toplumun bir Jean-Paul Sartre’a ihtiyacı vardır. Bilirsiniz mutlaka, De Gaulle’ün meşhur sözüdür: Sartre Fransa’dır.
Saygılar sumarım.
Cahit KILIÇ tarafından 6/10/2009 2:21:27 PM zamanında düzenlenmiştir.
Cahit KILIÇ tarafından 6/10/2009 2:24:19 PM zamanında düzenlenmiştir.
Cahit KILIÇ tarafından 6/10/2009 2:25:07 PM zamanında düzenlenmiştir.
Cahit bey geç düştü yolum buralara kusura bakma...
Bir çok kaynaktan alınrak yazdığını belirttiğiniz yazı bütünlüğü için teşekkürler. Yazıyı okurken karanlığımı fark ettim. Sadece kişisel yorumumdur bu, aydınlarımızın kendi dibini aydınlatmaktan öte gittikleri yok zamanda, o da "aydın" kavramını benimsediklerinden değil, bir akımın içind eolmak için olduklarından sanki.
ve biz toplum olarak maalesef ki tembelliğe itilmiş ve bunu kanıksamış bir süreç yaşıyoruz. aydın olup aydınlatmaktan ziyade, ay bir aydın olsa da bizi aydınlatsa diye armut piş ağzıma düş modellerle ürüyoruz.
ve öyle bir aydınlanmış toplumuz ki; bebeğin cinsiyetini söylerken "bayan" diyecek kadar aşırı aydınlanmış doktorlarımız bile var, şaka gibi ama gerçek.
,
yazınız sonrası kısa bir bakayım dedim net ortamında görüşlere ve paylaşayım istedim.
Aydınlarımız,
Toplumsal Çelişkilerimiz
Ve Duyarlılıklarımız...
Remzi KOÇÖZ
“Halka yaklaşmak ve halkla kaynaşmak daha çok aydınlara yöneltilen bir vazifedir. Gençlerimiz ve aydınlarımız niçin yürüdüklerini ve ne yapacaklarını önce kendi beyinlerinde iyice kararlaştırmalı, onları halk tarafından iyice benimsenip kabul edilebilecek bir hale getirmeli, onları anca[*]k ondan sonra ortaya atmalıdır.” (1923) M. Kemal ATATÜRK
Yanlışlarımızı ortaya koyarak, aksaklıklarımızı masaya yatırarak, kendimizi eleştirerek, iğneyi önce kendimize batırarak canımızın yanmasını hissetmeliyiz. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” sözünü lügatimizden silmeli, yaşam alanımızdan da çıkarmalıyız.
Tanıtmak için tanımak ve bilmek gerekmektedir. Bir de yorulmadan, yüksünmeden, disiplinli bir şekilde çok yönlü mücadele vermek, çok ama çok çalışmak gereklidir.
Biz ise haklı olduğumuz konularda, her türlü davalarda tabi ki tanıtım işlevini yapmamış ve yapamamıştık. Kendi iç sorunlarımızla uğraşır, birbirimizle dalaşırken elin oğlu atı almış ve de Üsküdar’ı geçmişti. Uyandığımızda veya farkına vardığımızda tüm dünyayı karşımızda bulmuş, yapayalnız kalmıştık! Dünyaca haklı olduğumuz halde haksız gösterilmeye çalışıldığımız ulusal davaları kısır döngü şeklinde yakalayamazdık. Zamanı yakaladığımız yerde, 2000’lerde gecikmeli de olsa bilimsel mücadeleye başlıyorduk. İnsanımız, Türkiye’nin dört bir yanındaki Üniversitelerimiz öncesinde-sonrasında hayata geçirerek stratejik araştırma merkezleri adı altında kollarını sıvayacaklardır. “Zararın neresinden dönersek kardır.” atasözünü yerine getirecek, bilinçlenmeyi-mücadeleyi yakaladığımız yerde sürdürecektik.
Bugün aydınlarımız ve sanatçılarımızın çoğu toplumun, ülkenin sorunlarından uzakta kendi dünyalarında yaşıyorlar. Doğal olarak; bu sorunlarından uzakta yaşadıkları ülke insanları ile aralarında uçurumlar oluşuyor. Vermiş oldukları eserlerde, filmlerde ağırlıklı olarak cinsellik, aldatma, homo-seksüellik vb. şekillerde işleniyor... Toplum işsizlik-yoksulluk-açlık-cehaletle boğuşurken onlar Vajina monologları, tele voleler, pop starlar, turnikeler, şansa dansalar, ben evleniyorum, BBG programları vb. ile dejenere bir kültür yaratıyor ve magazinsel yaşıyorlardı. Trend, tiraj, reyting uğruna kitlelerin bastırılmış duyguları sömürülüyordu. İçgüdüler ön plana çıkarılarak akıl-mantık-beyin-irade işlevinin önüne geçiriliyordu.
