- 649 Okunma
- 8 Yorum
- 0 Beğeni
*-MUHTARIN ŞEFTALİLERİ
İlkokul birinci sınıftan ikiye geçtiğim yılın tatilinin son günleriydi artık. Eylül’ün başları… Bu haylaz haylaz, orada burada sürtmenin ve zaman geçirmenin de son günleri demekti. Okulların açılmasına bir hafta on gün kalmıştı. Hem okulların açılacak olmasından dolayı sevinip heyecanlanıyor, hem de okullar açıldığında bu başıboşluğu bir dahaki tatile kadar bulamayacağım için üzülüyordum. Okula başlamak demek oyunların bitmesi demek değildi, elbette. Derslerimi gerektiği gibi yaptıktan sonra oyun oynamama ne annem, ne de babam karışırdı ama yine de tatildeki gibi olmazdı. Babamdan kaynaklanan bir düzen ve disiplin hakim olurdu hayatımıza okul zamanı. Oysa yaz tatili öyle miydi?
Bir çocuk için özgürlük demek, okulların bitip ders yapma zorunluluğunun ortadan kalkması demek değildir. Bir çocuk için hiçbir büyüğün müdahale etmediği, "Yat kalk, şöyle yap, böyle yapma, şuraya git, buraya gitme," diye sınırlar koymadığı, arkadaşlarıyla dilediği gibi oyunlar oynayarak başıboş bir avarelikle her aklına eseni o anda yapması demektir özgürlük. Yaz tatili demek her çocuk gibi benim için de her istediğimi istediğim gibi yapabilmek, bütün hayalperestliğimin inceliklerini sergileyebilmek, okul dönemindeki kısıtlamalardan kurtulmuş olmanın rahatlığıyla her türlü tembelliği yapabilmek demekti.
Zaman zaman çevreye zarar verdiğimiz de olurdu ama bunu bilerek ve isteyerek yapmazdık. Bizim mahallede her evin arkasında büyükçe denilebilecek tarlamsı bahçeler vardı ve buralar yaz kış hep ekili olurdu. Kovalamaca, saklambaç vb. gibi oyunlar oynarken illâ ki bu ekili bahçelere girerdik ve tabi ki bir takım zararlara neden olurduk.Oysa dikkât de ederdik ama yine de zararımız dokunurdu.
Aslında kendi başıma olduğum zamanlarda hiç de yaramaz bir çocuk değildim ben. Oldukça uyumlu, sakin kendi halinde biriydim. Ne oluyorsa bir iki arkadaşımla bir araya geldiğimde oluyordu. Adeta bela kesiliyordum. Dur durak bilmeyen bir baş belası… Bir şey değil bana uyanları da baştan çıkartıyordum. Sonrası malum çevre bizden korksun.
Sabah kahvaltılar yapılıp babalar evlerden uğurlanır uğurlanmaz kendimizi sokağa atar, her zamanki toplanma yerimiz olan bozuk ev diye isimlendirdiğimiz başlandığı halde uzun yıllar tamamlanmadan öylece bırakılmış metruk evde toplanırdık. Burası bizim karargâh merkezimizdi. Çoğunlukla oyunlarımızı bu evde ve bahçesinde oynardık. Zamanımızın büyük bir kısmı burada geçerdi. Akşam oldu mu da buradan dağılırdık evlerimize. Bizi arayan burada bulurdu. Çetemizin belli bir sayısı yoktu. Sayı çocukların o günkü durumuna göre değişirdi. Yazları akşam yemeğinden sonra da kendimizi dışarı atardık ama babalar evlerde olduğu için sağa sola fazla kıpırdayamazdık.
O sabah yine her zamanki gibi babamın işe gidişini bekledim, dışarı çıkmak için. Nedense bugün gitmekte biraz ağır davranıyordu. Kahvaltısını ağır ağır yapıyor oyalanıyordu. Bu günü mü bulmuştu geç kalacak? Hâlbuki dünden sözleşmiştik çocuklarla. Muhtar amcanın bahçesine dalıp şeftali aşıracaktık. Bütün gece dönüp durmuştum yatakta ertesi gün için neler yapacağımızı planlayacağım derken.
Bizim oralarda pek şeftali olmazdı. Bazı bahçelerde tek tük varsa bile onlar da pek bir şey vermezdi. Ama muhtar amca meraklıydı. Bahçesinde hemen her türlü meyve ağacına rastlardınız. Bütün gününü bu bahçede geçirirdi. Karda kışta bile onu arayan sevgili bahçesinde bulurdu, çoğu zaman. Ağaçları çok değerliydi, onun için. Her birisine gözü gibi bakar her türlü bakımını zamanını geçirmeden yapardı. Bu ağaçlardan topladığı meyveleri çoğunlukla evrak almak için gelen mahalle sakinlerine ikram etmekten büyük bir zevk alırdı. Misafiri ikram edilen meyveyi yerken, o da o meyvenin ağacını ne zaman diktiğinden başlayarak her evresini ayrıntısıyla anlatmaktan büyük bir keyif alırdı, istenen evrakı düzenlerken. Cömertti, masasının üzerindeki büyük cam kâse her zaman meyveyle dolu olurdu. Onun bütün derdi ağaçlarına zarar verilmesiydi. Buna kızardı. Arada biz çocuklar da bu kâseden payımıza düşeni alırdık ama böylesi bizim evlerde de vardı. Bizim de bahçelerimizde ağaçlar vardı. O meyveler yakalanma korkusu yaşayarak gizli gizli toplanmalıydı ki işin tadı çıksın, heyecanlı olsun.
