- 1847 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
TAŞRALI ÇOCUKLAR
Onların; kent bulvarlarının geniş sokaklarını süsleyen, ışıl ışıl oyuncakçı dükkânlarından alınmış, rengarenk kamyonları, yüzlerce aksesuarı ile insanı cezbeden, hayal dünyalarına sürükleyen pembenin envai tonunda Barbie bebekleri hiç olmadı. Onlar plazaların herhangi bir katından, babalarını beklerken akıp giden ve şıkır şıkır parlayan ve yavaş yavaş akan şehir trafiğini hiç seyretmediler.
Onlar; tozlu, topraklı yollarda karakaçanların sırtında, peşlerinde çoban köpekleri, koyun sürülerinin ardı sıra büyüdüler. Onlar siyah saçlarının, tandır fırınlarının sislerine bulaşan yüzleriyle, yinede hayata gülümseyerek ekmek pişirdiler. “t” harfi şeklinde ki ağaç parçalarına, eski kumaş parçaları sarıp, bezden bebekler yaptılar. Onları tahta beşiklerde salladılar. Dudaklarında annelerinden duydukları “Eledim eledim öllük(killi toprak) eledim” şarkısı vardı her zaman. Onlar daha çocukken ninni söylemeye başladılar.
Onlar her yaz ne deniz kenarına inebildiler, nede havuzlardaki kaydıraklarda serinlediler. Onlar aslında doya doya dondurmada yemediler. Onlar su sporlarını bilmediler. Onlar hiç kayak yapmadılar. Onlar sıcak yaz gecelerinde köpükle ıslanmadılar. Onlar kayak merkezlerinde, uzun kış gecelerinde sıcak şarap içip sarhoş olmadılar. Onlar Layla’nın kapısından içeri girenleri bile tanımadılar. Atlı karıncaları, dönme dolapları, çarpışan arabaları hiç görmediler, hiç bilmediler.
Onlar güneş batınca yattılar. Güneş doğunca kalktılar. Onlar pastörize süt içmediler. İneklerin memelerini sağdılar. Onlar yumurtayı, rafadan mı, az pişmiş mi, çok pişmiş mi tercihini hiç yapmadılar. Kümeslerden yumurtaları topladılar pazarda satmak için. Onlar bir lastik şambrel bulup, bellerine geçirerek, köyün deresine girince şehzadeler kadar mutlu oldular. Onlar tarlaları sulamak için önü şişirilmiş küçük su birikintilerinde serinlemeyi nimet saydılar.
Onlar uçağa binmediler. Katıra binmeyi büyük bir ayrıcalık saydılar. Çıplak ayaklarıyla, sıcak yaz gecelerinde, sabaha karşı su sırası kendilerine geldiğinde evlek evlek tarla, bağ, bahçe suladılar. Onlar kent hayatının kolaylıklarına katkı sağlayarak, yaşamlarını kazanmak için, kırsal hayatın güçlüklerine göğüs gerip, hırçın tabiatla savaştılar.
Kent çocuklarının ellerine iğne batınca bin bir krem sürülürken, onlar bir ahırın köşesine kurulmuş, iki tahta ve bir leğenden oluşan derme çatma banyolarda, kirden, tozdan, terden, topraktan arınmaya çalıştılar.
Onlar tiril tiril, çeşit çeşit, renk renk, marka marka keten, kumaş elbiseler, önlükler, kokulu silgiler, çeşit çeşit kalemler, kapakları insanı içine çeken resimlerle dolu defterler, videolar, CR ROOM’lar, tek kişilik sıralardaki, yirmi kişilik sınıflarda ilköğretimlerini, ortaöğretimlerini yapmadılar.
Onlar siyah beyaz önlüklerle, iki defter bir kalemle, yamalı pantolonlarla, iki üç bayramda bir değişen altı delik lastik ayakkabılarla bir sırada dört kişi oturarak, beş sınıfın aynı anda eğitim gördüğü tek göz sınıfta sadece beşinci sınıfa kadar okudular.
