BÜTÜN SUÇ MENEKŞELERDE
Onu düşündü yine. Dudaklarıyla buluştuğu o anı anımsadı. Dudaklarını bir şeylere benzetmek için çabaladı ama olmadı.
“Senin dudakların işte, ötesi berisi yok. Sevdiğinin dudaklarını bir şeylere benzetenler mi kabahatli, yoksa benzetemeyen ben mi yeteneksizim? Yoksa benzetememek bir lütuf mu? Senin dudakların işte… Gür ormanların altında gizlenmiş dağ menekşelerine benziyorlar sanırım. Dudaklarını özledim. Belki de dağ menekşelerini…”
Ya saçları? Avuçlarının arasından kayıp duruyorlardı okşarken. Kara yamaçlarına yılın ilk karı düşmüş dağlar gibi… “İşte benzettim, en azından onları bir şeye benzettim. Pek güzel olmasa da kara dağlar, tepeleri göğe yakın başka ne var ki şu dünyada?” diye düşündü.
Ama illa ki dudakları… Yapraksız bir dalda asılı kalmış solgun bir sonbahar meyvesi gibi… Konuşurken saklı, koklarken aşikâr…
“Hangi şehirli kuşa azık olacak kim bilir? O kuşun gagası olmak isterdim.”
Belki de duysaydı gülerdi bu söylediklerine. Her şeyi unut da sen, dudakları anımsa, olacak iş mi? Oluyordu işte.
“Senden gelip bende konaklayan her şeyi bertaraf ettim ama dudakların bir türlü aklımdan gitmiyor. Bu benim suçum mu yoksa dudaklarının mı? Gür ormanlar altında gizlenmiş mor dağ menekşelerinin mi yoksa bütün suç?”
Bir de elleri vardı. Tanıdığı en lütufkâr ellerdi onlar, yabana atamazdı. Hem onlar yol göstermişti dudaklarına, bu keşfedilmemiş coğrafyada iz sürerken. Onlar bulmuştu kanayan yerlerini, dudakları şifa bulaştırmıştı. “Nemli, soğuk ve gür ormanlarda menekşe bulmak gibi…” diye düşündü. Haklarını ödeyemezdi ama onlar da sadece dudaklarının hizmetçileriydi. “Bütün maharet menekşelerde…” dedi.
Ah dudakları! Bütün dünyayı dolaşsa yine sılasının dağlarının kara tepelerini mesken tutmuş o gür ormanlarda yetişen mor menekşelerin kokusunu bulamazdı, hiçbir çiçekte. Bir daha koklamak nasip olsa, bir daha düşerdi yollara, bir daha korkardı gür, tenha ormanlardan, bir daha…