- 1286 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Unomastica alla Turca Üzerine
Yazar Notu : Bu yazı 2008 yılında aylık edebiyat dergisinde daha önce yayımlanmış olup tüm hakları yazara aittir, izinsiz kullanılamaz.
Unomastica alla Turca’yı yaklaşık iki ayda okuyabildim. Bu gecikmenin ana sebeplerinden biri İhsan Oktay ANAR külliyatının (biri hariç, tüm eserlerini okuma fırsatı buldum) ve diğer birkaç yarım kalmış kitabı bitirmem sureti ile geciktirmiş olmanın üzüntüsü içindeyim. Hakan ERDEM, 2000 ve sonrasında pek moda olan “Biz kimiz?”, “Kimler Efendi, kimler değil”, vb… gibi sorulara humoristik bir yaklaşımla cevap vermekte aslında.
Soner YALÇIN’la başlayan bu akım gittikçe sanatsal anlamda hız kazanmakta. Bu akımın en önemli ismi olduğundan dolayı ondan alıntı yapmayacağım.
Kitapla ilgili yorumum ise; bence tüm bu başrolünde tarihin yer aldığı serüven bir içgüdüye dayanmakta.
Korku;
Saklanmak, gizlenmek, güvende kalmak, hayatını her zaman ki düzeninde idame ettirmek tek bir güdüye bağlı sanırım o da korku. Bu güdü; İnsanoğlunun ellerini kullanmasından bugüne değin ona itici gücüne veren, ya da onu öteleyen en büyük içgüdü sanırım.
Korkuya ait çok iyi bildiğimiz birkaç tanım;
1 . Bir tehlike veya tehlike düşüncesi karşısında duyulan kaygı, üzüntü: "Yarı çocuk kalbimde korku, kapıya yaklaştıkça büyüyor."- Y. Z. Ortaç.
2 . Kötülük gelme ihtimali, tehlike, muhatara: "Yollarda korku kalmadı."
3 . Ruh bilimi Gerçek veya beklenen bir tehlike ile yoğun bir acı karşısında uyanan ve coşku, beniz sararması, ağız kuruması, kalp, solunum hızlanması vb. belirtileri olan veya daha karmaşık fizyolojik değişmelerle kendini gösteren duygu
(www.tdk.gov.tr/TR/SozBul.aspx?F6E10F8892433CFFAAF6AA849816B2EF05A79F75456518CA)
Ya da;
-varligi korumak ve surdurmek icin (bkz: psikilocikman)ve (bkz: otomatikman) gerceklesen bir tepki.
-etkiyi oluşturan için gurur tepkiyi veren için acizlik ifade eden duygu
-... hissedilmediği taktirde korkulması gereken his
-insanları birşeyleri yapamamaya, gerçekleştirememeye iten his. (Ekşi Sözlük sozluk.sourtimes.org/ (korku))
Bana göre korku başımıza gelmesini istemediğimiz bir olayın olmasını beklemek.
İnsani olarak Korku;
Bunu anlatabilmemin en iyi yolu alıntı yapmam olacak;
“Kale Kapıs, korkunun romanıdır; Mustafa’nın korkusunun romanı. (Bir Mustafa’nın korkusu mu? Köylülerin Salman Korkusu [Salman ortalıklarda görünmedikçe bu korku artat yoğunlaşır], jandarma korkusu… Ama asıl Mustafa’nın korkusu. Mustafa’nın tepeden tırnağa korku kesilmesi… korkunun bir insanı ne duruma getirdiğini, korkan insanın hayal etme gücünü, imgelemini bütün ayrıntıları ile Kale Kapısı’nda okuyoruz. Annesi Mustafa’yı doktora götürür. Çocuğun çok korktuğunu anlayan doktorun korku üstüne söyledikleri gerçekten ilginçtir;“İnsaoğlu biraz da böyledir, budur kızım. Hepimiz, bütün insanlar çılgıncasına korkuyu yaşıyoruz. Her an, her saniye, her şeyden korkuyorz. İnsanoğlunun mayası korkuyla yoğrulmuş. Çok ölüm gördüm, çok yaralanma, çok donma, çok savaş… Bir şey gördüm yalnız, bir şey vardır insanlıkta, tek şey o da korku. Bu çocuk da korkmuş, çok şükür ki korkusunu kusmuş, saldırmış adama. Bu korkunun ölümü aşma aşamasıdır. Ölümden öte bir yer var kızım, işte o da senin oğlunun yaptığıdır, ölümün, korkunun üstüne atılmasıdır. Üzülme kızım, çoğunlukla insanoğlu budur. Senin oğluna bundan böyle belki de hiçbirşey olmayacak, belki de senin oğlun, bu belirli huyundan ötürü bir şey olacak. (…) Belki eşkıya, belki babası gibi. Belki âlim, belki asker. Onda bu korku varken böylesine yoğun, elle tutulan, korkma. Bu korku onu bir yerlere götürecek korkma.” “(Yaşar KEMAL – Kale Kapısı - sf 117-118). (Fethi NACİ (İsmail Naci KALPAKÇIOĞLU) – Türk Romanında Ölçüt Sorunu - sf 292- 2002 – Yapı Kredi Yayınları )
“Korku insanın lanetidir” der Dostoyevski. Korkuyu en iyi betimleyen Yaşar KEMAL’dir bence. Sırf Kale Kapısı’nda betimlemez, Yer Demir Gök Bakır’da da vardır korku. Köylü başkasına duyduğu korkudan Taşbaş’ı ermiş ilan eder. Demirciler Çarşısı Cinayet’inde ağalar (Derviş Bey – Sarıoğlu Mustafa ağalar) öldürülme, -ölüm korkusundan – dolayı adeta yaşayan ölülere dönüşürler.