Hemen hemen bir futbol sahası büyüklüğündeydi bahçe. Kuzey ve güney kanadından yol geçerdi ve yüksek tahta perdelerle çevriliydi. Tahta perdeyle çevrilmiş olan bu yerlerden içeri girmek çok zordu. Biz de bu yüzden diğer komşu bahçelerden girerdik bahçeye. Buralar nispeten daha az korumalıydı. İki bahçeyi birbirinden ayıran engeller vardı ama bunlar daha çok sınırları belirlemek için kullanılan “dikenli tel” denilen bir tür tel ile oluşturulurdu. Ama burada da komşu yengelere yakalanma tehlikesi vardı. Çünkü o zamanlarda herkes evinin bahçesine bir şeyler ekerdi ve bunlar zarar görsün istenmezdi. Bu yüzden de bahçeler pek başıboş olmazdı. Her an birine yakalanma tehlikesi mevcuttu yani. Hoş yakalanıyorduk da ne oluyordu. Popomuza iki şaplak hepsi o kadar. Bir istisna Muhtar amca… Ona yakalandın mı yandın. Doğru tulumbanın her zaman dolu olan yalağına… Yakaladığı çocuğu bu yalağa sokar bir güzel ıslatırdı. Bunu yaparken de doğrusu ya epey eğlenirdi. Hava sıcak olduğu için hasta olmak gibi bir tehlike yoktu ama bir şartla hemen eve gitmeli üstümüzü değişmeliydik böyle kalırsak akşama babaya söylenmekle tehdit edilirdik ki bunu hiçbir çocuk istemezdi. Muhtar amcadan dayak yemezdik yemesine ya, bu şekilde eve gidip üzerimizi değiştirmemiz gerektiğinden evde yerdik o dayağı. Eh bazen bu dayakların ağır kaçtığı da olmaz değildi hani. Ama olsun babadan yemektense… Annemin dayağına pek içerlemezdim. Hatta kimi zaman onun kızıp bağırması eğlenceli bile olabilirdi ama babamdan dayak yemekten ödüm kopardı. Aslında hiç birimize değil dayak atmak, yüksek sesle bile hitap etmezdi babamız. Korkum galiba biraz da yapmış olduğum yaramazlık yüzünden onun bana olan (hiçbir zaman göstermediği, gösteremediği) sevgisini yitirme korkusuydu, bu korku. Bizi sevdiğini bilirdik babamın. Bize bakışından anlardık bunu. Bir de sorduğumuzda annem anlatırdı, bizi ne çok sevdiğini. Ama asla dışa vurmazdı bu sevgisini, vuramazdı… Şımarmayalım diyeydi bu geri duruşu.Öyle derdi annem…
Nihayet babam kahvaltısını yapıp bizimle vedalaştı, öğlene doğru dükkâna gelmemi tembihleyip bindi bisikletine gitti. Hemen onun arkasından da ben fırladım dışarı. Öğlene daha çok vardı akşam sözleştiğimiz gibi çetenin bir araya toplanması gerekiyordu. Aldığımız kararı uygulayıp uygulamayacağımızı görüşecektik.
Bozuk eve doğru yollandım. Babam evden geç çıktığı için ben de bugün geç kalmıştım. Vardığımda Ahmet’le Bilal’ı beni bekler buldum. Bizim çeteden başka gelen olmamıştı.
-Nerede kaldın? dedi Bilal
-Babam daha yeni gitti, dedim.
-Bütün gece o şeftalileri mideye indirmenin hayaliyle uyuyamadım ben, biliyor musunuz? dedi. Vazgeçeni tepelerim!
Gülüştük.
-Ben de uyuyamadım, plan yapacağım diye, dedim.
-Muhtar şimdi nerededir acaba? Diye sordu Ahmet.
- Nerede olacak evdedir daha. Gelene gidene mühür basıyordur, dedi Bilâl
Bu çocuğun ağzı hep böyle bozuktu zaten.
-Evet, dedim hem zaten kimse yok daha. Üçümüzle de olmaz. Olsa da ben çarşıya babama gideceğim. Ancak çarşıdan geldikten sonra olur bu iş.
- O zaman ben de gelirim seninle dedi Ahmet
-Olur, dedim
İşime gelirdi bu hem çarşıdan taşınacaklara yardım etmiş olurdu hem de ne kadar az çocuk olursa o kadar iyiydi bizsiz bahçeye dalamazlardı.
-Ne o beni yalnız mı bırakacaksınız burada? Ben de geliyorum, dedi Bilal. Hem biraz oyalanıp da gidersek öğlene yakın Necdet amca bize köfte de ısmarlar. Aklı hep midesindeydi bu çocuğun…
-Şeftaliler ne olacak peki? diye sordu Ahmet.
-Kimse gelmedi ki, dedim. Gelseydiler ne yapacağımıza karar verirdik.
O arada birkaç arkadaş daha göründü uzaktan.
-İşte bak gelmeye başladılar, dedi Bilal
Derken bir anda altı kişi olmuştuk bile. Gelmeyen birkaç kişi vardı onları da beklememiz gerekmiyordu.
-Arkadaşlar, dedim ben çarşıya gideceğim babam eve bir şeyler gönderecek Bilal’la Ahmet de bana taşımada yardım edecekler. Bizim şeftali işi öğleden sonraya kaldı. Hem muhtar da şimdi bahçededir göz açtırmaz bize, dedim. Çaresiz kabul ettiler.
-Şimdi biz gidiyoruz. Fazla geç kalmayız.Siz de buralardan ayrılmayın geldiğimizde
sizi aramayalım.
Yaşça bizden biraz büyük olan Ömer’le Hüseyin daha gelmemişlerdi. Oyalanmadan biz üçümüz ayrıldık diğerlerinden. Eve doğru yürürken.
