- 641 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ANILARIN OYUNU...(Öykülerim)(Devamı var
Gecenin ilerleyen bir saatiydi. Ev halkı, aynı sokaktaki , yan komşuya geçmişlerdi.Sıtkı, en küçük oğlanla, bir Tv.filmi izliyordu. Yaz başlangıcının boğucu sıcaklığı sanki, geceyi boğuyordu. Yarın, günlerden Pazar olduğu için, herkes rahattı. Sabah, geç saatlere kadar yatılabileceğinden, gecenin geç saatlerine dek oturmaya, önem vermiyorlardı.. Pazar günü herkesin, haftalık izin günüydü. O gün, iş, çalşma yoktu.. Sabah, erken kalkmak yoktu. Hayat savaşı, bir günlüğüne tatil olmuştu. Yaın için, “ATEŞKES “ yapılmıştı.. O nedenle, ev halkı özgürce, bir gece yaşıyordu.
Sıtkı, oturma salonunda yan uzanmış, elinde tuttuğu bir yazısını okuyordu. Önünde, emektar bir yazı makinası, etrafta, eskiden yazılmış yazılar, yan tarafında plastik poşetin içinde, yazılmaya hazır bekleyen, beyaz parşomen kağıtlar, onun yanında da , başka bir dosya içinde, daktilo edilmiş, öyküler duruyordu. Sıtkı`nın etrafı, yazılmış yazılarla çevriliydi. Makaleler, öyküler, şiirler, anı türünde yazılan, daktilo edilmeyi bekleyen çalışmalar... Romanlarsa, ayrı bir poşette.. Diğer, ayrı bir plastik poşet içindede, yerel gazete ve dergiler bulunuyordu. Tüm bu yazıların aralarında kaybolmuş gibiydi, Sıtkı... Bunlar, yılların birikimiydi hep.. Az emek vermemişti, bu çalışmalarına.
Elindeki yazıyı, birkaç kez okumuştu. O yazıyı, yavaş yavaş, bir kitabın arasına koyarken, dalgındı.. Sanki,çok eski yıllara gitmiş, o yılların geçmiş dünyasını, yeniden yaşıyor gibiydi..Kitabın yaprakları arasına koyduğu, kağıt parçasında, bir şiir yazılıydı.. O şiirde, şu mısralar yer alıyordu. Şiirin adı, “Anıların Oyunu, Öykünün masalcası,” idi. Şiir başlığının altına dizilen mısralar, şunlardı :
Bilemiyorum, belki de yanılıyorum
Acaba sever miydim, bilemiyorum
Seni, kendimden önce tanımasaydım
Belki de yüzüne, bakmazdım hiç
Seni, kendimden önce tanımasaydım
Zaman zaman üzüldüğüm anlar
Belki, bu günkü pişmanlığım, olmazdı
Eğer, tanımasaydım seni, kendimden önce
Acaba, bunca çileyi çeker miydim
Belki, böylesi acılara boyun bükmezdim
Sanırım,cevapsız kalan sorularım olmazdı
Ne acı ki, o zaman da, kendimi tanımazdım
Belki bu güzel, evlatlarımız olmazdı
Sanırım, üzülmek değil, bu yaptığım
Dövünmek hiç değil, bu serzenişler...
Otuz yıldır, anlaşılamamanın acısı
Bence, boşa yiten bir gençliğin
Gecikmiş pişmanlığı, muhasebesi
Ama, dönüşü yok bu yolun..
Sözün bundan sonrası, işin masalcası
Böylesi öykülerin, palavrası...
Belki de, aklanma çabası..
Hayatın aynası, sayabilir miyiz bilmem ?