Yaşayışımıza, yerleşmemizde dahi korku etmeni hakimdir;“Anadolu’nun bugün en elverişsiz yerlerde 65 bin yerleşme noktasında toplanmış akıl dışı dağınık köy yapısı, merkeziyetçi Osmanlı düzeninin Batı üstünlüğü karşısında sürüklendiği buhranın eseridir.
Kurt hucumuna karşı at yılgıları kafakafaya gelerek, sıkı bir daire yaparlar. Köy evleri de tıpkı öyle birbiri üzerine abanarak küme yapıyordu. Bu küme çok defa kaplumbağa benzer. Çok alçam kapılardan hangi ocağın başına gidildiği kestirilemez. Ve tek bir dam halinde olan köyün üst sathındaki bacaların hangi kapıya ait olduğunu mal sahibi bile söyleyemez. Pencereler yok gibidir. Işık ve hava verme vazifesi bacalara ve kapılara bırakılmıştır. Bu köyler bugünde aynı hallerini muhafaza ediyorlar. (Doğan AVCIOĞLU – Türkiye’nin Düzeni – 1969 -2. Baskı - Bilgi Yayınevi –Sf 36)
Neden Korkmuşuz ?
Anadolu’ya geliş;
“İslâm dini önce Müslüman haklarla girdikleri ilişkilerin din değiştirmelerini gerekli kıldığı kişiler, sonra da, bu sayede itibarlarını arttıran kabile şefleriyle onların kabileleri kabul etti. Başkalarını kendi dinine sokmakla görevli bilginlerden çok , tüccarlar ve savaşçılar eliyle yayılan İslâmiyetin bu ilk biçimi, Oğuzların eski Şaman inançlarına fazla bir değişiklik getirmeyen katılaşmamış, derme çatma bir din yapısındaydı. Bunların kabul ettiği İslâmiyet, özel bir biçimdeydi. Bu, büyük din bilginlerinin İslâmiyeti değil, gezgin dervişlerin, kültür seviyesi farklı düzeylerdeki satıcıların ve askerlerin İslâmiyeti’ydi ve katıksız dogmadan çok, çeşitli ibadet biçimleri ve dualardan meydana gelmişti.
Selçuklular selefleri gibi çoban değil, ülkeler fetheden emirlerdi. Yağma seferleri dolayısıyla çok geniş bir bölgeye yayılmalarına rağmen, hiçbir siyasal çalkalanmaya imkân vermemiştiler.
Toprağın statüsünün (fetihlerle elde edilen topraklarda yaşayanların din değiştirmesi yolu), tasarruf sahibinin statüsü ile değişmeyeceği esası kondu. Sadece, bir kelle vergisi olan cizye’nin haraç tutarına eklenip mükellefin dini inancı hakkındaki ikrarı göz önünde tutuluyordu. İslâmiyet’i kabul eden cizye yerine zekât verir. Böylece halife, toprakların devlet mülkiyeti olduğunu öne sürecek kadar ileri gitmedi ve vergilendirme hakıyla yetindi. Gerçi mali kaynaklar açısından ikisi de aynı kapıya çıkıyordu. Ancak bu vergilendirme, bu toprakların önemli bir kısmının zamanla özel kişilerin malı haline gelmesine ve bu kişilerin Devlet otoritesine kafa tutabilecek, onu gelir kaynaklarını bir kısmından ya da bütününden toksun bırakabilecek güce erişmelerine engel olamadı.” (Stefanoz YERASIMOS – Az Gelişmişlik Sürecinde Türkiye – Gözlem Yayınları – 1. Baskı – 1974)
Vergi almak ana esas olduğundan işleyişe vergi alınmasında bir sorun olana kadar dokunulmamış, dokunulduğunda ise sistem sorgulanması yerine başka bir yükümlüye atanmış. Kaybetmekten korkmuşuz!...