-Anneme söyleyeyim biz gidiyoruz diye. Siz de evlere haber verin aramasınlar.
-Şimdiye kadar nereye gideceğimizi eve mi soruyorduk? dedi Bilal
-Sormuyorduk da, ya babam bugün hep birlikte yanına gittiğimizi sizinkilere söylerse?Boşuna niye dayak yiyeceksiniz? Nasıl olsa izin verirler.
Evlere haber verip tekrar toplandık ve oyalana oyalana çarşının yolunu tuttuk. Hava sıcaktı, terlemiştik.Şimdi böyle babamın karşısına çıkarsak bize kızardı. Elimizi yüzümüzü yıkayıp kendimize bir çeki düzen vermeliydik. O yıllarda sokaklarda mahalle çeşmeleri olurdu onlardan birinde bir güzel temizlenip toparlandık.
Dükkâna gelmiştik. Öğlen olmak üzereydi, bizim de istediğimiz bu değil miydi zaten?. Babam ve ortağı oturmuş sohbet ediyorlardı. Bizi görünce önce bir kaşlarını çattı, kızacakmış gibi… Sonra nedense vazgeçti.
- Geldiniz mi? diye sordu.
- Geldik baba, dedim. Annemin verdiği fileyi ona uzatırken. Kaşları halâ biraz çatık gibi mi duruyordu ne?
- Kızdı mı bana acaba? diye geçirdim içimden. Ama niçin kızsındı ki ilk defa gelmiyorduk ki.. Her zaman yaptığımız şeydi bu.
Gidip babamın ortağı Necati amcanın elini öptük sırayla. O da bize birkaç kelimeyle hal hatır sordu. Sonra babama verdiğim fileyi alıp tezgâhın arkasına geçip kesekağıdı paketlerini fileye doldurmaya başladı.
-Necati, dedi babam madem ki kalabalık geldi bu keratalar,o halde akşama benim götüreceklerimi de koy fileye biri bir yandan diğeri bir yandan tutsunlar değişe değişe götürsünler bakalım.
O ara Bilal’la göz göze geldik bana
-Söyle haydi gibilerden işaret ediyordu, babamın görmemesi için de beni kendisine siper ederek.
-Ne o lan köftehor ne işmar ediyorsun öyle?
- Ne kadar da kendisini saklamaya çalışsa da yakalanmıştı.
- Hiiç Necdet amca gidelim diyordum da..
Neşeli neşeli güldü babam. O çatık kaşları da gevşemişti.
- Hadi oradan kerata seni, diye takıldı Bilal’a. Karnınız aç mı?
Hiç ikiletmedim
-Evet baba aç!
-Haydi gidin köfteci Mehmet amcana sizi doyursun bakalım. Fazla da oyalanmayın.
Dükkândan bir fırlayışımız var ki... Bayram ediyorduk. Sanki ne varsa? daha önce hiç köfte yememiştik sanki. Babamın kahkahası arkamızdan yetişemedi bile. Lokantadan içeri fırtına gibi girdik, sanırsınız peşimizden ordu kovalıyor. Garson Halit ağabey neye uğradığını şaşırdı. Masalardaki birkaç müşteri de şaşkınlıkla bize bakıyordu. Ocağın başındaki köfteci Mehmet amca:
-Ulan eşkıyalar dağıttınız ortalığı, yavaş olun biraz! diye bağırırken biz masaya oturmuştuk bile. Yemeğini yemekle meşgul olan Terzi Cavit ağabey
-Ne o lan, ne bu haliniz? Hani bilmesem… Bu çocuklara on gündür bir şey vermemişler diyeceğim ya… Evladım her şeyin bir kuralı var. Ne o öyle mayıs danaları gibi? Bir yere girerken önce selam verilir değil mi? Sonra sakin sakin… Ha? Keratalar!
Zılgıtı yemiştik ya, kimin umurundaydı. Köfteyle tatlıyı yiyince hepsini unuturduk. Ama bir yandan da Terzi Cavit ağabeyin söylediklerini de yabana atmadım tabi.
Halit abi köftelerimizi önümüze koyarken
-Yoğurt da vereyim mi? diye sordu.
Ben istemedim ama diğerleri kaçırmadılar teklifi.
- Bana tatlı ver Halit abi, bir de sarı gazoz.
- Oh oh nasılsa beleş yiyin baklalım diye takıldı hem köfteleri hem de kendisini pişirmekle meşgul olan Mehmet amca.
Neşe içinde yemeklerimizi yiyip tekrar dükkâna döndük.
- Biz gidiyoruz, dedim babama fileyi alırken. Ağırdı.
- Haydi biriniz de bir tarafından tutup yardım edin bakalım. Hem böylece yediklerinizi eritirsiniz..Yolda da değişe değişe gidin ki yorulmayın. Oyalanmadan doğruca eve…
Filenin bir tarafından da Ahmet tutmuştu. Yola koyulduk.
-Şuna bak, dedi Ahmet hep dört ayağının üzerine düşüyor. Yine kurtuldu, dedi Bilal’ı işaret ederek.
-Hiç de kurtulamadı dedim Ahmet’in sözlerine gülen Bilal’a bakarken. Biraz daha gidelim sen bırakacaksın o alacak daha sonra ben bırakacağım sen alacaksın böyle böyle eve gideceğiz.Yok öyle kaytarmak.
- Kaytaran kim ki? dedi Bilal.
Birbirimizi değiştirerek eve geldik. Torbayı anneme verdik ve doğru bozuk evin yolunu tuttuk. Çarşıdan gelirken yol boyunca konuşup muhtar amcanın bahçesine nasıl gireceğimiz konusunda plan ve iş bölümü yaptık. Bakalım bizim plana Ömer’le Hüseyin ne diyecekti.