Eğlence dünyasında bu tür programların olabileceği, daha farklı programların da yapılabileceği su götürmez. Ancak bu programların toplum yaşamının asıl sorunlarının önüne geçmemesi, insanları yanlış bilgilendirme-yönlendirmemesi gerektiğini savunuyorum.
Tabi ki ülke olarak içimizden yetişen bazı aydınlarımızı-bilim adamlarımızı küstürüp dış dünyaya kaptırmadık değil. Onları tutamayıp elimizden kaçırdık. Türkiye’de gösteremedikleri performansı gittikleri ülkelerde vererek uluslar arası projelere, bilimsel başarılara imza atarken Türkiye adına gurur duymakla yetinmiş olduk.
“Altın yumurtlayan tavuğumuz bize az göründü; elin tavuğu her nedense bize kaz göründü!” sözünde ifade edildiği gibi biz kendimizden olana değer vermeyerek, hep yabancı olanları gözümüzde büyüttük. Yanımızdaki cevherleri görmedik ya da küçümsedik. Tıpkı tarihte kurulan 16 Türk Devletinin her biri yine iç çekişmeler sonucu yıkılarak yok edildiğini tarih bize göstermiyor mu?..
Bu güzel ülkenin bazı özelliklerini sıralarsak;
- Üç tarafı denizlerle çevrili,
- Doğal kaynakları bol,
- Genç ve dinamik nüfus,
- Stratejik önem arzeden coğrafya ve topraklar eşi bulunmaz artılarımızdı.
- İşsizlik-yoksulluk-cehalet ise eksilerimizdi.
Olmamız gereken konjonktürde yapılanmayı tamamlayamamıştık.
Bunun için de haklılığımızı çoğu konuda anlatamamış, birbirimizle kısır çekişmelerle boğuşmuş, çevremizde, dünyada olup bitenleri, dönen dolapları görememiş veya geç fark etmiştik. İçimize virüs sokarak (terör-mezhep-etnik ayrılıklar) güzel olan değerlerimizi-özlemlerimizi ön plana çıkaramamış ve sonucunda da çağdaş uygarlık dünyasına girememiştik. Organizasyon-koordinasyon-motivasyon eksikliği, plan-proje-programsız, hedefsiz, takvimsiz bir yaşam bizi bekliyor. Günü birlik yaşıyor, yarını-geleceği pek düşünmüyorduk. Düşünemiyorduk.
Belki de kapasitemiz, donanımımız bilgimiz, becerimiz yetersizdi, eksikti! Ya da organize-koordine-motive işlemini yeterince öğrenememiş, uygulayamıyorduk...
Sonucunda da çıkarsal ilişkiler ön plana çıkarak paylaşma ve dayanışma azalıyor, sevgi-saygı-samimiyet ise yok olmaya yüz tutuyordu...
Bilim adamları ve Araştırmacıların tespitlerinden yola çıkarak açmazlarımızı şöyle sıralayabiliriz:
- Araştırma ve geliştirme çalışmalarını yeterince önemsememek
- Bilimsel çalışmalara, panel, konferanslara ilgisizlik
- Bilimsel mücadeleye destek vermeme
- Tanıtım olayını, lobiciliği göz ardı etme
- Karşı tez geliştirememe, yeterince kitap-sinema-tiyatro eseri verememe
- Önemsememek, değer vermemek, vefasızlık
- Okumamak, araştırmamak, incelememek.
- Üretmeden tüketme alışkanlığı, hazırcılık ve kolaycılık.
- Yaratıcılık yerine ezberciliği yeğleme.
- Zamanı değerlendirmek yerine, zamanı geçirmek.
- Öğretimi eğitime yeğleyerek, bireyde istendik yönde davranış değişimi yansıtamamak.
- Farklılığı tolere edememek (hoşgörü sığlığı)
- Başarıyı kıskanma, başarılı olanları hazmedememe (aşağılık kompleksi)
- Başarısızlığa bahane üretme, dış etkenlere endekslenme.
