- 1222 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Acı Düş
ACI DÜŞ
Buz tutmuş cam sarsılmaktaydı. Gecenin karanlığı ve rüzgârın çıkardığı soğuk uğultu iç ürperticiydi. Gökyüzünde bulut yoktu. Ayın fersiz ışıkları, yapraksız ve karla kaplı kavak ağaçlarında soğuk rüzgârla birleşerek korkunç gölge oyunları haline getiriyor, gecenin ayazında oynaşan hayaletlere benzetiyordu.
Nereden geldiği anlaşılamayan kurt ulumalarına köpek sesleri karışıyordu. Çatıların ve sokak çeşmelerinin uçlarından buzlar sarkıyordu.
Kasabanın bazı yüksek bacalarından dumanla karışık kıvılcımlar çıkmaktaydı. Bazı bacalardan sönük bir duman çıkarken bazılarından hiçbir şey çıkmıyordu.
Sandalye gıcırdadı, adam geriye yaslandı. Cebinden bir sigara çıkardı, yaktı. Ayaklarını masanın altından çekerek masanın üzerine uzattı. Bir müddet çorapların içindeki ayaklarına baktı. Parmaklarını oynattı. Hareketsizlikten ve soğuktan uyuşmuştu. Dönüp mangala baktı. Yanmakta olan tezek sönmek üzereydi. Mangalın üzerine dumanın gitmesi için bacaya bir boru bağlamıştı. Borunun ucuna da tenekelerden genişçe havalandırma sistemi yapmıştı. Duman oradan dışarı çıkıyordu fakat tezek kokusu yine de odaya yayılıyordu.
İniltiye benzer sesler çıkararak sandalyesinden kalktı. Yandaki odaya gidip parçalanmış yarım kalıp tezekle geri geldi. Mangalın üzerinde parçalayarak dağıttı. Mangala dökülen küçük parçalardan anında dumanlar çıkmaya başladı. Tutuşmalarını bekledi bir zaman. Gözleri mangaldan çıkan dumanlardaydı. Masaya yönelip sigarasından bir nefes daha çekti. Mangalın yanına çöktü. Közlere doğru uzattı sigarasını. Külünü tezeklere sürterek attı. Isırarak içerdi sigarasını. Küçük bir iki nefes çekti tekrar peş peşe. Sonra derin bir nefes çekip mangala doğru üfürdü. Sonra kalkıp masasına doğru yürüdü.
Sandalye iki tahta arka bacağın üzerine duruyordu. Ön bacakları yerden birkaç santim yukarıda duruyordu. Ayakları yine masanın üzerindeydi ve geriye doğru yaslanmıştı. Sigarasını söndürmek için ayaklarını yere indirdi. Kül tablasına iyice bastırdı sigarasını. Nasırlı parmaklarını daktilonun tuşlarının üzerine yerleştirdi. Parmakları çok seri hareket ediyordu. Gözleri karşıda bilinmeyen bir noktaya takılmıştı. Düşünceleri şekil alıyor, görünüyordu beyninde. Oradan kollarına, ellerine ve parmaklarına gelip harflere ve kelimelere dönüşüyordu.
Başını yavaşça kollarının arasına aldı. Parmakları hâlâ yazıyordu. Gözleri döşemenin aralıklı tahtalarında, beyninde ki farklı görüntülere bakıyordu.
Daktilodaki kâğıdın sonuna gelip gelmediğine bakıyordu arada. Biten kâğıtları ayırıyor, karbon kağıdını bir tarafa koyuyor ve yazdığı kâğıtları ters olarak masanın bir tarafına ayrı ayrı koyuyordu. Tavandan aşağı inen düşük voltajlı lambanın sarı ışıkları, adamın kestane rengi saçlarına bambaşka bir renk kazandırıyordu. Başını kaldırdı. İşaret parmağı ile ensesini kaşıdı. Daktilonun sesi susmuştu. Beyninde bir mekanizmanın anahtarı oradaymış gibi parmağını oynattı. Ağzını yana doğru açtı. Kollarını dirsekten kırık bir şekilde arkaya doğru çekti. Esnedi. Ağzından anlamsız bir ses çıktı. Parmaklarını tekrar tuşlara uzattı ve tuş sesleri arasında kayboldu.
Tuş sesleri çalışırken sesi duyulmayan metal saat masanın üzerinde duruyordu. Duvarda eski bir kilim vardı. Yanında boş bir çerçeve vardı. Mangaldan çıkan kızılımsı ışıklar odaya yayılıyordu. Kapının yanındaki bir somyanın üzerinde, katlı vaziyette duran pijamalar sahibini bekler gibiydi.