Hedefimiz şeftali ağaçlarıydı ama hedef şaşırtacaktık. Bir kaçımız şeftali ağaçlarının tam ters tarafından girecek, biraz da ses yaparak muhtar amcanın dikkatini çekecektik. Biz onu peşimizde koşturup oyalarken diğer yandan girecek olan arkadaşlarımız görünmeden şeftalilere dalıp olabildiği kadar çabuk bir biçimde işlerini bitirecekler ve yine geldikleri gibi sessizce uzaklaşıp, odun atölyesinin arkasındaki ceviz ağaçlarının altında bizi bekleyeceklerdi.
İlk kez bu şekilde girecektik bahçeye. Daha önceleri herkes birden girer ağaçlara dağılır yakalanmazsa eğer toplayabildiğini toplar kaçardı. Muhtar da bir oraya bir buraya seğirtip bizi kovalayarak ağaçlara yaklaştırmamaya çalışır, sonra da gözüne kestirdiği birinin peşine takılır yakalayıncaya kadar bırakmazdı. Bahçeye hep birden girdiğimizde muhtarın kime gideceğini bilemediğimiz için işimize yeterince dikkat edemezdik ve bu yüzden de fazla verimli olmazdı bu dalışlar. Halbuki benim planımda kovalananlar ayrı toplayıcılar ayrı olacaktı. Bütün gece bunu kurgulamıştım yatakta.
Karargâh merkezimiz kalabalıktı. Küçüklü büyüklü bir sürü çocuk… Bizim takım hemen bir araya toplandık sekiz kişiydik. Ben hemen planımızı kısaca anlattım. Herkesin aklına yattı Eh sayımız da bu planı uygulamaya yeterdi. Üç kişi oyalamak için beş kişi de şeftalileri toplamak için ayrıldık. Ben oyalama takımındaydım. Bahçenin doğu kanadından biz girecektik. Ama önce diğerlerinin karşı tarafa gidip hazırlanmaları gerekiyordu. Bir süre onları bekledik. Yeterli zamanı verdiğimizi düşünerek bizim üçlü tel örgülerden bahçeye daldık. Ne kadar ufak tefek de olsak sık çekilmiş dikenli tellerden geçmek kolay değildi birbirimize yardım etmemiz gerekiyordu. İçeri girip çevreyi şöyle bir kolaçan ettik. Bulunduğumuz yerden kimse görünmüyordu.
-Belki evdedir, dedi Hüseyin.
-Bilmem ki her an bir yerden çıkacak gibi sanki, dedi Ömer.
Hüseyin de Ömer de benden yaşça daha büyük oldukları için muhtara en kolay lokma ben oluyordum bu durumda. Doğal olarak o da benim peşime düşecekti bu sefer. Hoş ben ona yakalanmaya alışıktım dert etmedim ama yine de heyecandan tüylerim diken diken olmuştu.
-Sonra niçin heyecanlanıyordum ki? Alt tarafı biraz ıslanacaktım hepsi bu.
Hava nasıl olsa sıcaktı. Yalakta ıslanmak hiç fena olmazdı. İşin sonunda annemden dayak yiyecektim ama bu da alışkın olduğum bir durumdu. Bir de tehdit:
- Akşama babana söyleyeyim de gör bakalım,türünden. Ama hep böyle demesine rağmen hiçbir zaman bizi babamıza şikâyet etmezdi.
Karşı taraftan işaret geldi. Onlar da bahçeye girmeye hazırdılar. Sessiz olmak zorundaydılar çünkü girdikleri bahçenin sahibi Sakine teyze her an basabilirdi onları da.
- Haydi bakalım dedi Ömer Hüseyin’e çık ortaya.
- Niçin ben çıkıyorum sen çıksana? Hep övünüyorsun ya “ Benden hızlı kimse koşamaz,” diye.
İkisi hiç anlaşamazlardı zaten. Ne birlikte olabilirlerdi, ne de birbirlerinden ayrı. Yine başlamışlardı işte çekişmeye.
-Oğlum ben reisim işi ben yönetiyorum.
- Seni kim reis seçti?
- En büyüğünüz ben değil miyim?
-Büyük olmak reis olmaya yetmez.
-İşimize baksak diyordum, dedim araya girerek.
-Kavgayı sonra yaparsınız .
Biz hareket etmedikçe diğerleri de bir şey yapamıyordu, hedef olmamak için. Sonunda Hüseyin çıktı ortaya. Eve en yakın olan erik ağacına doğru yönlendi. Böylece muhtarı şeftalilerden uzakta tutmuş olacaktı. Muhtar Hüseyin’e giderken biz de başka ağaçlara hamle edip onu peşimizden koşturacaktık. Hüseyin’in ardından biz de değişik ağaçlara seğirttik. Sesler çıkartıyor dikkat çekmeye çalışıyorduk. Ama hala muhtar ortalıklarda yoktu. O arada muhtar amcanın hanımı Şerife teyzenin sesi duyuldu, evin tarafından.
-Muhtar seninkiler yine bahçedeler!
Eh artık oyun başlıyordu. Muhtar şimdi ortaya çıkardı. Sesi duyar duymaz hemen kaçışmaya başlamadık ki muhtar bizi görsün de peşimize düşsün. Yoksa hemen fırlasak tel örgüyü rahatça aşardık. Muhtar da fark etti bunu bir an durdu bahçeye göz gezdirdi. Allah’tan diğer arkadaşlar tam siper olmuşlardı ve görünmüyorlardı. Zaten işleri de Pek uzun olmayacaktı. Şeftali ağaçları bodur olduğu için hemen dallara uzanıp işi bitireceklerdi. Birkaç dakika zamanları olsa mesele hallolacaktı. Muhtar bize yönelir yönelmez işe koyuldular. Kendi aralarında iş bölümü yapmışlardı. Üç kişi ağaçlardan şeftalileri topluyor diğer bahçede kalmış olan ikisine atıyorlardı. Onlar da yanlarında getirdikleri filenin içine dolduruyordu, atılanları.