- Bölgesel, yöresel kendini kanıtlama, alt kimlik takıntısı.
- Feodal ilişkileri aşamama, hatır-gönül-tanıdık-kayırma alışkanlığı.
- Disiplinli, ilkeli ve prensipli yaşayamamak.
- İnsan ilişkilerinde güçlüye karşı itaat, zayıfı ezme.
- Empatik olamama, Etik değerleri sürekli kılamama.
- Toplumsal güvensizlik, gizemlilik-açık olmama.
- Tepki göstermekle yetinip sorunun kendisine karşı önlem aramama.
- Bakış açısı geliştirememe.
Bu maddeleri daha da alt alta sıralayabiliriz… Özellikle insan ilişkileri, davranışları üzerine çok şeyler daha ekleyebiliriz.
Bir taraftan AB’ye girme çabamız, diğer yanda Bilgi ve Aydınlanmaya yeterince ilgisiz kalışımız çelişki olarak önümüzde duruyor.
Özellikle günümüz Türkiye’sinde, Okumanın, bilgi edinmenin, araştırma-incelemenin bir kenara bırakılıp; hazırcı-ezberci, kulaktan duyma-dolma yarım yamalak şeylerle, önyargılarla, içgüdülerle hareket etmenin revaçta olduğunu görüyoruz Üretmek, yaratmak yerine tüketmeyi daha çok seviyoruz. Üretici ve yaratıcı olmak yeterli olmayacak, onu hayata uygulamak, pratiği yaşamak, yakalamak gerekecektir.
Geçmiş Karizmatik liderler yerine lider yöneticiler günümüze damgasını vurmaktadırlar. Lider yöneticileri başarıya ulaştıran en önemli ivme ekip çalışması ve coşku olmaktadır. Liderlik, aydın ve sanatçılardan farklı bir yapıdadır. Geçmişte Onlar çağ açıp kapatıp, Fetihler yapıp, Savaşlar vermişler. Yeni bir vatan, yeni umutlar, yeni bir devlet yaratmışlar. Ondan sonra o değerlerin yaşaması, yarınlara, sonsuza değin sürmesi için temel adımlarını da atmışlar. Devam ettirmek ve yaşatmak o toplumun yetiştirmiş olduğu aydın ve sanatçıların omuzlarındadır. Evet aydın ve sanatçı duyarlılığı, sorumluluğu burada ağır basmaktadır.
Yaşadığın toplumla ayni değerleri paylaşsan da farklı olmak, bizim dışımızdan, toplumun dışından biri olmak gerek.Toplum gibi düşündüğünüzde toplumun önünde gitmeniz zorlaşır. Onlardan biri olursunuz. Onun için toplumu ileri götürmek sorumluluğu varsa içimizden biri, bizim gibi olmamalı. Bizim önümüzde olmalı. Bizi etkilemeli, aydınlığa sürüklemeli… Açıkçası:
Öz olmalı,
Özgür olmalı,
Önder olmalı,
Önde olmalı,
Öncü olmalı,
Önce olmalı,
Örnek olmalı,
Özgün olmalı,
Öngörülü olmalı,
Özel olmalı…
Aksi olmak, aykırı olmak farklı olmak değildir. Belki entel tabir edilen aydın olmak çizgisidir. Çevreyi ve insanları aydınlatmak yerine, kendi dünyasında, kendi kendine yaşar gider.
Ya üç maymunları oynuyoruz ( Gör-medim // Duy-madım // İşit-medim ), ya da üç K’yı (Konuş - ma // Karış - ma // Kaytar – ma )
Kendi kulvarında yetişmiş insanların, Uzmanların, Bilim adamlarımızın tek başlarına yapmaya çalıştıkları aydınlatma görevini, bilgi paylaşımını yürekten kutlarken; sadece konuşarak, beyanat vererek popülizm peşinde koşan entel-aydınların, Sivil Toplum Örgütlerinin çoğunun bu yürekli çalışmaları kendilerine örnek almalarını diliyoruz.
Öncelikle Bilim adamlarımıza,Tarihçilerimize, aydınlarımıza, sanatçılarımıza sonrasında hepimize, toplumun tüm katmanlarına çok ama çok büyük görev ve sorumluluklar düşmektedir. Bütün bu unsurlar Ulus devleti ayakta tutmanın, çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmanın katalizörü olacaklardır.
Anadolu’nun, bu güzel toprakların bize vermiş olduğu ortak değerler yozlaştırılarak, dejenere bir kültür yaratılmaya çalışılıyor. Bizi biz yapan değerler tukaka edilmek isteniliyor… Bu gaflet nedendir?