Kimlerden Korkmuşuz ?
“Büyük bir imparatorluk kuran hükümdar, çok güçlü bir görevle, bütün insanların kendine itaat etme yöneltmek göreviyle karşı karşıyadır. Bunu başarmak için kendi kabilesin karşı sanki yabancı bir halka boyun eğdiriyormuşcasına müsamahasız davranmalıdır. O zaman, kendi savunmasını ve Devletini emanet ettiği kişiler yabancılar olur. İmparatorluğun gerilediğine, kabileyi birlik anlayışından bir krallık yaratmaya götüren duygudan yoksun ağır bırakan ağır hastalığın yaklaştığına işarettir.
Devler hükümdar ailesinin ortak malıdır; Sultan Devletin başında bulunur, ama ülke ailenin bütün üyeleri arasında bölüştürülür. Hatta çok küçük yaşta şehzadeler bile kendilerine düşen eyalette, kendi malları olan saraylarda otururlar. Şehzadeler, eyaletin iç idaresinde mutlak bir serbestliğe sahiptir. Bütün her şey üzerindeki hükümranlığı kullanan Sultanın da şehzadelerin her biri gibi, kişisel olarak yönettiği eyaletleri vardır.
I. Murat’ın ölümünden sonra I. Beyazıt, ulemanın kışkırtmasıyla, kendisine karşı bir fesat hareketine girişmeye herhalde zamanı bile olmayan kardeşlerini kaşla göz arasında kardeşlerine kıymak zorunda kaldı ve böylece daha sonra Fatih Sultan Mehmet zamanında yasalaşacak olan bir uygulamayı başlattı. Böylece ülkenin, sözde hüküm süren aileye ait bulunması olgusu ortadan kalkıyor yerini hükümdarın kişisel mutlak iktidarına bırakıyordu.
Yönetici sınıfı devşirerek oluşturma sorunu, sistemin her zaman için en çok üstünde durduğu kaygılardan biri oldu. Bu sınıfın kendi üstünlük haklarından yararlanırken, işlevlerini miras yoluyla bırakamayacağı bir kapalı kutu olması gerekiyordu. Yoksa müktesep hakların doğması bir feodalleşmeye yol açıyordu.
Bunun sonucu olarak melez bir sınıfın ortaya çıktığı görülür. Bu sınıf, mevcudunun durmadan atmasıyla, sonunda sitemin dengesi bakımından bir tehlike olup çıkacaktır.
Aynı şekilde devlet’in bekasını sağlamak maksadı ile tüm olası hak iddialarını yok etmek amacı ile;
Osmanlılar Türkmen emirliklerinin hemen hepsini haritadan sildiler. Aydın ve Menteşe beylikleri ele geçirilir geçirilmez, ilk iş Venediklilerin Palatia (Balat) ve Altoluogo senyörlükleri zamanında yararlandıkları imtiyazları yenilemek oldu.” (Stefanoz YERASIMOS – Az Gelişmişlik Sürecinde Türkiye – Gözlem Yayınları – 1. Baskı – 1974)
Kendimizden korkmuşuz!.....
Korkuyla ne yapmışız ?
“Türklerin Anadolu’ya yerleşmesi, bir fetihten daha öte bir şeydi. Bu yerleşme, Anadolu’ya göçen bu Türk-Müslüman halklarla, o sırada bu ülkede bulunan Hıristiyan halklar arasında zımnî bir antlaşma olarak kendini gösterir. Bizans yönetici sınıfı feodalizme doğru evrimleşir ve batı burjuvazisiyle işbirliğine girişirken, kendi halkına iki kat ihanet etmiş oluyordu. Kendi sömürülmesini daha da ağırlaştırmaktan başka bir işe yaramayacak olan bir üretim biçimine yönelen her türlü evrimleşmeye karşı dirençli bu halk, birçok kere, kendi yöneticilerinden kaçıp Türklerin aynı ölçüde bunaltıcı olmayan otoritesine sığınmıştı. Anadolu’da Türk toplumunun varlığı, göçebe bir halkın kendine yabancı sömürü tarzıyla yakın bağlı olan yeni bir üretim tarzını toptan reddedişinin de sonucudur. Bu halklar kaynaşmasının içinde doğan Türk İslam yönetici sınıfı, denebilir ki Bizans Yönetici sınıfının yerine getiremediği görevi üstlendi.” Stefanoz YERASIMOS – Az Gelişmişlik Sürecinde Türkiye – Gözlem Yayınları – 1. Baskı – 1974)
Görüldüğü gibi yada en azından benim çıkardığım sonuç, büyük medeniyetler, şehirler, sistemler kurmuş fakat, bazı ana etmenleri kurmaktan ziyade devralış söz konusu olmuştur. Bu devralınan en önemli şeyinde kaderi etkileyecek olan ticaret olduğudur. Bizans’ın fethi ile ticari dengelerde yenilik yapılmamış eski usül adı değiştirilerek devam etmiştir. Aracı olarak sadece vergi almak bize yetmiştir.