Onların tek kişilik odaları, elbise dolapları, ders çalışma masaları, özel süzmeli aydınlatma lambaları, bilgisayarları olmadı. Onlar gaz lambası ışığında, 45 mumluk ampullerin cılız aydınlatmasında, bir kilimin üstüne uzanarak yada kenarına kıvrılarak ödevlerini yapmaya çalıştılar.
“Taşralı çocuk kolay kolay depresyona girmez, zaten ne olduğunu da bilmez, Şehirli çocuk sürekli depresyon modundadır, her şeyden bunalır. Taşralı çocuk kulağını, kaşını bilmem neresini deldirip metal boncuk v.s takmaz, şehirli çocuk cool olma çabasıyla delinebilecek her yerini deldirebilir. Taşralı çocuk aldığı domatesin hormonlu olup olmadığını bilir, şehirli çocuk domates ağaçta yetişiyor sanır.”
“Taşralı çocuk iki taştan bir kale yapar top oynar, şehirli çocuk “winning eleven” oynar. Taşralı çocuk samimidir. Taşralı çocuk soba yakar, odun taşır, ateşi görür bilir. Dolayısıyla yüreği de bedeniyle birlikte ısınır. Merhametlidir, acıma duygusu vardır. Şehirli çocuk sadece bedenini ısıtmaya çalışır dayandığı kalorifer peteğinde. yüreğini ısıtmak aklına bile gelmez. Taşralı çocuk meraklıdır öğrenmeye açıktır. Bilmediğinden utanmaz, sık sık soru sorar. Şehirli çocuğun google arama motoru vardır, bilmediği bir şey olursa girer ordan bakar.”
Onların kahvaltıları biraz zeytin, bir dilim peynir ve bir bardak çaydı. Balı, tereyağı, yumurtayı, domatesi, biberi sadece pazara götürürken gördüler. Onlar çeşit çeşit peynirleri, yağları, balları, sucukları, kaşarları, sosisleri, pastırmaları, salamları, börekleri, meyve sularını, süt çeşitleri, poğaçaları, pastaları, tatlılarıyla adeta kuş sütünün eksik olduğu kahvaltı sofralarını, sadece köy muhtarının evinde bulunan televizyonlardaki gurme programlarında ancak seyir edebildiler.
Onlar televizyonlarda kent hayatının diğer zenginliklerini de gördüler. Sonra o zenginliklerini rüyalarında görüp, gerçeğe uyandıklarında bir odada on kişi kaldıklarını hatırlayınca şok oldular. Seyrettikleri kent hayatını yaşamak için ailelerinin büyük şehirlere ekonomik sebeple aldıkları göç kararını bir tek onlar gizli bir sevinçle karşıladılar.
Onlar kendilerini kentin kenarlarına yamanmış, varoş mahallelerinde büyük bir hayal kırıklığının beklediğini bilmeyerek, kente göç ettiler. Haraç mezat ağaya satılan tarlaların, nazlı bahçelerin, zeytinliklerin, üzüm bağlarının aslında özgürlüklerinin satılması olduğunu anlayamadılar.
Kent varoşlarına yığınaklanan çocuklar çelişkilerle yüz yüze kalınca isyankâr oldular. Kentli yaşıtlarını düşman bellediler. Ama kentin debdebesi, azameti, gösterişi karşısında ezildiler, un ufak oldular, düğmelerini iliklediler, başlarını önlerine eğdiler.
Kent soylularının zenginliğiyle yüzleşmek, onları içine kapanık, kendine güvenini yitirmiş, geleceğinden umudunu kesmiş, her türlü suiistimale açık birer makineye dönüştürdü. O hayatı yaşamak için; tinerci, dilenci, amale, hamal, karaborsacı, tombalacı, çaycı, tuvaletçi, seyyar satıcı, ayakkabı boyacısı, simitçi, inşaat işçisi, yankesici, kapkaççı, gaspçı, kumarcı, oldular.
Ama taşıma suyla değirmen dönmedi. Kazançları kar suyu gibi eridi gitti. Artık bir iki kuşak geçtiği için; taşralı olmadıkları gibi kentli de değillerdi. Dürüstken kalleş, iyi iken acımasız, mertken kaypak olmayı ezberlediler taşralı çocuklar. Kişilik, şeref, ahlak, seciye, onur gibi kavramların para etmediğini öğrendiler kentlilerden kafalarına vura vura, dolandırıla dolandırıla.
