Natüralist Bir AŞK Hikâyesi II "Devam Ediyor"
Ta ki o güne kadar…
Aradan bir hafta geçmesine rağmen oğlan kızı aklından bir türlü çıkaramamıştı. Cuma akşamı işinden ayrıldıktan sonra kızla oturdukları yere gitmeyi kafasına koymuştu. Uzun bir yürüyüşten sonra İstiklal’in sonuna doğru Haliç manzaralı olan o muhteşem yere varmıştı. Kızla oturduğu yere oturdu, çok fazla kişi yoktu etrafta. Bir el işareti ile garson hemen bitiverdi oğlanın yanında. Açık bir çayın kendisini rahatlatacağını düşündü. Çayı gelmiş, oğlan Haliç’in eşsiz manzarasına bakarken gözlerinde kızın efsunlu yüzü zuhur ediyordu. Uzun süre baktı, baktı, baktı… Gerçekten de Âşık olmuştu oğlan hem de hiç tanımadığı bir kıza. İçindeki sesi dinliyordu sadece. Bu sahne uzun süre devam etti. Sonra oturduğu yerden evine gitmek için doğruldu. Taksiye binmek için caddeye yürüdü. Ogün işe araba ile gelmemişti. İlk gelen taksiye bindi. Taksici:
“Nereye gitmek istersiniz Beyim?”
Malta’ya diyerek cevap verdi oğlan. Fevzipaşa’dan Malta’ya varmadan Akdeniz Caddesindeki ışıklarda indi. Yürüyerek Malta çarşısında yiyecek bir şeyler alıp evine gitmeyi düşünüyordu. Tam da düşündüğü gibi yaptı her şeyi. Evine vardı, kapıyı yavaşça açtı. Kapıyı açar açmaz sevimli kedisi Candide hemen kucağına atladı oğlanın. Candide bir İran kedisiydi, derin bakışları ile çoğu kez korku salardı etrafına; ama çok sevimli ve saf gelirdi oğlana. Gecelerini kedisi ile geçirirdi evinde, oğlan için evin neşe kaynağıydı. Annesi her seferinde istemese de kediyi, oğlu için onun yerinin çok farklı olduğunu bildiğinden sesini pek çıkarmazdı. Çok yorulmuştu oğlan bugün, iş mi yormuştu yoksa kızı düşünmek mi bilemiyordu. Aşk yükünün yüreğinde giderek arttığını hisseder hale gelmişti. Kız, hayatında farklı bir kapı açmıştı. Yemek yerken, televizyon seyrederken, işteyken… Kız aklına geldiğinde bir den dalıp gidiyordu uzaklara. Yatağına uzandı, gözlerini kapadı ve Onu düşünürken rüyalar âleminde ki yolculuğuna biletini almış oldu.
Candide’nin kucağına atlamasıyla uyanması bir oldu oğlanın. Saat geç olmuştu, kendi kendine patronum ben, ne olacakmış bir gün geç gitsem diye kendisini teselli ediyordu. Kahvaltıyı dışarıda yapmaya karar vermişti. Ara sıra geç kaldığında kahvaltı yapmak için uğradığı yere, Şimal’e uğradı. Oğlanın sevdiği mekânlardan bir tanesiydi Şimal. Bir zeytinli börek ve çay alarak oturdu masasına. Pencereden yoldan geçenleri seyretmeye başladı çayını yudumlarken.
Aradan bir hafta geçmişti. Tesadüflere inanmayan kız, hayatını planladığı şekilde yaşamaya devam ediyordu. Ara sıra oğlan aklına geliyordu; ama Aşk’ın gücüne daha doğrusu eğer kadere inanıyorsam oğlan bir gün yine karşıma çıkacaktır diye kendine telkinde bulunuyordu. Aşktı bu, nasıl dizginleyebilirdi ki duygularını. İşinde başarılı bir kişiydi, disiplinli ve kararlı, istediğini almasını bilen aynı zamanda entelektüel bir kişiliği bünyesinde barındırıyordu. Bütün kararlı duruşuna rağmen zaman zaman duygularına engel olamıyordu. Sokaktaki çalışmak zorunda kalan çocukları görünce yüreği burkuluyordu; ama bunu kimseye belli etmiyordu. Geceleri evindeyken pencerenin kenarında boğazın eşsiz manzarası eşliğinde gözyaşlarına hâkim olamıyordu. Hayata karşı dik duruşunu bir kez olsun kaybetmemek için adeta kendine söz vermişti. Güçlüydü, en azından öyle olduğuna inanıyordu. İş yerine her gün erken gider çalışanlarından önce iş yerini o açardı. Çalışmayı seviyordu; çünkü Onu özgür kılan yegâne unsur bu idi. Belki de başka duygularını bastırmak için bu yolu seçiyordu. Neşeli olduğu anlarda kimse onun kadar neşeli olamazdı. Bu gerçekten de böyleydi. İnsanları sever ve onlar için bir şeyler yapmayı isterdi sürekli. Cuma akşamı iş çıkışı arkadaşlarının dışarıda bir şeyler yeme teklifini çevirememiş onlara katılmıştı. Arkadaşları haftada bir kez dışarıda yemek yerdi. Şampiyon favori mekânlarıydı arkadaşlarının, kız orayı sevmese de arkadaşlarını kırmamak için ara sıra onlara