Bir ömrün bilinmeyen, uç noktası
Sıtkı, bilinçsizce divan sandığının kapağını açtı. Orada, eski şiir defterlerinin arasında duran, koyu çimen yeşili renkli, bez ciltli, kalın defteri eline aldı. Yine aynı dalgın tavırlarla, bilinçsizce, defterin yapraklarını çevirmeye başladı.. Vücudu bu salondaydı ama, ötesi bilinmez. Eliyle tuttuğu defterin yapraklarını, diğer elinin parmaklarıyla o tozlu sahifelerini çevirip açıyordu.. Ama, çok eski yıllarda yaşanmış o anılarının, karanlık mekanlarında, sanki “ANILARIM “ isimli sahneyi yaşıyor, oynuyordu.. Bu oyun, asırların eskitemediği, ömürlerin yıpratamadığı, geçen soğuk ve sıcak mevsimlerin silemediği, gerçek bir tiyatro oyunuydu. Her insan, doğduğu andan itibaren, dönem dönem, bu gerçek hayatın tiyatro oyununu yaşıyor, yaşatıyor, canlandırıyor, oynuyordu.. O da kendince, oynamıştı. Fakat, artık ne seyircisi kalmıştı, ne de tiyatro salonu.. Hepsi, zaman içinde, eriyip tükenmişlerdi.. Aslında, bu oyun tek kişi başlayıp, zaman zaman, çok kişilerin karıştığı, bir oyun olsa da, yine tek kişi olarak biten, finalini yapan bir oyundu.. İnsanların doğarken, yalnız bir dünyadan gelip ölürken de, o, yalnız oluşları gibi.. Ama, sorarım size, insanlar yalnızca doğarken ve de ölürken mi, yalnızdırlar ? Yaşamları boyunca da, yalnız , değiller midir ? Bu benzetme, Sıtkı`ya bir filozofun sözünü hatırlattı. “ nsanlar doğarken de, ölürken de yalnızdır “ . Sıtkı`nın dudağında belli belirsiz, bir gülümseme belirdi. Kısa süreli yanıp sönen, bir nokta ışığına benzeyen, bu gülümseme, ince bir çizgi gibi belirip kayboldu. “—O sözü söyleyen filozof, küçük bir ayrıntıyı atlamış, ya da, sözlerinin arasına saklamış”, diye düşündü. “—İnsanlar, yaşarken de,yalnız değiller mi ? “ , dedi kendi kendine..Evet, insanlar yaşarkende yalnızdılar, ona göre..Fakat, çoğu bunun farkında değildi.
Yapraklarını çevirmeye devam ettiği, yeşil ciltli defterin bir sayfasında durdu. Ortaokul yıllarındaki arkadaşlarının yazıları vardı bir zamanlar, bu defterde.. Boş yapraklarını dğerlendirmek için, daha sonraki yıllarda, o arkadaş yazılarını, topluca yırtarak, bir yerlere kaldırmış, defterdeki boş kalan sahifelere ise, kendi yazılarını yazıp doldurmuştu. Şimdide, o yazıları nereye koyduğunu bilemiyor, tüm aramalarına rağmen bulamıyordu. Saatlerdir, aramaktan yorulup buram buram terlemişti.Ama, yoktu o yazılar. Deli oluyordu.. Çaresizdi. Yazılar, yoktu. Sır olupta, kaybolmuştu sanki.. Yavrusunu yitiren analar gibi kıvranıyordu. Şimdi, yaptığına pişman, kendine kızıyordu.
----- Ne vardı, o yazıları yırtıp da kaldıracak diyordu, kendi kendine.Duruversindi defterde. Kalan sayfalara yaz, yazılarını, yırtıp kaldırmanın ne alemi vardı,diye hayıflanıp burnundan soluyordu?
Otuz-Otuzbeş yıllık arkadaşlarından birer hatıraydı onlar.. Şimdi her biri, dört bir tarafa dağılmış, kimisi yurt içinde, uzak bölgelerde görev yapıyordu. Kimileri de yurt dışında yirmi yılı aşkın bir süredir çalışıyorlardı. Üstüne üstlük, yıllardır da görüşemiyorlardı. Her biri bir avuç mısırın, süreke tarlaya saçılışı gibi dökülüp dağılmışlardı. Çoluk çocuğa karışmış, bir daha da bir araya gelememişlerdi. Kimilerinden , hiç haber bile,alamıyorlardı. Sağ mı, hasta mı, ölü mü, habersizdiler.. Ne değerli sözler, şiirler, ortak anıları vardı o yazılarda.. Hiç değilse önceleri, zaman zaman, defteri açıp okuyarak, bir nebze, teselli buluyordu, o yazılardan.. Ama şimdi, ne yapabilirdi ki..?