Adam yazmaya devam ediyordu. Rüzgâr kesilmiş, uğultular susmuştu. Hayaletlere benzeyen gölgeler hareketsiz duruyordu. Gözlerini pencereden yazdığı son kâğıda çevirdi. Daktilodan kâğıtları çıkardı. Bir müddet baktı, ayırdı, karbon kâğıdını daktilonun, yazılı kâğıtları da diğerlerinin üstüne koydu.
Ceketinin cebinden bir mektup çıkardı. Açılmamıştı henüz. Köşesinden yırtarak içindekini çıkardı. Dudaklarında acı bir gülümseme ile okumaya başladı. Yüzü asıldı okudukça. Sonra buruşturarak mangala doğru fırlattı mektubu. “Lanet olsun hepsine!” diye bağırdı. “Bir gün bana yalvaracaklar!”
Masaya doğru yöneldi. Az önce bitirdiği kâğıt destelerinden birine dokundu okşar gibi. Dokunuşuyla sakinleşti. Kendinden emin bir tebessüme gözlerindeki ışıklar eşlik etti. Bütün yorgunluğunu dışarı atmak istercesine derin bir nefes çekti. Bir sigara daha çıkarıp yaktı buz tutmuş pencereye doğru yürürken. Dumanını keyifle içine çekti. Camdaki buza doğru eğilip dumanı buza üfürdü. Buzun rengi değişti hafifçe.
Dışarıda kuru bir soğuk hüküm sürüyordu. Kar beyazının yarı aydınlattığı ağaçlara baktı. Pencere küçüktü. Eğilip gökyüzünü seyretti bir zaman. “Yıldızlar da üşümüş!” dedi kendi kendine. Sigara acı gelmeye başlamıştı. Damağındaki acılığı sevmiyordu. Bu çok fazla içtiği anlamına geliyordu. Pencereden ayrılıp sigarayı mangalın içine attı.
Mangalın yanındaki maşa ile tezekleri karıştırdı. Köz sabaha kadar yetecek mi diye baktı. Kalktı, kahverengi kalın ceketini çıkarıp duvardaki çiviye astı. Pantolonu çıkarıp dikine çizgili pijamasını giydi. Bacakları kıllıydı. Önü v yaka kazağını ve gömleğini çıkarmayı düşündü sonra vazgeçti. Üst pijamayı kaldırıp kenara koydu sonra yorganın altına girdi. Yatak soğuktu. Dönüp destelere bir daha baktı. Yine gülümsedi. Duvardaki elektrik düğmesine uzanıp lambayı söndürdü.
Mangaldan hafif bir kızıllık yayılıyordu odaya. Arada küçük çıtırtılar duyuluyordu. Saatin sesi diğer sesleri bastırmaya başlamıştı. Sırtını mangala doğru dönerken eliyle yorganı çekiştirip üzerini örttü. Başının yarısı da yorganın içinde kalmıştı. Bir iki defa küçük kımıldanıştan sonra hareketsiz kaldı.
Adı Yılmaz idi. İsimlerle karakterlerin ilgisi var mıydı bilmiyordu ama kolayca yılmazdı aksiliklerden. En sonu neredeyse oraya kadar giderdi. Olamayacağına inandığı yerde bırakırdı mücadeleyi.
Askerden teskere alalı üç yılı geçen bir zaman olmuştu. Ne annesini tanımış, ne de babasını görmüştü. Bir yuvada büyümüştü. Nüfus cüzdanlarının saklandığı yeri öğrenmiş, bir fırsatını bulup almıştı kendi cüzdanını. En sonunda pencereden atlamıştı bir gece yarısı. Kaçmıştı. Ayaklarının yere dokunduğu andan itibaren de hayatla mücadelenin başlayacağını biliyordu.
On beş yaşındaydı o zamanlar. “ İnsan doğar, bir şekilde yaşar ve ölür.” diyordu. Bunun ötesinde bir şey olamazdı Yılmaz için. Dolayısıyla da korkulacak bir şey yoktu. Yuvadan uzaklaşırken de bir şekilde hayatını devam ettireceğini düşünüyordu.
Genç ve güçlüydü. Bilgiliydi. Yurt kütüphanesindeki kitapların nerdeyse tamamını okumuştu. Amelelik yapıyor, yük taşıyor, bulduğu her işte çalışıyordu. En büyük zevki, dinlenme zamanlarında bulabildiği yazılı şeyleri okumaktı. Dergi yaprağı, gazete parçası. Eline ne geçerse okuyordu. Bir de insanları tanımak, şehirleri görmek, bütün şehirlerde iki üç ay kalarak yaşamaktı hayali.
Şehirden şehre giderken daima trenleri tercih ediyordu. Yolculukları pahalıya gelmiyordu. İlk gittiği şehirlerde aç kaldığı da oluyordu arada. İş buluncaya kadar fırınlardan yayılan ekmek kokularıyla doymasını da öğrenmişti.