- Kaçmayın nasıl olsa yakalayacağım! diye bağırarak üzerimize doğru gelmeye başladı.
Bir an göz göze geldik “Beni tutacak” diye geçirdim aklımdan. Ama Hüseyin ona daha yakındı akılcı olan onun peşine düşmesiydi. Zaten o da öyle yaptı. Ben de tel örgüye yöneldim bu arada diğerler ekibin ne yaptığına da bakıyordum. Onlar işlerini bitirmişler yan bahçeye geçmişlerdi bile. Sıra bizim kurtulmamıza gelmişti.Daha önce pek çok kez yalağı boylamama rağmen heyecan içindeydim. Kalbim küt küt vuruyordu. Yakalanma korkusu o kadar sarmıştı ki her yanımı tir tir titriyordum ama bu arada da kaçmaya çalışıyordum. Arkamdan gelen Hüseyin’in nefesini duyuyordum. Ömer çoktan tel örgüyü aşmış koşarak uzaklaşmıştı bile.
- Boşuna uğraştırmayın beni diyorum size. Gelin buraya! Bak kötü olacak sonunda! diye her zamanki tehtidlerini savuruyordu.
Doğruydu. Yaklaşmıştı bize. İkimizden birinin yakalanması an meselesiydi. Birden karar değiştirip yönümü tel örgülerin tam tersine doğru çevirip bahçenin içine doğru kaçmaya başladım, arkama da bakarak. Peşimden gelen yoktu. Muhtar Hüseyin’e doğru yönelmişti. Rahatlamıştım. Bu sefer paçayı kurtarmıştım. Ama Hüseyin kurtaramadı. Onu tam tel örgülerin altından sürünerek çıkmaya çalışırken ayağından yakalayıp içeri çekti ve kollarından tutup ayağa kaldırdı. Ben kurtulmuş olmanın rahatlığıyla durup onları seyretmeye başladım. Bir yandan da nefesimi düzenlemeye çalışıyordum.
-Kaçma, diye bağırdı bana da, buraya gel kurtulamazsın nasıl olsa!
Ama boşunaydı beni yakalayabilmesi için elindeki avı bırakması lazımdı. Onu da yapmayacağına göre…
Hüseyin yakalandıktan sonra direnmeyi bıraktı. Ne de olsa en tecrübelilerden biri olduğu için direnmenin beyhude bir çaba olacağını biliyordu. Çaresiz cezasını çekecekti. Muhtar, Hüseyin’i kolundan kavrayıp tulumbaya doğru yöneldi. Bu arada ben de her ihtimale karşı onlardan uzak durmaya bakıyordum. Bir ara Şerife teyzeyle göz göze geldik. Eliyle bahçe kapısını göstererek oradan çıkmamı işaret etti ama ben buna cesaret edemedim. Tel örgülere doğru yöneldim yeniden. Fakat muhtarın beni yakalayacakmış gibi bir hareket yapması üzerine çaresiz her ihtimale karşı Şerife teyzenin uzağından geçerek bahçe kapısına doğru yöneldim koşarak. İçgüdüsel olarak bir yandan da Şerife teyzeyi takip ediyordum. Hoş onun çocukları kovalamak gibi bir âdeti yoktu ya... Zaten bunu yapabilmesi de oldukça zordu. Çünkü oldukça şişman bir kadındı. Ama yine de temkinli olmakta fayda vardı. O ise ellerini beline koymuş bana gülümseyerek
–Annene selâm söyle, diye seslendi.
-Tamam söylerim, dedim.
Koşarak bir kaç metre uzağından geçip bahçe kapısından kendimi dışarı atarken. Kapıyı kapatmadım. Muhtarın Hüseyin’e yapacaklarını seyredip eğlenecektim biraz. Bunca heyecandan sonra… Muhtar kolundan tuttuğu Hüseyin’le tulumbaya doğru yürürken bir yandan da bana tehditler yağdırıyordu.
- Elbet elime geçeceksin sen. Bak o zaman ne yapacağım sana? diyerek.
Hiç önemli değildi. Bugün paçayı kurtarmıştım ya… Hüseyin’in yalvarmaları kâr etmedi. Yalağı bir güzel boyladı. Üzerine bir de tulumbadan dökülen buz gibi suyu yedi. Attığı çığlıklar muhtarı daha bir neşelendiriyordu. Aslında bu sıcakta bu sulu ceza, ceza olmaktan çok ödül bile sayılabilirdi. Ne muhtar amca öyle cimri biriydi ne de biz meyve görmemiş çocuklar. Aslında tüm bunlar bir tür oyundu. Neden mi böyle düşünüyorduk?Çünkü çoğu zaman kendi torunları da bizimle birlikte dedelerinin meyvelerini aşırılardı da andan. Zaman zaman onlar da yakalanır yalağı boylardı. Hem de hiç kayırmasız…
Neden sonra muhtar amca Hüseyin’i bıraktı. O da fırlayıp yanıma geldi bir yandan da yalandan ağlıyordu. Koşarak uzaklaşmaya başladık. İstikamet diğer arkadaşlarla belirlediğimiz toplanma yeri. Arkamızdan muhtarın sesi geliyordu.
-Eve git üstünü değiştirsin anan!