Tarihimizdeki önemli yanılgılardan biriside ileride milli bir ticari yapının oluşumunu yok eden ve hayır mı şer mi olduğu tartışılan vaka-i Hayriye yani yeniçeri ocağının kaldırılışıdır.
“Yeniçerilerin sırf modern askerlik eğitimine, silah ve disipline karşı olduklarını sanmak yanıltıcıdır. Bunlar her çeşit askerlik eğitimine ve meslekleşmesine karşıydılar. Böyle oluşunun nedeni devletin bu eski askerlik mesleğini yaşatacak maddi koşulları sağlayamamasıdır. Ocak, çağdaş silah gelişmelerine koşut olarak yeni silah ve araçlarla donatılmıştı. Aldıkları ulufe geçimlerine yetmediğinden dışarıda iş tutmak zorunda kalıyorlardı; ulufelerinin artırılması isteklerine çare olarak bu yola gitmelerine göz yumuluyordu. Artık yeni silahları öğrenmek, yeni eğitimlere girmek için bulundukları koşullar altında sivillikteki işleri bırakamaz, eski yeniçeri gibi kapalı bir ocak için profesyonel asker olamazlardı.” (Niyazi BERKES – Türkiye’de Çağdaşlaşma -10. Baskı – 2006 – Yapı Kredi Yayınları Sf 118)
Bu ocağın kaldırılması askeri anlamda fayda sağlamı ise de bence milli ekonomi ve ticaret alanında büyük zarar yaratmıştır. Aslında kaldırmaktan ziyade kaldırılması zorunda bırakılmış olduğumuz kanaatindeyim. 1838 antlaşması ile tüm ticaretimiz elimizden alınması ile sonuçlanan bir süreçtedir. Bu tedrici bir kurtuluştur olmuş bana kalırsa, ya Osmanlı hanedanlığı bitecek (yerine kim bilir Mehmet Ali -Mısır Valisi - getirilecek) ya da yaşam alanında bir takım ödünlerle kullanım hakkı verilecektir. Hayat sahamızda bir süreliğine rahat bırakılmışız, çok kısa bir süre. Kendimizden ziyade başka devletleri kalkındırarak.
“Tanzimat’ın büyük isimlerinden olan Fuat Paşa; “ Bir devlette iki kuvvet olur. Biri yukarıdan biri aşaığdan gelir. Bizim memlekette yukarıdan gelen kuvvet cümlemizi eziyor. Aşığıdan ise bir kuvvet hâsıl etmeye ihtimal yoktur. Bunun için pabuççu muştası gibi yandan kuvvet kullanmaya muhtacız. O kuvvetlerde sefaretlerdir.” Doğan AVCIOĞLU – Türkiye’nin Düzeni – 1969 -2. Baskı - Bilgi Yayınevi – Sf97)
“III. Selim zamanında şimdiye kadar yalnız Avrupa tüccarlarına tanınan ayrıcalık ve bağışıklıklar Osmanlı Tebaası olan yabancı ticaret temsilcilerinin hizmetinde çalışan Hristiyanlara da verildi. …bunlara “beratlı” denildi. Bunlar elçiliklere ve konsolosluklara casusluk hizmeti de görmekteydirler. “(Niyazi BERKES – Türkiye’de Çağdaşlaşma -10. Baskı – 2006 – Yapı Kredi Yayınları sf 152)
Osmanlı tebası –Müslüman nüve- ticaret yapanları her zaman hakir görürdü. Bu gurur ve yok sayış ileride kendilerine pahalıya patlayacaktır.
Ödünler vermişiz, kendi zararımıza!...
Nasıl Korkuyla Unuttuk;
“Hatırlamak gerekir ki, Kurtuluş Savaşımın ilk yıllarında, Millet Meclisi’ne kaçak askerlerin bütün mallarına el konulacağı, ailenin geride kalan bütün üyelerinin sürülebileceği, kaçakların beraberlerinde götürdükleri silah, cephane, beygir ve diğer devlet malının bedelinin iki katını köy halkından alınacağını öngören kanun teklifleri getirmeye ihtiyaç duyuluştur.” (Doğan AVCIOĞLU – Türkiye’nin Düzeni – 1969 -2. Baskı - Bilgi Yayınevi – Sf 89)
Vatanımız kurtarmak istediğimizde elimizde özverimizden başka verebilecek bir şey bulamadık. Bu özveri sayesindedir ki kazandık ama yüzyılların boşluğunu doldurmak vatanı kurtarmak içinse yine özveride bulunmamız gerektir.