Pişman değildi yuvadan ayrıldığına. Kaderi nasıl ise öyle yaşayacaktı ve muhakkak yokluğun bir sonu olacaktı. İnançlıydı. Her işte bir hayır olduğu fikrinden hiç vazgeçmemişti. Kızdığı, üzüldüğü durumlar çok olmuştu fakat en sonunda “Bunda da bir hayır vardır.” diyerek kendini teselli ediyordu.
Yeni bir iş bulmuş ancak henüz başlamamıştı. Bir apartmanda kapıcılık yapacaktı. Kaloriferliydi. Kazan dairesinin yanında bir odası, banyosu tuvaleti olan bir yer vereceklerdi. Maaşı da olacaktı. En güzeli de odası sıcak olacaktı. Üşümeden yazabilecekti yazılarını. Hemen kabul etmişti teklifi. Karnı doysundu, daktilosuna şerit, kâğıt ve karbon alabilsindi yeterdi. Çift kâğıt kullanıyordu aralarına koyarak. Böylece bir kopyası kendisinde kalıyordu.
Bitpazarından aldığı kullanılmış bir daktiloyu büyük bir heyecanla taşımıştı. Yazmasını zaten yurtta açılan bir kursta öğrenmişti. On parmak denilen şekilde yazıyordu. Aslında tuşlara sekiz parmak vuruyordu. Arada başparmakları boşluk bırakmak için kullanılıyordu. Gözü kapalı yazabiliyordu. Ya da okurken bir yandan yazabiliyordu okuduğunu. Daktilosuyla bir bütün olduğunu hissediyordu çoğu zaman. Arada büyük bir titizlikle yağlıyordu ince makine yağı ile. Bozulmamalıydı.
Yazdıklarını yayınevlerine gönderiyordu. Henüz olumlu bir cevap alamamıştı gönderdiklerine. Gelen cevaplar tatlı bir dille basılmaya değer bulunmadığını ifade ediyordu. Editörler çok acımasızlar diye düşünüyordu. Ama bir gün ikna edecekti onları. Kabul ettirecekti yazdıklarını. Ondan sonra da onları kendisi uğraştıracak, acısını çıkaracaktı bir şekilde…
Çam kokularının arasında bir evdeydi şimdi. Bahçesinde hemen her renkten çiçekler, güller vardı. Yan tarafında bir yüzme havuzunun içi mavi boyalıydı. Etraf çitle çevriliydi. Pencereleri dışarıdaki manzarayı yansıtıyordu yine dışarıya.
İçi sade döşenmişti. Lüzumsuz eşya yok gibiydi. Üzerinde yürürken hafif bir ezilme sesi çıkarıyordu yumuşak halılar.
- Girin! dedi Yılmaz kapı vurulunca. Pencereden dışarı bakıyor, yeşilin diğer bütün renklerle neden bu kadar uyumlu olduğunu bulmaya çalışıyordu.
Siyah takım elbiseli, ak saçlı biri kapıyı açıp içeri girdi.
- Efendim dört gazeteci gelmiş. Sizinle röportaj yapmak istiyorlarmış. Ne yapmamı istersiniz? İçeri alayım mı, meşgul olduğunuzu mu söyleyeyim? dedi. Bir an durdu Yılmaz, sonra:
- Bırak gelsinler! dedi masasına doğru yürürken. Adam dışarı çıktı aynı saygıyla.
Kahverengi ile vişneçürüğü rengi arasındaki masanın arkasında aynı renkte tahtası olan yumuşak bir koltuk vardı. Ona oturdu. Sigaralıktan bir sigara alıp yaktı. Yabancı marka bir sigaraydı. “Eskiden birinci bulamıyordum. Şimdi yabancı markalı sigaralar kullanıyorum hem de çeşit çeşit.” dedi mırıltı halinde. Başını sağa sola salladı. Masanın kenarındaki eski daktilosuna dokundu. “Sayende.” dedi yavaşça.
Kapı vuruldu bir müddet sonra. Yılmaz, “Giriniz!” dedi dışarıdan duyulacak şekilde. Aklına editörlerin gönderdiği cevaplar gelmişti. Şimdi kapıyı vurarak içeri giriyorlardı gazeteciler.
-Buyurun oturun! diyerek yer gösterdi gazetecilere. Muhabirler kendilerine uygun buldukları yerlere oturdular. Ellerinde not yazacakları küçük defterler ve kalemler vardı.
- Hoş geldiniz. Nasılsınız? diye sordu nezaketen.
- Teşekkürler Yılmaz Bey. İyiyiz. cevabını aldı yine nazikçe.
Orta sehpanın üzerindeki çeşitli marka sigaraların bulunduğu sigaralığı göstererek ikram etti:
- İçmez misiniz?”