Hüseyin’lerin evi aynı sokakta muhtar Celâl amcanın evinin çaprazına kalıyordu. Hüseyin bir koşu gidip üzerini değiştirmek için eve daldı. Kısa bir süre sonra evden feryatlar gelmeye başladı. Her zamanki tören… Heyecanım yatışmamıştı. Halâ hızlı hızlı nefes alıp veriyordum. Biraz uzaklaşıp kaldırımın kenarına oturdum ve Hüseyin’i beklemeye koyuldum.
Çok geçmeden elinde koca bir dilim yağlı ekmekle kapıda göründü. Koşarak yanıma geldi. Elindeki ekmeğin bir kısmını koparıp bana verdi. Daha yediklerimizi eritmemiştik ama ikramı geri çevirmedim. İştahla ekmeklerimizi yiye yiye toplanma yerine gittik. Çetenin bizden geri kalanının hepsi oradaydı. Ganimeti paylaşmak için bizi bekliyorlardı.
- Bizi beklemeden yemeye başlamadınız değil mi lan!
Diye efelenen Hüseyin’e Ahmet cevabı yapıştırdı.
-Bizi kendin mi sandın oooluum? Bırak yemeyi, şeftalileri toplarken bile adam başına eşit koparttık. Herkese ikişer tane. Paylaşmak için de sizin gelmenizi bekliyorduk.
Bize de payımıza düşeni verdiler. Daha tam olmamışlardı ama yine de yenecek gibiydiler. O günkü ganimetimizi afiyetle bir güzel yedik. Sonra gizlendiğimiz yerden çıkıp bozuk evde oynayan diğer çocukların arasına karıştık. Saklambaç oynuyorlardı. Bilal’ı ebe olmaya ikna edip biz de oyuna girdik.
Ezan sesi ikindi olduğunu haber veriyordu. Bu da artık yavaş yavaş evlere doğru dağılma zamanının gelmesi demekti. En azından kendimizi bir göstermeliydik ki evdekiler merak etmesinler.
-Ben eve gidiyorum diyerek oyundan ayrıldım.
Koşarak eve doğru yöneldim. Bozuk evle bizim evin arası elli altmış metre ya vardı ya yoktu.Bahçe kapısından içeri girdim.Annem evde değildi. İki kardeşim bahçede ağaçların altında oynuyordu. En ufak kardeşim de içeride beşiğinde olmalıydı.
Yeniden dışarı çıktım. Kapının yan tarafına çömeldim. Bütün gün koşturmaktan yorulmuştum. Bir ara camiden tarafa beyaz bir minibüsün geldiğini gördüm. Üzerinde kırmızı bir lamba vardı. İtfaiye arabaları kırmızı olurdu. Polis arabalarının rengi de siyah. Öyleyse bu ambulans olmalıydı. Ama niçin bağırmıyordu? Acaba hasta olan kimdi? Öyle ya mahallede birileri hasta olmasa ambulansın ne işi olacaktı burada. Gittikçe yaklaşıyordu, derken bozuk evin önüne geldiğinde yavaşladı hatta durur gibi oldu. Ben merakla arabayı takip ederken sol tarafımda bir gürültü duydum başımı o tarafa çevirdiğimde yedi sekiz metre ilerde annemin boylu boyunca yerde yattığını gördüm. Elindeki bakır tas yola doğru yuvarlanmış içindeki yoğurt yerlere saçılmıştı. Ani bir fırlayışla anneme doğru koştum, bütün sesimle feryat ederek. Benim bağırışıma yan komşumuz Bilal’ın annesi Vasfiye yenge fırladı evden. Onun arkasından da kayınvalidesi Müyesser teyze… Kısa sürede annemin başında beş altı kadın birikmişti. Kimi annemin üzerini başını düzeltmeye çalışıyor, kimi bileklerini ovuyordu.
-Kolonya bulun, dedi birisi heyecanlı bir sesle.
-Ambulans geliyor onda vardır her şey, diye bağırdım ben.
Hepimiz ambulansın geldiği yöne doğru baktık. Araba tam bizim evin önünde durmuştu. Merakla
-Neler oluyor? diye düşünürken ambulanstan dedemin indiğini gördüm. Koca gövdesiyle bize doğru koşmaya başladı.
-Kızım! Kızım! diye feryat ederek.
-Dede ne oluyor diyerek yolunu kestim.
-Yok bir şey oğlum, yok bir şey. Annen nasıl?
-Bilmiyorum, birden düştü bayıldı.
Bu arada annem de kendine gelmeye başladı ama benim aklım ambulansta kalmıştı. O tarafa doğru baktım. Çevresi kalabalıktı. Bir hareketlilik vardı ama anlayamıyordum. İki kişi annemin kollarına girip yan komşuya götürdüler. Ben ise yeniden ambulansla ilgilenmeye başladım.
Bahçenin ana kapısı açılmış ambulans geri geri içeri giriyordu. Hemen ben de o tarafa koştum. Ambulansın arakasına geçtim kapılar açılmış içinden bir sedye çıkartılıyordu. Bir an gözlerim sedyenin üzerinde boylu boyunca yatana takıldı. Kolları iki yanında, ayak başparmakları bir çaputla birbirine bağlanmıştı. Aynı beyaz çaputun bir benzeri de başında bağlıydı. Çenesinin altından geçirilerek başının üzerinden bağlanmıştı. Başı hafifçe sağa doğru yatıktı. Sedyede yatan bu adam babamdı!