“Savaşın yarattığı olağanüstü fırsatlardan en çok Yahudiler yararlanmıştır. Türk milliyetçilerinin çoğu, Türk dilini benimsedikleri ve Türk hayatına uyma kabiliyeti gösterdikleri ölçüde, onlarlar iş hayatında birlikte yürümeyi kabullenmişlerdir. Çok tuhaftır ki Yahudiler geçmişte başaramadıklarını yeni şartlarda başarmışler ve Türk hayatına uymuşlardır. (Doğan AVCIOĞLU – Türkiye’nin Düzeni – 1969 -2. Baskı - Bilgi Yayınevi – Sf 130)
“Savaştan en büyük karı iki grup sağlamıştır; tarım fiyatlarının yükselmesinden muazzam kazanç sağlayan büyük çiftçiler, ve hem Türk ihracat maddelerinin yüksek değerini hem de zaruri ithal malların korkunç kısıtlığını istimar edecek mevkide olan İstanbul tüccar ve komisyoncuları. Çiftçiler hemen tamamen Müslüman Türklerden ibaretti; tâcirler, tamamen olmamakla beraber, geniş ölçüde üç azınlık topluluğuna mensup, Rum, Yahudi, ve Ermeni idirler.
Bu koşullar altında, hükumet olağanüstü bir mâli tedbire – varlık vergisine – karar verdi. Böyle bir Vergi, iktisadi ve mâli bunalım geçiren bir ülkede, gelir toplama ve milli ekonomi üzerinde kontrol aracı olarak normal ve haklı görülebilirdi. Gerçekte ise, vergi normal ve haklı bir şekilde anlaşılıp uygulanmadı.” (Bernard LEWIS – Modern Türkiye’nin Doğuşu – 4. Baskı – 1991 –Türk Tarih Kurumu Basımevi – sf 296)
Bu uygulanamayışın sebeplerinden biriside;
“Milli Kurtuluş savaşımız, günümüzün birçok kurtuluş şavaşından ayrılmaktadır. Oralarda kurtuluş savaşı sömürgeyle birlikte, onunla sıkı iş birliği yaban prekapitalist düzenin egemen sınıflarına karşı yapılmıştır. Hareketin temel dayanağı fakir köylü teşkil etmiş ve başta toprak reformu olmak üzere, köklü devrimler ile, prekapitaslit düzenin egemen sınıfları tasfiye edilmiştir. Türkiye’de ise tarihsel şartlatın sonucu, bu unsurlar, kurtuluş savaşının temel dayanaklarından birini teşkil etmiştir. Savaş, eşrafa ve eşrafın bezgin köylü kütlerleri üzerindeki nüfuzuna dayanarak yürütülmüş ve kazanılmıştır. Kurtuluş savaşımızın bu özelliği, Cumhuriyetten sonraki kalkınma çabalarımızın yönünü çizmekte ağır basacaktır. (Doğan AVCIOĞLU – Türkiye’nin Düzeni – 1969 -2. Baskı - Bilgi Yayınevi – Sf 151)
Karar almakta, aldığımız kararları uygulamaktan korkmuşuz!...
Sanırım biz hafızası muhtelif nedenlerden ötürü zayıf bir toplumuz. Zayıf bir toplum yapılmaya çalışılıyoruz. Afazi ve detaylarını bir sonraki bölümde vermeye çalışacağım ama önce kendimiz…
Biz Kimiz?
“Türkler, ırk ve kan üzerine kurulu toplum olmadıkları gibi, din üzerine kurulu toplum da olmamışlardır. Türkün tarihsel varlığı devlet, ordu ve ekonomiye, özellikle endüstriye dayanır.” (Doğan AVCIOĞLU – Türkiye’nin Düzeni – 1969 -2. Baskı - Bilgi Yayınevi –Sf 107)
Psikolojimiz;
“Bana öyle geliyor ki biz çocuk kalmış bir milletiz ve daha olayları ve dünyayı, mucizelere bağlı ‘myth’lere bağlı bir şekilde yorumluyoruz en ciddi bir biçimde. Aklı başında bir Batılının gülerek karşılayacağı ve bizi ölesiye ciddi gelen bir şekilde.
Bir başka nokta daha; öyle bir yarım yamalaklığımız var ki, bizim dramımız, trajedimiz, akıl almaz bir biçimde gelişiyor. Ayrıca bir trajedinin içinde olduğumuzun farkında bile değiliz. Çok güzel yaşayıp gittiğimizi sanıyoruz. İktidardaki adamlar da, bu sanıyı bütün millet adına dile getiriyorlar. Birkaç aydın dışında bunu anlayan yok gibi. O aydınlar da, sosyal bir takım sözler ediyorlar. Psikolojik yönü boşlukta kalıyor. “ (Oğuz ATAY – Günlük – 1998 – 5. Baskı – İletişim Yayınları sf 26)
Durumumuz;
En tehlikelisi de eylemlere yeni anlamlar türeterek, anlam ve eylemden sapmamız.