Bayan muhabir hariç diğerleri alıp yaktılar. Farklı gazetelerin muhabirleriydiler. Aynı arabayla gelmişlerdi. Fotoğraf makineleri yanlarındaki çantalarda hazır bekliyordu. Uzun ve düz sarı saçlı bayan muhabir kalemini ve defterini yazılacak hale getirdikten sonra sordu: Gözleri kahverengi ile yeşil arası bir renkteydi.
-Yılmaz Bey, bu romanı yazdığınızda, böyle bir başarı kazanacağınızı, bu kadar çok satılacağını düşünmüş müydünüz?
- Evet dedi Yılmaz. Rüyamda görmüştüm. İnanıyordum da zaten. Başarılı olacaktım, çünkü okuduğum pek çok romandan daha güzel olmuştu diye düşünüyordum. Yanılmamışım.
Diğer muhabirlerden gözlüklü olanı:
- Neden şehirden uzakta yaşamayı tercih ettiniz? Bir nevi inzivaya çekiliyorsunuz gibi. Sizin gibi meşhur olanlar, tam aksine toplumun içine girer, her yerde görünürler. diye sordu, sonra ekledi:
- İnsanlardan mı kaçıyorsunuz?”. Kalın bir sesi vardı muhabirin
Yılmaz, derin bir nefes çekti ve gayet rahat bir şekilde cevap verdi:
- Hayatım genellikle yalınız geçti. Kalabalığı pek sevmiyorum. Pek çok şehir gezdim, pek çok insan tanıdım. Aralarında, duyduğunu, gördüğünü, okuduğunu yorumladıktan sonra yüreğine gömen gerçek dostlar olduğunu gördüm. Yine gördüm ki bunlar çoğunluktaydı, bazı dostlar duyduklarını, gördüklerini ve yanlış yorumlarını bir küçük tebessüm ve dedikodu uğruna çenelerine gönderiyor. Eğer, sessiz, çok sevdiğim yeşillikler ortasına bir yerde yazı hayatımı devam ettirmemi kaçış olarak değerlendiriyorsanız, ancak bu tür dostlardan ve bu tür dostluklarından kaçış olabilir.
Gülümsüyordu. Muhabirlerden biri konuşacak gibi olunca onu işaret parmağını kaldırarak susturdu.
- Benim gizleyecek, saklayacak bir şeyim olmadı. Fakat çevremde gördüklerim bana bu sonucun kesin olduğunu gösterdi. Siz burada dört kişisiniz. Hayatınızı düşünün. Size en büyük kötülüğü yapan yahut sizi en fazla üzen insanlar sizin neyiniz idi? Cevaplamayın ama düşünün bir defa. Eminim ki verdiğiniz veya vereceğiniz cevap dostlarınızı işaret eder. Dost diyorum ya artık adını siz koyun.
Bir müddet sessizlikten sonra, hafif bir tebessümle devam etti:
- Dostluk diyorum ya, bu sadece aynı cinsler arasında olabilir diye bir kaide yoktur aslında. Karşı cinsler arasında da karşılıksız dostluklar, beklentisiz gerçek dostluklar mümkündür. Ama dostluğu kavrayamayan insanlar, işin altında hemen cinsellik ararlar. İnsan beyni, neyi ne zaman düşüneceği kestirilemeyen bir organdır. Gerçek dostlar arasında cinsellik düşünülemez mi? Düşünülebilir ama o dostluğun temeli kesinlikle o değildir. Bu tür karşı cins dostluklarında beyin cinsellik düşünse bile, dostlukları boyunca bundan bahsedilmeyebilir. Dostluk her şeyden önce gelir gerçek dostluğa değer veren insanlar için. Bir hikâye vardır bilirsiniz altın heykelcikler hikâyesi. Üçü de aynı olan altın heykellerden farklı olanın bulunması istenir. Hepsinin gözlerinde ve kulaklarında küçük delikler vardır ve birinde bu delikler kalbe, diğerlerinde ise heykelciklerin ağzına gider. Son durağı kalbi olanları tercih etmeye çalıştım hep. Yalnızlığımın sebeplerinden biri de bu olabilir.
Yılmaz’ın her söylediğini dört muhabir ellerindeki defterlere not alıyorlardı. Yılmaz:
- Bir şey içer misiniz? Sormayı unuttum kusura bakmayın. dedi. Masanın altındaki düğmeye bastı bu arada. Bu düğme, yaşlı adama hem sesli hem de ışıklı olarak çağrıldığını haber veriyordu.
Yaşlı adam, yuvada iken Yılmaz’a devamlı kitap bulup getiren Hikmet Amcadan başkası değildi. Yılmaz onu bulmuş ve birlikte yaşamalarını teklif etmişti. Yılmaz için o babaydı. Abiydi. Gerçek bir dost idi. Yalnız yaşıyordu o da. Ailesinin bütün fertlerini bir trafik kazasında kaybetmişti.