1071’de Anadolu’nun fethi Alpaslan’la gerçekleşiyor; korunması, yeniden dirilerek vatan olarak perçinlenmesi Atatürk tarafından gerçekleştiriliyor. Tabi ki arada bulunan Türk Büyükleri de unutulmayacaktır. Bu iki “A” nın mirasıdır Anadolu bize...
Bu kutsal mirası yaşatmak, bizden sonraki nesillere geliştirerek teslim etmek de en önemli görevimiz ve idealimiz olmalıdır…
Erol Bey, değerli yorumuzdan ötürü teşekkür ederim. Aslında isterdim ki; bunun gibi onlarca daha yorum-analiz yapılsaydı. Biz de başka fikirleden yararlanmış olurduk.
Aydınlanma Çağındaki gelişmeleri, kendi yorumumu eklemeden vermeye çalıştım. Fakat o çağda gerek Hıristiyan din adamlarının dayattığı ve gerekse de monarşik yönetimlerin acımasız despotluklarına karşı verilen " bireyin özgürlüğünün elde edilmesi" mücadelesini görmezden gelmek mümkün değil.
Benzeri despotça söylem ve eylemler, İslam dini içine sonradan özellikle de Emeviler tarafından monte edildiği de bir gerçek değil midir?
Mustafa Zeki Sofuoğlu veya Şevket Süreyya'nın ağzından " aydın tarifi"ni de, ayrıca "aydın kişi ahlak sahibi de olmalıdır" düşüncesiyle önmli bulduğum için ilave ettim.
"Dinin yerine başka tabular konulmuştur(Atatürk ve Atatürkçülük örneğin).Kesin kabuller bu kavramlar üzerinden sürdürülegelir.Tartışılmaz kesin doğru kabul edilir." Tespitinizin karşılığı yazının içinde, bir soru şeklinde var. " Sadece bir kör ideolojiye saplanıp her türlü hak ve özgürlüklere set çeken bir fikri insanların gözüne gözüne sokup, dayatan kişi aydın mıdır?"
Her fikir saygıya değerdir; fikir olduğu müddetçe.
Tekrar teşekkür ederim. Yeni fikirlerinizi ve yorumlarınızı beklerim.
"Aydınlanma, aydınlanma çağı, aydın " gibi kavramlar hakkındaki yabancı kaynaklı tarifler ve alıntıları okuduğumuzda farklı şeyler düşünüyoruz, ancak buna mukabil iç kaynaklı aydın insan tariflerine geçiş yapıldığında tamamen zıttı bir düzleme oturtulmaya çalışıldığını görüyoruz tariflerin.
Şevket Süreyyaya atfedilen şu tarif mesela;
" Aydın, evvela, bir fikir, amaç (ülkü) ve karakter sahibi olacaktır. Amaç, ya da ülkü bir inanıştır. Bu inanılışa ise ihanet edemez."
Şİmdi bu tarifi yazıda belirtilen "AYDINLANMA ÇAĞINDA ANA UNSURLARIN TARİFİ " başlığı altındaki
-Aklın hakları
-Doğa rasyoneldir
-Özgürlük
alt başlıklarındaki kavramlardan herhangi birisine benzerliği var mıdır?
Dinin yerini başka inanışlar almıştır(amaç ya da ülkü)..
Tabular varolmaya devam etmektedir ama değişkenlik göstererek.
Dinin yerine başka tabular konulmuştur(Atatürk ve Atatürkçülük örneğin).Kesin kabuller bu kavramlar üzerinden sürdürülegelir.Tartışılmaz kesin doğru kabul edilir.
Aydın kavramının devşirilmiş eğreltilmiş, deforme edilmiş halidir bu.
Hal böyle olunca, yazının son bölümünde -haklı olarak- sorulan sorular da anlamını buluyor kendi mecrasında.
Dogmaları reddettiğini söyleyen anlayıştan, yeni dogmalar üreterek "aydın" çıkarabilmek zaten mümkün olmazdı.
İlave olarak bireysel hak ve özgürlüklerin kulanılmasındaki yaklaşım da ciddi bir ölçü olmalıydı "aydın" vasfını taşıyanlar için.Bu yöndeki verileri -üzerine yeteri kadar önemle eğilmediği için- eksik buldum yazıda.
Genel olarak ise beğendim ve faydalandım.