Afazi Yunanca “dilegelmemiş” anlamında aphasiadan türetilmiş bir kelime.
“Afazi, konuşma yitimi, sözcükleri anlama / kullanma yetisinin kısmi kaybı şeklinde de ortaya çıkabiliyor (…) Bildiğiniz gibi, insanın sinir sistemi, beynin kendisine gelen uyarılar belli bir düzen içinde otomatik olarak anlamlandırılması esası üzerine kuruludur. Bu sürecin herhangi bir nedenle kesintiye uğradığı durumlarda, beyin kendine ulaşan uyaranları bütünlük tasarımlar halinde formatlayamıyor (sf52-53) (…) Formatlanmamış tasarımlar anlamlandırılamıyor, anlamlandırılamayan tasarımlar, seksi/yazılı karşılıkları ile buluşamıyor, böylece, konulma yitimi, afazi olgusu meydana geliyor.
(…) “Konuşuyor işte!”’nin afazi denen illetin başlangıcı olduğunu görmem gerekirdi. Sözcüklerin konuşulan dilden sistematik olarak yok edilmeleri durumunda zihnin küçüldüğünü, yoksullaştığını gözlemlemişliğim vardı çünkü. Şimdi, buradan baktığımda apaçık görünüyor; nesnelerin isimlerin ve nitelikleri hiç durmadan değişiyor. Uyaranlar öylesine kaotikleri ki, zihnimizde onların bütünlüklü tasarımlar halinde şekillendirmemiz fevkalade zorlaşıyor. (….) ‘Milyon’ demek isterken ‘bin’, ‘milyar’ demek isterken ‘milyon’ der olduk. Kuşakların arası açıldı, trilyon, katrilyon gibi sözcüklere dilimiz dönmez oldu. Bu yüzyılın başında zenginleşiyor muyuz, yoksullaşıyor muyuz, kestiremiyorduk. Etik kavramlarımızda öylesine mahvolmuştu ki, zenginleşmeli miyiz onu da bilmiyorduk! (sf 59)
(…)Akıllarının (Türkleri kast ederek) kendilerine yettiğinden hiçbir zaman kuşku duymamışlardı. Zekâya bilgiden her zaman çok daha fazla değer vermişler, dayatılan gerçeği öğrenmek için değil, kendi düşündüklerini, kendi inandıklarını kendi gerçeklerini doğrulamak için okumuşlardı.” (Alev ALATLI – Shrödinger’in kedisi [Kabus] – 14. Baskı – 2001 – Alfa Yayınevi )
O kadar unutkan olduk ki yada o kadar yaratıcı olduk ki kendimize has özellikleri bir anda unutarak, unuttuğumuz özellikleri birden keşfederek adeta insan vücudunun yıllardır alıştığı bir nesneyi, bir besin maddesini bir anda bağışıklık sisteminin histamin olarak algılaması ve buna karşı bir savaş başlatması gibi bizde nüvemizde yer alan, yer verdiğimiz / vermek zorunda olduğumuz / vermek istediğimiz unsurlara karşı bir seferberlik ilan ediyoruz. Bunu neden yapıyoruzun cevabını bende merak ediyorum.
“İşe bak, öyle zekiydik, o kadar güzel saklanıyorduk ki, birbirimize bile güvenmiyorduk, birbirimizden bile saklanır hale gelmiştik! Hep “yönetenlere yakın olalım da bir çıkarımız olsun” demiş, ona göre davranmıştık. Yönetenlere yaranmak için kardeşlerimizi dövüyor, dövmek için birbirimizle yarışıyorduk.” (Hakan ERDEM – Unomastica alla Turca sf 142)
Tüm bu çarpıklığımızı da son zamanlarda gerek sanat gerekse de ekonomide yaşamaya başladık. Bilhassa son dönem Türk sinemasında Mehdi bekleyen senaryolar hızla çoğaldı yada yeniden rağbet görmeye başladı (Cenneti Beklerken, Ulak, …vb). Aslında neyi beklediğimizi bizde bilmiyoruz sanırım.
Peki ‘O’ gelse
Hakan ERDEM’in bence bahsini ettiği “Ülkemizde hiç okunmayan, ancak dışarıda iyi tanınan bir yazarın yapıtlarından birine kocaman bir gönderme var burada” (Sf 266)
O geldiğinden ne olacak?;
“Geldiğinin ertesi günü herkes O’nu tanımış, herkes O’nun O olduğunu anlamış, herkes karamsarlık zamanlarında hiç bitmeyeceğini sandığı acılarla yüklü sonsuzluk saatinin dolduğunu kavramıştır. (…) bir kuşkunun gölgesi vardır yüzünde; bir düşüncenin bir sezginin. İşte o zaman, sokaklarda böyle düşünceli yürürken O, kolluk kuvvetleri O’nu yakalayıp şehrin tal kemerli soğuk zindanlarından birine tıkarlar. Gece yarısı, elinde bir kandil sorgulamak için bir yetkili O’nu hücresinde ziyarete gelir, bütün gece konuşur.