Hikmet Amca içeri gelmeden önce, muhabirler çay istediklerini söylemişlerdi. Yılmaz da çayı çok severdi ve evinde çay her zaman hazırdı. Hikmet Amca’ya çay getirmesini söyledi. Zayıf ve ince bıyıkları olan muhabir elini hafifçe kaldırarak konuşmak istediğini belirtti:
- Kaç yaşındasınız?
- Yirmi dokuz.
- Böyle bir romanı yazabilmek için genç değil misiniz?
- Belki de öyleyim. Fakat büyük romanları yaşlı yazarlar yazacak diye bir kural olmamalı bence, böyle de bakılmamalı. Önemli olan beden yaşı değildir. Olgunluk yaşı, hayata bakış açısı, yaşanılan tecrübelerden sonuç çıkarma yeteneği, çevresindeki her şeyi inceleyici bir gözle görebilme, okuduğunu hem mana, hem de şekil bakımından kavrayabilme yeteneği önemlidir bence. Beden yaşı olarak söylediğiniz gibi genç biriyim.
Hikmet Amca gelmişti. Elindeki tepsiden aldığı çayları önce Yılmaz’dan başlayarak dağıttı. Sonra Yılmaz’ın gözlerine baktı “ Başka bir şey ister misiniz?” dercesine, Yılmaz gülümseyerek karşılık verince Hikmet Amca odadan çıktı. Muhabirleri inceledi bir müddet. Giyimlerine baktı, yüzlerinde dolaştı gözleri Yılmaz’ın. Bayan muhabirde biraz daha uzun kaldı bakışları. İçinden “Güzel kızmış!” dedi. Bir an göz göze geldiler. Bayan muhabir anlamış gibi başını önüne eğdi. Saçları yanaklarına dökülmüştü. Başını kaldırıp:
- Romanınızda zengin insanlarla fakirler arasında bir mukayese göze çarpıyor. Fakir insanlar daha ön plana çıkıyor. Bunun sebebini açıklar mısınız? diye sordu.
Yılmaz, bir an düşündü.
- Her yazar, eserlerine yaşadıklarından katar. Çünkü en iyi bildiği şey, yaşadığıdır. Ben de hayatımın büyük kısmını fakir insanlarla geçirdim. Çok zengin insanlarla tanışma, birlikte yaşama fırsatım olmadı. Dolayısıyla, eserimde de ön plana onlar çıkmalıydı. Öyle de oldu.
Diğer muhabirlerden hiç konuşmamış olanı Yılmaz’ın cümlesi biter bitmez:
- Sizce zengin insanlar nasıl kişiliklere sahiptir? diye sordu. Yılmaz, içini çekti. Bir an ne söyleyeceğini düşündü.
- Pek fazla tanıdığım olmadığı için kesin bir şey diyemiyorum fakat yorum yapabilirim romanımda yaptığım gibi. Öncelikle şunu belirteyim zengin insan kötüdür diye bir düşüncem yok. Olmaz da. Ancak, zengin insan bana göre korkan bir insandır. Elindeki varlığını ne pahasına olursa olsun kaybetmemeyi hedefleyen biri olmak zorundadır. Varlığını kaybetmekten korkar. Bunun için de zamanla kendilerinde var olan insani değerleri görmezden gelebilirler. Yaptıkları insanlık ferdi değildir çoğu zaman. Çünkü fert sayısı çoktur. Yaparlarsa toplu olarak yaparlar. O yardımdan fayda görmeyenler tarafından hoş karşılanmaz. Gelirlerine göre yaşamak zorundadırlar. Böyle yaşayışları yaşayamayanlar tarafından görünüp bilindikçe hoş karşılanmaz. Şu an ben zenginler sınıfına girdim. Üstelik bana miras da kalmadı. Fakirliği de çok iyi bilirim. Sizce ne yapmalıyım? Düşünelim, bütün malımı mülkümü fakirlere dağıtsam, fert başına düşen gelir diş kovuğunu doldurmaz yardım ettiğim insanlar için. Yani işe yaramaz. Çok iyi tanıdığım birilerine yardım edebilirim. Sayısı az olmak şartıyla. Yahut toplu olarak bir şeyler yapmaya çalışırım. Şu an yaptığım gibi, gelirken geçtiğiniz köye bir okul yaptırma kararı aldım. İnşallah bitireceğim. Bence oradaki çocukların geleceklerine etki edecek bir yardım. İleride bir de sağlık ocağı yaptırırsam ne mutlu bana. Yani benim gibi, diğer zenginlerin de her gördüğü fakire yardım yapma lüksü yok. Sadece, bana göre yapılmaması gereken şey, hayatlarındaki erişilmesi zor olan yaşayış tarzlarını, başkalarının gözleri önüne sermemelidirler. Benim kalabalıktan kaçma sebeplerimden biri de budur.