-Ama nasıl olurdu? Daha birkaç saat önce onunla birlikteydik biz! Hastalanmış mıydı acaba? Ama hastaysa niçin hastaneye değil de eve getirmişlerdi? Şimdi burada sedyenin üzerinde… Böyle ağzı, ayakları bağlı… Ne oluyordu? Niçin ağzını yüzünü bağlamışlardı? Hem niçin bu insanlar böyle ağlayıp duruyorlardı?
Bir anda bütün dünya dönmeye, kulaklarım uğuldamaya başladı. Her şeyi anlamıştım. Babam ölmüştü! Onun için onu hastaneye değil de eve getirmişlerdi.
-Peki ama ya annem… Nasıl olmuştu da bayılmıştı durup dururken?
Çok sonraları anlatmıştı bize. Ambulansı gördüğünde bir şeyler olduğunu hissetmiş. Yavaşlamasından ambulansın bizim kapıda duracağını tahmin etmiş, amcama ya da babama bir şey olduğunu düşünmüştü. Böyle olunca da…
Sedyeyi eve sokup alt kattaki oturma odasına aldılar. Babamı üzerinden indirip yere uzattılar. Birinin getirdiği beyaz bir çarşafı yüzünü de örtecek şekilde üzerine serdiler. Bir başkası da tam göbeğinin üzerine bir makas koydu. Beni içeriye almamışlardı.Tüm bunları pencereden izliyordum. Bir ara kimdi bilmiyorum beni oradan da uzaklaştırıp biraz ilerideki dut ağacının altına doğru götürdü. Birkaç arkadaşım da çevreme toplanmıştı. Şaşkındım ve ne yapacağımı hiç bilmiyordum. O arada iki kişi annemi getirip evden içeri soktular. Bahçe gittikçe kalabalıklaşmaya başlamıştı. Giren, çıkan,ağlayan… Bir hengâmedir sürmekteydi.
Dutun altında oturmuş şaşkın şaşkın etrafı izlemeye başladım. Bir yandan da
düşünüyordum.
-Daha birkaç saat önce sapa sağlamdı babam. Gülüyor şakalar yapıyordu bize. Ne olmuştu böyle birden? Yaşlı insanlar ölürdü. Oysa babam gençti daha. Hasta da değildi. Bütün bunlar yoksa bir oyun muydu? Ama koca koca adamların başka iş yoktu da akşam vakti bir de oyun mu oynayacaktı?
Ambulans gitmiş olmasına rağmen kanatlı büyük kapı kapanmamıştı. Oradan muhtar Celâl amcanın girdiğini gördüm. Gayri ihtiyari ayağa kalktım. Göz göze geldik bir an. Sonra o gözlerini benden kaçırıp eve yöneldi. Kapıda amcamla karşılaştılar. Sarıldılar, bir birlerine. Muhtar içeri girerken amcam dışarı çıktı. Evin arka tarafına doğru giderken cebinden bir sigara çıkartıp yaktı. Sigarayı ağzından alırken bir eliyle de gözlerini siliyordu.
Bulunduğum yerden geleni gideni izlemeyi sürdürdüm. Şaşkındım ve ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Çocuk aklım yetmiyordu. Göz göze geldiğim insanlar niçin benden gözlerini kaçırıyordu? Ben onlara ne yapmıştım?
Her şey anlamını yitirmişti. Bir boşluğun içindeydim sanki. Sesler mi kesilmişti, yoksa hiç kimse mi konuşmuyordu? Babamı öyle boylu boyunca yatarken gördüğümde gelip kulaklarıma yerleşen uğultudan başka hiçbir şey duymuyordum. Ne yapmalıydım?
O ara muhtar amcanın evden çıktığını gördüm.Ama bu sefer yerimden kalkmadım. Yine göz göze gelip bir kaç saniye bakıştık. Sonra bana doğru yürümeye başladı. İster istemez ayaklandım ama kıpırdamadım.
-Ne yani böyle bir durumda iki tane şeftalinin hesabını mı soracak? diye düşünüyodum ya, yine de tedirgindim.Yanıma yaklaştı. Başımı iki elinin arasına alıp kendine doğru çekti. Bir süre başım göbeğine yaslanmış durumda öylece dikildik. Hafif hafif saçlarımı okşuyordu. Neden sonra
- Gel bakalım şöyle biraz yürüyelim, diyerek elimden tuttu. Arka bahçeye doğru yürümeye başladık.
Uzun boylu biri değildi ama yine de bana göre uzundu. Ona bakarken başımı epey bir yukarı kaldırmam gerekiyordu. O ise ileriye doğru bakmayı tercih etmişti. Madem ki bana bakmıyordu öyleyse benim de ona bakmama gerek yoktu. Ben de önüme dönüp ileriye, tarlalara doğru bakmaya başladım.
-Bu durum bir çocuğa nasıl anlatılır? Bilmiyorum ama şimdi beni iyi dinle evladım, diyerek söze başladı. Sonra sustu.
Yürümeye devam diyorduk. Birden durdu. Bende ona uydum. Elini omzumdan alıp ikisini birden arkasında bağladı. Halâ ileriye doğru bakıyordu.
-Bak evladım bunu sana nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum..
- Babamın öldüğünü mü?
Hiç beklemediği bu soru karşısında birden bana döndü. Bir süre baktı. Sonra bir elinle başımı okşayıp
- Nereden biliyorsun? Kim söyledi?
-
Hiç kimse, ben anladım.
- Doğru anlamışsın... İlahi takdir denir buna. Allah böyle istedi ve böyle oldu. Biz insanların yapabileceği bir şey yok, dua etmekten başka. Ecel gelmişse bir şey sebep olur her şey biter. Baban da kalp krizi geçirmiş.Hastaneye gidene kadar… Ambulansta… Öğlen yemeği biraz fazla mı kaçırmış ne. Zaten şişmandı da… Dedim ya ecel… Gerisi hep bahane.