1- Herkes gibi ben de senin O olduğunu anladım. Bunu anlamak için yüzlerce binlerce yıldır yapıldığı gibi harflerin, rakamların sırlarına gökteki ya da Kuran’daki belirtilere, senin hakkında yazılmış kehanetlere başvurmama gerek kalmadı hiç. … (Sorgulayan kişi, Batı’nın zenginlik düzeyiyle Doğu’nun sefaletini gerçekçi bir siyasetçinin yapacağı gibi dürüstçe karşılaştırıyor ve O, bir şarlatan değil, gerçekten O olduğu için, çizilen bu iç karartıcı resmi sessizce ve hüzünle onaylıyordu)…
2- Ama bu içler acısı sefalet, mutsuzlara bir zafer umudu verilemeyeceği anlamaına gelmez tabii… (…) Yalnız dış düşmanlarımıza karşı savaç açamayız. Ama ya içerdekiler? Bütün sefaletin, acılarımızın kaynağı içimizdeki günahkarlar, tefeciler, kan içiciler, zalimler ya da öyle oldukları halde sureti haktan gözükenler olmasın sakın? Mutsuz kardeşlerine bir zaferin ve mutluluğun umudunu yalnız içimizdeki düşmana karşı açacağını savakla verebileceğini sen de görüyorsun değil mi? O zaman, bu savaşın kahraman askerlerle, gazilerle değil, muhbirlerle, cellâtlarla, polisle, işkencecilerler birlikte verilecek bir savaç olduğunu görüyorsun demektir. Umutsuzlara sefaletin sorumlusu olan bir suçlu göster ki, onun başının ezilmesiyle cennetin yeryüzüne ineceğine inanabilsinler. Bizim son üçyüzyıldır yaptıpımız da yalnızca budur. Kardeşlerimize umut verebilmek için aralarındaki suçluları gösteriyoruz onlara.Onlar da ekmek kadar umut da istedikleri için inanıyorlar. Suçluların aralarında en zeki ve en dürüst olanları, her şeyin bu mantıkla yapıldığını gördükleri için, cezaları infaz edilmeden önce, varsa eğer, küçük suçlarını bire on katıp anlatıyorlar ki, mutsuz kardeşleri hiç olmazsa biraz daha umutlanabilsinler. Bazen af bile ediyoruz, aramıza katılıp suçlu avına çıkıyorlar. Kuran gibi umut da, yalnız vicdani hayatımızı değil, bizim dünyevi hayatımızı da ayakta tutuyor; umudu ve özgürlüğü, ekmeği beklediğimiz yerden bekleriz çünkü.
3- Senden beklenilen bütün bu güç işleri başarabilecek kadar kararlı, kalabalıklar içinde suçluları gözünü kırpmadan çekip çıkarabilecek kadar adil ve pek istemeden de olsa, onları işkenceden geçirebilecek kadar, bütün bu işlerin üstesinden geçebilecek kadar güçlü olduğunu biliyorum: Çünkü O’sun sen. Ama bu umutla ne kadar oyalayabileceksin bu kalabalıkları? Bir süre sonra, işlerin düzelmediğini görecekler. Ellerinde ekmek büyümediği için senden aldıkları umutları da tüketmeye başlayacaklar. O zaman, kitaba ve her iki dünyaya olan inançlarını da kaybetmeye başlayacaklar gebe; kendilerini, bir gün önce yaşadıkları derin karamsarlığa, ahlâksızlığa, ruhsal sefalete kaptıracaklar. En kötüsü senden şüphelenmeye, senden nefret etmeye başlayacaklar. (…) gardiyanlar yaptıkları işkencenin anlamsızlığından öyle bir yorulacaklar ki, ne en son yöntemler oyalayacak onları, ne de senin onlara vermeye çalıştığın umut; darağacında salkım salkım üzümler gibi sallandırdıkları talihsizlerin boşu boşuna kurban edildiğine karar verecekler. O kıyamet gününde, artık ne sana, ne senin onlara anlattığın hikayelere inanacankalarını görüyordur. Hep birlikte inanacakları bir hikaye kalmayınca hepsi kendi hikayelerini inanmaya başlayacaklar, herkes kendi hikayesi olacak, herkes kendi hikayesini anlatmak isteyecek. (…) O zaman onların gözünde sen O değil, Deccal olacaksın artık, Deccal da sen! Bu sefer senin değil Deccal’in, O’nun hikayelerine inanmak isteyecekler. Zaferle geri dönen ben ya da benim gibi biri olacak Deccal. (..) Deccal’in kendisini ya da yollardır senin kendisini kandırdığına karar vermiş bir mutsuz, bir geceyarısı, karanlık bir sokakta tabancasının kurşunlarını senin bir zamanlar kurşun işlemez sanılan ölümlü gövdene boşaltı verecek. Böylece, yıllarca onlara umut verdiğin ve yıllarca onları kandırdığın için, artık alışıp sevmeye başladığın çamurlu sokakların, kirli kaldırımlarının birinde, bir gece ölünü bulacaklar. (Orhan PAMUK – Kara Kitap 26. Baskı – İletişim Yayınları – sf 153)
Hepimiz O’na dönüşeceğiz, onu unutacağız….