Televizyonda saatbaşı haberlei başladı. Sıtkı, içinde bulunduğu anılardan uyanarak, sanki, narkozdan yeni kurtulan, ağır hasta gibi bitkin ve yorgun halde, yaşadığı dünyaya döndü. . TV.de üniversiteye giriş sınavlarından söz ediyordu. Eski yıllarda çekilmiş, sınav halindeki öğrencileri, Tv ekranında gösteriyodu.Öğrenciler arasında dolaşan öğretmenlerin görüntüsü, Sıtkı`da yine bir çağırışım yaptı.. Eski arkadaşlarından, Ali`yi hatırladı... Yıllar olmuştu, onu da görmeyeli.. Şimdilerde, İstanbul`un bir semtinde, öğretmenlik yapıyordu.. Sıtkı, derinden bir göğüs geçirerek, yine anılara daldı. Ali de, Sıtkı gibi şairdi.. Filozof yapılı bir kişiliği vardı. Çile yorgunu arkadaşlarından biriydi. Ne zorluklarla , öğrencilik yıllarını tamamlamıştı.. Annesi, babasından ayrıydı. Boşanmamışlardı ama, ayrı yaşıyorlardı.. Ali`nin, ortaokul yıllarından itibaren yaşamı, babasız bir çocuk gibi, yetim geçmişti. Anne ve babasının ayrı yaşamalarının sebebini, bir türlü açıklamıyordu.. Belki, kendide bilmiyordu.. Yalnızca, babasının başka bir şehirde yaşadığını, ayrı olduklarını söylüyordu.Babasının yanına da gitmiyorlardı.. Babası da, onları arayıp sormuyordu.
Annesi, kış mevsiminde pamuk çırçır fabrikalarında, işçi olarak çalışıyor, pamuk çapalama ve toplama mevsiminde ise, tarlalarda çalışıyordu. O nedenle, zorlu bir çocukluk ve öğrencilik dönemi yaşamıştı, Ali...
Öğrencilik yıllarında kışın, sabahın erken saatlerinde, simitçi fırınlarına gidiyor, evden götürdüğü kalaylı bakır sininin içine sıraladığı, taşıyabileceği kadar simitleri alıyor, sokak sokak dolaşıp okul vaktine kadar simit satıyordu.. Okula gitme saati yaklaşınca, tekrar fırına dönüyor, sattığı simitlerden, tane hesabına göre ödenen, üç-beş lirayı alıp sevine sevine, annesine götürüyor, annesinin de kendisine verdiği harçlıkla, okulda gününü geçiriyordu. Her sabah, bu simit işine devam eden Ali, okula gitmek üzere evine geldiği sıralarda, zaman iyice daraldığı için, ayak üstü birkaç lokma atıştırabilirse, kahvaltısını yapıyor, okuluna öylece gidiyordu.Okula gitme zamanının daraldığı çoğu zaman, ağızına bir lokma bir şey koymadan okuluna gidip, derslere girdiği çok oluyordu.. Annesi, bir miktar harçlık verirse, o parayla kantinden bir şeyler alarak, açlığını gideriyordu... Olmazsa, derslerinekahvaltı yapmadan, aç olarak giriyordu. Tabiki, daha ikinci dersi işlerken, sınıfta uyumaya başlıyor, öğretmenin anlattıklarından, hiçbir şey anlamıyordu. Bu şartlar içerisinde, Öğretmen Lisesi ve Yüksek Öğretmen Okullarını bitirdi. Yurdun bir çok bölgelerinde ve farklı okullarında öğretmenlik yaptı. Bu sıralar, koca şehir, İstanbul`un bir semtinde görevine devam ediyordu. Beş-on yıl kadar önce, bir kez görüşmüşlerdi.Hepsi oydu...Ve o, en son görüşmeleriydi.
Suat TUTAK
Anılarla Söyleşi Öykü kitabından- s,52
ANILARIN OYUNU...(Öykülerim)(Devamı var Yazısına Yorum Yap
"ANILARIN OYUNU...(Öykülerim)(Devamı var" başlıklı yazı ile ilgili düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile paylaşın.