Arada yudumladığı çay bitince, bardağı tabağına koyup masanın kenarına doğru itti.
Soruyu soran muhabir: “Anladım.”, dedikten sonra “ Başka bir soru sorabilir miyim?” diye sordu. Yılmaz tebessüm ederek başını eğdi hafifçe. Muhabir sordu:
- Evlenmeyi düşündüğünüz biri var mı şu anda? Bekâr olduğunuzu biliyoruz.
Yılmaz:
- Bu soruyu bekliyordum, dedi yine gülümseyerek. Gülümsemeyi çok seviyordu. Hayatında en çok yaptığı şeydi. Karşısındaki insana da bulaşıyordu üstelik. Güzel bir olaydı. Sözüne devam etti:
- Elbette evlenmeyi düşünüyorum ama evlenmeyi düşündüğüm biri şu an yok.
Bayan muhabir araya girip:
- Nasıl biriyle evlenmek istersiniz? Özellikleri ne olmalı? diye sordu.
- Nasıl biri olmalı? diye tekrar etti Yılmaz. Kısa bir düşünmeden sonra cevapladı soruyu:
- Bana göre evlilikte iki önemli unsur var. En önce geleni ortak zevklerin olmasıdır. Benim okuyup beğendiğim bir kitabı beğenmeli, dinlediğim bir müziği severek dinlemeli, seyrettiğim bir filmden aynı zevki alabilmelidir. Bu hayat boyunca devam edecek, etmesi gereken evliliklerin ilk şartıdır bence. Böyle birini bulursam ve samimi olduğuna inanırsam hemen evlenmek isterim. Bulur muyum bilmiyorum. Bir şekilde ve bir gün muhakkak evleneceğim. En azından ortak ilgi alanlarımızın en fazla olduğuna inandığım bir bayanı tercih etmeye çalışacağıma emin olabilirsiniz. Tabi öncelikle tanımam ve onun da beni tanıması gerekir. Diğer şart ise…
Boş bardaklar gözüne takılmıştı. Yine düğmeye bastı.
- Birer çay daha içelim. diyerek, gelen Hikmet Amca’ya, “Çaylarımızı tazeler misin Amca?” dedi. Hikmet Amca, boş bardakları alıp çıktı. Yılmaz sözüne devam etti:
Diğer şart ise yüreğimin o bayanı sarması, okşamasıdır. Onu gördüğüm zaman, atışlarında fark olmalıdır yüreğimin. Boyu, kilosu, saç rengi, güzellik derecesi zaten kalbimde değişik bir atma meydana getirdiyse tam bana göredir. Aynı zevkleri yaşayabiliyorsak bu zaten bana karşı samimi ve dürüst olduğunu gösterir. Güzellik zaten bir zaman sonra değişir. Evliliklerde bakılan yer aslında yürektir. Pek çok insan evlendikten sonra eşim güzel, eşim yakışıklı diye bakmaz eşine. Aslında baktığı yer eşinin yüreğidir. Samimiyetidir, dürüstlüğüdür, ortak zevkleridir, birlikte olduğu insandır…
İçini çekti. Gece çok geç saatlere kadar yazmıştı yine. Boynu ağrıyordu. Sağa ve sola doğru eğdi kafasını. Boynunda kütürdemeler geldi. Sözüne devam etti:
- Okuduğum ve gördüğüm evliliklerde genellikle ortak ilgi alanlarının olmadığını ya da çok az olduğunu biliyorum. Bütün problemler de burada başlıyor. Bu evlilikler bitebiliyor çok çabuk, bazen de her şeye rağmen çocukların hatırı için devam edebiliyor. İki taraf için de mecburi bir evlilik oluyor. Şekeri ve tuzu çok az olan bir evlilik… Bulabilirsem şayet, ortak zevklerimin en fazla olduğu bir bayanla evlenmek isterim.
- İnşallah öyle birini bulursunuz Yılmaz Bey. dedi bayan muhabir.
- Siyasete atılmayı düşünüyor musunuz ileride? diyen muhabirin sararmış parmak araları Yılmaz’ın dikkatini çekmişti.