eşlik ederdi. Yemeğini yedikten sonra arkadaşlarından müsaade isteyip yanlarından ayrıldı. Arabasına bindi; fakat evine gitmeyi düşünmüyordu. Dolmabahçe Sarayının yanındaki çay bahçesinde kendini buluverdi. Uzun uzadıya baktı boğazın serinliğinde geçen gemilere. Oğlan aklına gelmişti ve yalnızca onu; ama yalnızca onu düşünmek istiyordu. İlk karşılaşmalarından ayrıldıkları ana kadar her şeyi tamamen hatırlıyordu. Aşk bu muydu diye sürekli içindeki kız sorup duruyordu. Bir türlü cevap vermekten kaçınıyordu, niye böyle yapıyordu o da bilmiyordu. Sonra kendi kendine oğlana söyledi sözleri tekrarladı ve nasıl böyle bir şey yaptığına inanamadı. Aşk buydu ama kız farkında değildi. Kız oğlanın karşısında yüreğinin sesini dinlemişti, duyguları yerini sözcüklere bırakmıştı. Aşk bir kez daha galip gelmişti o an, ilkelere ve ideallere karşı. Kız arabasına bindi ve uzaklaşırken Aşkını da yanında götürmeyi ihmal etmemişti. Evine, o muhteşem boğaz manzaralı mekâna varmıştı. Arabasını garaja park etti ve evine girdi. Sıcak bir duş alıp her zamanki yerinde, penceresinin önündeydi yine. Oğlanı düşünmeye kaldığı yerden hız kaybetmeden devam ediyordu. Evet, Âşık olmuştu, içselleştirmiyordu Âşıktı hem de delicesine. Dakikalar dakikaları, saatler saatleri kovaladı. Vakit çok geç olmuştu. Kızın (prensesin) uykusu gelmişti, yatağına uzandı göz kapakları ağırlaştı ve eşsiz yolculuğuna doğru yol aldı.
Sabahı çok güzel bir şekilde karşıladı, güneş tam da üzerine vuruyordu. Kız aşağıya indi, bahçeye çıktı. Çok güzel bir hava vardı o gün. Güneş ışıl ışıl yüzü ile adeta kıza gülümsüyordu. Tam istediği gibi bir havaydı. Çalışmak için harika bir gün dedi kendi kendine. Oysa hava tam da gezilecek, sevgili ile buluşulacak, Aşk şarkıları söylenip sevgi kabarcıklarının patlatılacağı bir havaydı. İdealist kızdı ne de olsa. O çoktan arabasına binip işin yolunu tutmuştu. Kahvaltı yapmadan çıkmıştı evden, iş yerinde yaparım dedi, sonra bir anda nedenmiş canım bugün de dışarıda yapacağım diyerek bir kahkaha patlattı. İş yerinin oraya gelince arabasını park etti ve kahvaltı yapacak bir yer bulmak için yürümeye başladı. Sağa sola bakınırken gözüne bir şey takıldı. Dikkatlice bakmak için cama doğru yaklaştı ve gördüğüne inanamıyordu. Bu oydu, oğlanın ta kendisi, karşısında çayını yudumlarken oğlanla göz göze geldiler. Kız tesadüflere inanmazdı ve bunun bir açıklaması olmalı diye mırıldandı kendi kendine. Şaşkınlıkla sevinci bir arada yaşıyordu; ama bunun adını koyamıyordu. Çünkü onun adı AŞK’tı. Kelimeleri kifayetsiz bırakan, anlatmaya kimsenin gücü yemediği, tüm fanilerden uzun ömrü olan, her insanın hayatının bir evresinde ona bulaştığı tarifsiz bir şeydi. AŞK’tı bu nasıl anlatılabilirdi ki? Hiç konuşmadan içeri girdi ve…
Oğlan kızı karşısında görünce adeta lal oldu tüm benliği. Sadece, ama sadece kıza bakıyordu, gözlerinin içine. Evet, bu oydu. Âşık olduğu kız şu anda karşısında duruyordu. İyice aptallaşmıştı oğlan, Aşk insanı ne hale düşürüyordu. Kızın içeri girmesiyle ayağa kalktı ve kıza doğru yürümeye başladı; fakat O uçtuğunu zannediyordu. Kızda ona doğru yürüyordu –uçuyordu-. Ve iki melek yeryüzünde buluştu. Hem de tüm fanilerin gözü önünde. Ortalığı hoş bir koku sardı, koklayanları mest eden, etrafına gülücükler saçtıran, sağa sola tatlı bakışlar serptiren bir kokuydu bu. AŞK’tı bu kokunun adı, saf ve tertemiz masum AŞK. Formülü çok basitti. Biraz sevgi, biraz inanç, biraz kader –kimileri için şans-, biraz da esrarlı bir şeyler kattın mı içine alsana AŞK. Sevgi, inanç, keder –şans- belki bulunabilirdi; ama esrarlı bir şeyleri bulmak kolay değildi. Buldun mu zaten orada AŞK vardı, yoksa orada AŞK’tan bahsedilmemeliydi.
AŞK bugün iki perinin kalbinde yerini buldu. Kim bilir belki yarın senin kalbine bir peri yollar. AŞK efsunlu bir büyü, onu aramaya kalkma bulamazsın, bulamayınca yaşayamazsın, bırak O seni bulsun çok geç olmadan.
Fatih Mehmet Mirza
11.02.2009
www.seniarayansesim.com