Argun Afaki bey sonunda dönüşmüştür “....tarihin akışı bizi ilginç bir noktaya getirdi. “(Unomastica alla Turca – sf 325).
Sonuç olarak;
Çok fazla alıntı yapıp sıkıntı yarattığımın da farkındayım. Ama kimin yararlı kimin zararlı olduğuna karar veremedim. Aslında totolojiye giriyor tüm bu serüvenler. Doğru nedir, kim haklıdır, kim haksızdır, değişmesini istemediğimiz, işimize gelmeyen sorunlarda bir şuçlu yaratmanın ve bunu birilerine atamakta sanırım üzerimize yok. Kafalarımızı karıştırarak kendi kendimize zarar vermeye çalışıyoruz sanırım. Korktuğumuzdan bazı kararlar almışız, korkumuzu yenmek için kararlar almışız, korkmamak için kararlar almışız, korkuyla yaşamak için kararlar almışız ve hepsinin de bedellerini ödemiş ve ödemekteyiz. Bu kararların doğruluğu yanlışlığı değil asıl bence sorun. Aldığımız kararları unutmamız. Karar alınması için bir kurtarıcı beklememiz ve onun alacağı kararı da sorgulayacak olmamız.
Bu Mehdi edebiyatı için;
“Dünya dediğimiz rüyalar âlemi, bir uykuda gezerin şaşkınlığı içinde kapısından giriverdiğimiz bir evse, edebiyatlar da, alışmak istediğimiz bu evin odalarına asılmış duvar saatlerine benzerler. Şimdi;
1- Bu düşler evinin odalarındaki tıkırtılı saatlerin birinin doğru ya da yanlış olduğunu söylemek suçtur.
2- Odadaki saatlerden birinin öbüründen beş dakika ileri olduğunu da söylemek saçmadır, çünkü aynı saatin yedi saat geri olduğu sonucu da aynı mantıkla çıkabilir.
3- Saatlerden biri dokuzu otuz beş geceyi gösterdikten herhangi bir süre sonra, evdeki başka bir saatin dokuzu otuz beş geçeyi göstermesinden, ikinci saatin birincisini taklit ettiği sonucunu çıkarmak da saçmadır. (Orhan PAMUK – Kara Kitap 26. Baskı – İletişim Yayınları – sf 146)
Karar okuyucuya kalıyor; “ya ya da” diyecek, siyah ve beyazdan birini tercih edecek, ya da “hem hem de” diyerek griyi tercih edecek ama korkmadan!...
Barış ALTUĞ
27.01.2008 – Şehirler Şehri
Alıntılar; (Okunma sırası ile)
-Korku Kelimesinin Tanımı;
www.tdk.gov.tr/TR/SozBul.aspx?F6E10F8892433CFFAAF6AA849816B2EF05A79F75456518CA)
-Korku kelimesine ait diğer yorumlar
sozluk.sourtimes.org/ (korku))
-Fethi NACİ (İsmail Naci KALPAKÇIOĞLU) – Türk Romanında Ölçüt Sorunu - Yapı Kredi Yayınları
-Doğan AVCIOĞLU – Türkiye’nin Düzeni – 1969 -2. Baskı – Bilgi Yayın Evi
- Stefanoz YERASIMOS – Az Gelişmişlik Sürecinde Türkiye – Gözlem Yayınları – 1. Baskı – 1974)
-Niyazi BERKES – Türkiye’de Çağdaşlaşma -10. Baskı – 2006 – Yapı Kredi Yayınları
-Bernard LEWIS – Modern Türkiye’nin Doğuşu – 4. Baskı – 1991 –Türk Tarih Kurumu Basımevi
- Alev ALATLI – Shrödinger’in kedisi [Kabus] – 14. Baskı – 2001 – Alfa Yayınevi
- Orhan PAMUK – Kara Kitap 26. Baskı – İletişim Yayınları – sf 153)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.