- Siz de sanırım benim gibi çok sigara içiyorsunuz. Aslında bize bir şey verdiği yok bu sigaranın ama hem el alışkanlığı hem de nikotin alışkanlığı hissettirmeden zehirliyor bizi değil mi? Dedi yılmaz sonra muhabirin cevaplamasına fırsat vermeden sözüne devam etti:
- Siyaset farklı bir alan. Hayatım boyunca siyaset yapmayı düşünmüyorum. Benim işim yazmak. Roman ve hikâye yazarlarının siyaset yazmamaları taraftarıyım. Onlar toplumu anlatmalı, sıkıntılarını ve mutluluklarını yazmalı. Siyaseti ise başkaları yapmalı. Siyaseti makaleleriyle, denemeleriyle yazmayı kendisine görev kabul etmiş olanlar hariç tabi. Onlar da bir kısım siyasetçilerin destekçisi, bir kısmının da aleyhinde olan yazarlardır. Kısaca roman ve hikâye yazarı, toplumu tanımalı, toplumu okumalı ve onu yazmalıdır. Siyaset değil. Bu sebeple ben de siyaset düşünmedim, düşünmeyeceğim de. Geçmişte, çeşitli devletlerden armağanlar, teşvik primleri alarak reklam yapıp, o devletlerin siyasi politikalarına destek olan yazarlar olmuştur. Bu gün de olacaktır yarın da. Bana göre uzmanlık alanlarında hizmet esas olmalıdır. Bir yazarın uzmanlık alanı da insan ve insan yaşayışıdır. Hem benden siyasetçi olmaz. Olmayacak şeyleri vaat edemeyeceğim gibi, bir aksilik çıkar da yapamazsam, diye olabilecek şeyleri de vaat edemem. Benim işim yazmak. Yaşadığım sürece yazmaya çalışacağım.
Bayan muhabir yazmayı bitirdikten sonra:
- Çocukları sever misiniz? Evlenirseniz çocuğunuz olsun ister misiniz? diye sordu. Yılmaz, bir müddet bayan muhabirin gözlerine baktı yine.
- Çocuklar sevilmez mi hiç? Dünyanın en masum, masum olduğu kadar da zeki olan yaratıklarıdır. Çevresini yeni görmeye başlayan çocukları izlediniz mi hiç? Ben yurttayken gelirdi öyle çocuklar. Her yeni şeyi gözleriyle içerler. Bir de muzipçe gülümsemezler mi? Bayılırdım onları izlemeye. Çoğuna dadılık bile yaptım sadece konuşamıyorlar ama her şeyi anlıyorlar mı diye. Neler yapmadım çözebilmek için. Sonunda anladıklarına inandım…Çok yaratıcıdırlar.
Teker teker her birinin gözlerine baktı.
- Sizlerin çocukları var mı bilmiyorum. Gerçek dsttur çocuklar. Daha önce bahsetmiştim dostluktan. Hep temizdir niyetleri. Onlar nasıl sevilmez. Bir de ne güzel kokarlar. Birkaç çocuğum olsun isterim. Onları kızdırmak, şaşırtmak, onlarla yerlerde yuvarlanmak… Onları fark ettirmeden yönlendirmek…
Yılmaz sözünü bitirmişti ki Hikmet Amca içeri girdi kapıya vurarak.
- Yılmaz Bey, muhtarla randevunuz vardı n okul işi için. Hatırlatmamı istemiştiniz.
- Peki Amca, dedi Yılmaz. Muhabirlere dönerek:
- Tekrar gelmek isterseniz gelebilirsiniz. Birileriyle sohbet etmek beni de rahatlatıyor.
Muhabirler yerlerinden kalkarken çantalarından fotoğraf makinelerini çıkardılar.
- Fotoğraf da çekmemiz gerekiyor dedi ince bıyıklı olan. Daktilonun yanında da çekebilir miyiz? diye ekledi bayan muhabir.
Yılmaz, gazeteciler fotoğraf çektikten sonra kapıya kadar uğurladı. Sonra giyinmek için odasına yöneldi…
Aniden gözlerinde şimşek gibi bir ışık parladı. Biri alnına bir şey vurmuştu sanki. Büyük bir acı hissediyordu. Ne olduğunu anlamak için etrafa bakmaya çalıştı. Karanlıktı her taraf. Başını kaldıramıyordu. Bir şey alnını yatağa sıkıştırmıştı. Eliyle yokladı. Kalın ve ağır bir şeydi.
Şaşkınlığını üzerinden atamamıştı. Başını büyük acılar çekerek yana doğru çevirmeye çalıştı. Alnının üzerindeki şeyi oynatarak bunu başardı. Elleriyle kendini iterek o şeyin altından kurtuldu. Alnından bir şeyler akıyordu. El yordamıyla lambayı yakmak için anahtara uzandı. Lamba yanmadı. Birkaç defa denedi. Yine yanmadı. Aklına çakmak geldi. Masanın yanındaydı sigara paketiyle birlikte. Oraya doğru yürümeye çalıştı ayaklarına batan şeylere aldırmadan. Alnından da gözlerine akan bir şey vardı. Karanlıkta sağ eliyle gözlerinin üstünü temizliyordu. Masaya dokunduğunda el yordamıyla çakmağını aradı. Buldu ve yaktı. Anlayamadığı bir toz kokusu vardı odada. Duvarların sıvaları dökülmüştü. Ellerinde kan vardı. Gözlerine akıyordu alnından. Mendilini aradı. Çakmağın yarı aydınlattığı odasında ceketini buldu. Cebinden mendilini çıkarıp alnına bastırdı.