- Ama niçin? Babam ihtiyar değildi ki.
-Yalnız ihtiyarlar mı ölür? Bazen böyle senin baban gibi genç insanlar ve hatta çocuklar, bebekler bile… Allah yanına alır onları, çok sevdiği için… İşte böyle... Babanı da çok sevmiş, yanına çağırdı.
-Peki biz ne olacağız şimdi?
-Ulan oğlum bu da nasıl soru böyle be? diye söylendi.
Gözlerinden belli belirsiz bir hüzün bulutu geçti. Sesi titredi. Ağlamaklı bir sesle.
-Hiçbir şey olmayacak, hayat devam edecek. Bir tek... Artık babanız… Ama bak amcanız var, dedeniz var, biz varız… Değil mi ya? Yalnız olmayacaksınız ki… Yani…
-Babam olmadıktan sonra… Muhtar amca sakın Allah bana ceza vermiş olmasın senin bahçene, diğer bahçelere de girip meyve aşırıyoruz diye.
-O da nereden çıktı şimdi?
- Hiiç sordum öyle.
-Yok oğlum olur mu öyle şey? Elbette başkalarının malını izinsiz almak günahtır, doğru değildir ama… Allah çocuklara ceza vermez. Dedim ya babanı çok sevdiği için yanına aldı onu. Beni ne kadar anlıyorsun bilmiyorum ama üzülmemelisin. Elbette kolay değil bu. Bir taraftan da evin büyük erkeği sensin artık. Ha? Annene yardımcı olmalı onu yalnız bırakmamalısın. Değil mi? Sen güçlü olmalısın ki… Bunlar şimdi konuşulacak şeyler mi? Onu da bilmiyorum ya neyse… Haydi şimdi dönelim bakalım, dedi ve beni beklemeden geldiğimiz yöne doğru yürümeye başladı.
- Ama sen bundan sonra hiç kimsenin hiçbir şeyini habersiz olarak sakın ola ki alma. Yoksa babanın ruhunu çok üzmüş olursun, derken.
Sonunda ağlamaya başlamıştım ben de. Ağladıkça içimin boşaldığını, o kulaklarıma gelip oturan uğultunun kaybolmaya başladığını hissettim.Yanaklarımdan aşağı süzülen yaşları avuçlarımla silmeye çalışırken muhtar amcanın dediklerini düşünüyordum.Haklıydı. Artık babam yoktu ve evin büyük erkeği bendim.
-Peki ama babamın yaptığı işleri ben nasıl yapacaktım? Daha o kadar büyümemiştim ki…
Akşam oluyordu. Hava ağır ağır kararmaya başlarken evin ışıklarının teker teker yandığını gördüm. Eve gitmeliydim. Gitmeli ve babamı hiç değilse bir kere daha görmeliydim. Bu sefer beni hiç kimsenin engellemesine de izin vermemeliydim.
*** *** ***
Eylül ayının ortalarına gelinmiş. Havalar nispeten daha ılık. Akşamları ve sabahları serin bile oluyor. Bugün yeni eğitim yılının ilk günü. İkinci sınıfa başlayacağım..
Sıra olduk bahçede, bütün sınıflar. Müdürümüzün kürsüden konuşmasını dinliyoruz. Arkamızda da veliler… Beni annem getirdi. Oysa geçen yıl babamla birlikte gelmişlerdi, okulun ilk gününe, kardeşlerimi yengeme bırakıp… Artık bundan böyle hep bu şekilde olacaktı demek? Veli toplantılarına da annem katılacaktı öyleyse. Babam olmadığına göre...
Ne çabuk geçiyordu günler. Daha dün gibi... Oysa on gün olmuştu bile, babam vefat edeli. Ve biz artık buna bile alışmaya başlamıştık. Alışmayıp da ne yapacaktık? Muhtar Celal amcanın dediği gibi hayat bizim için devam ediyordu ve ölenle ölünmüyordu. Ama öyle de olsa insanın yüreğinin derinlerinde bir yerlerde hiç dinmeyen belli belirsiz bir sızı yine de hep kalıyordu, kendisini her daim hissettiren. Hele bir de çocuksan…
RECEP AKIL
YORUMLAR
harikaydı be ustam....sonu çok hazin bitti....gittim çocukluğuma.....ve ortaoku ikinci sınıftayken ben de babanım ölümünü anımsadım.....ve biz de komşu bahçenin ayvalarına dadanmıştık o günlerde.........................çok teşekkürler...çok güzeldi.................saygılar
sandal barınağı.özay sağl tarafından 5/29/2009 11:07:35 PM zamanında düzenlenmiştir.
Güçlü bir hayal gücü,ince bir sezgi,kişiler arasındaki diyaloğun sıkmayışı kalemin usta olduğunu gösteriyor...
Yalnız acizane olarak böyle uzun öyküleri okuyucunun sıkılmaması açısından bölümler halinde (devamı gelecek)verilse daha iyi olurdu diye düşünüyorum..
Bu kalem,gelecek vad ediyor.
saygı ve sevgilerimle...
Yüreğinize sağlık,huşu içinde okudum,ALLAH Râhmet eylesin,sizde benim gibi küçük yaşta yetim kalmışsızın,siz Babadan ben Anadan,ama en çok hissettirende Anadan yetim kalmak,6 yaşında okula gitmiyordum,hafızamda kalan,Avluda uzanmış cansız yatan beyazlıklar içinde dünyanın en güzel Anası,ve ağlama sesleri,Rabbim kimseyi yetim bırakmasın,tüm hücrelerde hissedilir zaman geçtikçe,saygılar sunuyorum..