Dışarıdan kadın ve çocuk ağlamaları geliyordu. Arada erkek sesleri de karışıyordu bu ağlamalara. Bir müddet dinledi. Feryatlar devamlı artıyordu. Yazdığı yazılar geldi aklına. Çakmağı uzattı. Duruyorlardı. Ceketini giydi. Sonra mendili yine bastırdı alnına. Yazılara doğru yürüdü. Destelerden birini altından ikiye katlayarak aldı. Zımbalamamıştı. Dökülmesinler diye sıkıca tutup göğsüne bastırdı. Şaşkındı.
Kalbi gittikçe daha hızlı atıyordu. “Kaç! Kaç!” diyordu sanki bu sesler. Çakmağın ışığıyla kapıyı buldu ve hızla, yine ayaklarına batan sıva ve tahta parçalarına aldırmadan kapıya doğru gitti. Kapıyı açtı zorlayarak. Sıkışmıştı bir yerlere. Dışarı çıkarken elindeki mendili yine alnına bastırdı. Artık ayaklarına batan şeylerin acısını duymuyordu. Hızla ezbere bildiği merdivenlerden aşağı indi. Dış kapıyı açtı ve dışarıdaki haykırışların arasında yol boyunca koşmaya başladı.
Cadde ve sokaklar tenhalaştı. Evlerin sayısı azaldı. Kasabanın dışına gelmişti fakat koşmaya devam ediyordu. Nefes nefeseydi. Arada öksürüyordu. Koşmak için gayret ediyordu fakat gittiği yönde çok kalın bir kar tabakası vardı. Bir ayağı batıyor, onu kurtarmak için attığı diğer ayağı da kara saplanıyordu. Vücudunu bir titreme kaplamıştı.
Yürüyemeyeceğini anlayınca durdu. Eli hâlâ alnındaydı. Diğer elinde de yazdıkları vardı. Ay ışığının beyazdaki yansımasıyla etraf daha bir aydınlanmıştı. Çevresine baktı. Seslerden kasabanın uzakta olduğunu anladı.
- Ben burada ne arıyorum? dedi. Geri dönmek istedi. Çok yorgundu ve üşüyordu. Bütün gücünü toplayarak kasabaya doğru yürümeye çalıştı. Dizlerine kadar kara gömülüyordu çıplak ayakları. Gücü tükenmişti.
- Yardım edin! diye bağırdı bütün gücüyle. Birkaç köpek sesi cevap verdi. Gözleri kararıyordu. Ayağını kardan çıkarmak isterken yana doğru devrildi. Elini çekmişti alnından. Ama üstü ıslaktı. Süründüğü yerde iz bırakıyordu bu ıslaklık.
Elinde bir şey tuttuğunu fark etti. Baktı. Romanını yazdığı kâğıtlardı. Elini alnından çekti. Kâğıtları son bir gayretle rulo haline getirip, gömleğinin sol kolunun içine soktu.
Kanın damladığı karlar çöküyordu hemen ve bir cılız buhar yükseliyordu..
- Öleceğim! dedi. Sonra ekledi: Allah günahlarımı affetsin. Son bir gayretle şahadetini getirdi ve yavaşça sağ tarafına doğru yattı karların üzerine. Çok uykusu vardı. Üşümüyordu artık. Sadece uyumak istiyordu. Köpek sesleri uzaklaştı. Uyumuştu gittikçe büyüyen kanlı karların arasında…
Birkaç gün sonra, en çok gazetelerden birinde, büyük puntolarla “ Depremin en ilginç olayı” diye bir başlık atılmıştı. Haberde: Yazdığı ve henüz yayınlatmaya fırsat bulamadığı romana attığı imzadan, adının Yılmaz Seyhan olduğu anlaşılan bahtsız yazar, deprem anında yaralanmış ve şoka girerek kasabanın dışına çıkmış, izlerinden geri dönmeye çalıştığı anlaşılan Yılmaz Seyhan, kan kaybından ve donarak hayatını kaybetmiştir. Romanının ilk sayfasındaki vasiyeti üzerine, bu romanın geliri çocuk yuvalarına verilmek üzere, gazetemizin gayretleriyle baskıya verilmiştir.
Editörler, Acı Düş adlı bu romanın çok başarılı olduğu fikrinde birleşmişlerdir. Yılmaz Seyhan, kasabada defnedilmiştir.”