Onlar kentli çocuklarla yollarının sadece okul, kışla ve camide çok sınırlıda olsa kesiştiğini görecek kadar büyüdüklerinde ise, başka gerçeklerle karşılaştılar. Bu gerçekler ise onları adeta kahretti. Okul, cami ve kışladan çıkan hali vakti yerinde çocukların bir, pire bulaşmıştır kaygısıyla evlerine varır varmaz yıkandığını duydular.
O zaman sordular. Taşralı çocuğun biti, piresi kentli çocuğa bulaşırsa hasta olurdu. Peki kentli çocuğun, zenginliği, lüksü taşralı çocuğun ruhunu kirletirse bu nasıl temizlenecekti. Bu soru susturdu kentli çocukları. Cevapsız kaldı soru. Çünkü cevabı sadece aşağılanmaktı. Hor ve hakir görmekti taşralı çocuğu. Başka da bir anlamı yoktu.
Şimdi bir taşralı çocuğun günlüğünden İstanbul seyahatini dinleyelim.
“1.Gün
Sabah 07:30’da İstanbul’a ayak bastım. Uyur uyanık gözüme takılan tarihi bir cami görüntüsü ile medeniyetin başkentine geldiğimi anladım.
Esenler otogarında orta bölmede yer alan mescidi kaldırmışlar. Önce bu duruma kızdım; fakat yeni yapılan tesisi görünce sinirlerim yatıştı. Kütüphanesi, kıraathanesi, çorbacısı tam bir külliye olmuş. 1 ytl’ye çorba olur mu? Olur.
Öğle namazını Sultanahmet camisinde kıldım.
Dünya ticaret merkezi bahçesinde dolaşırken, buranın süs olarak tasarlandığını anladım. Çünkü bir çeşme bile yapmamışlar. (İstanbul’un genelinde çeşme bulmak sorun.) Doğu felsefesi ile yapılsa kurda kuşa bile su içecek yer düşünülürdü.
2.Gün
İstanbul’da sabah çayı da bir başka güzel. Dostum Emrah ile erken kalkıp dışarı çıktık. Dün gece bitiremediğimiz muhabbete ( 14 yıldır bitiremediğimiz desem yalan olmaz.) devam ettik. Dostum İstanbul’un kainat şubesi; insan, misafirperver, Üsküdar Beyefendisi, samimi, çalışkan...
Emrah dostumu servisine bindirip ben de Aziz Mahmud Hüdai’nin (k.s) yanına gidiyorum. Ah! o Hüdai yokuşunu çıkmanın tadına da doyum olmaz. Ramazan öncesi bir daha yenileniyoruz.
Bu ramazan ayı daha farklı geçecek inşallah. Her Ramazan yeni bir başlangıç müminler için. Hayatımızda yıllık milat arıyorsak arınma ayı bir fırsat. Ramazanın ihyası diğer ayları da tetiklemeli, yoksa bir ay yorul sonra yat olmaz. İslamın zevki ruha işlerse arada gaflette bassa hakikat yolundan kişi ayrılamaz. İslam ruha nasıl işler, bu uzun mesele... Herhalde önce ruhumuz ile tanışmamız gerekiyor.
Ruhumuz ile nasıl tanışacağız? Bu soruya verilecek cevapta; sadece et ve kemik yığını olmadığımızı ve bir ruhumuz olduğunu fark etmemiz. Maneviyatta bu noktada maddi dünyanın yanında yer buluyor. Kur’an-ı Kerim ruhların şifası, ruhun dilinden ancak O anlar. O’nun dinlendiremediği bir ruhun bence tedavisi yoktur.
Şimdi Üsküdarda sahil boyunda oturmuş çayımı yudumlarken, deniz kokusunu içime depoluyorum, biz sahil çocukları arada bir denizi koklamalıyız. Yüreğimizden yelkenli kayıklar açılmalı engin sulara... Yazan bir adam sahil boyunda coşar, birde sabah vaktiyse değmeyin keyfine.
İstanbul bizim için arada bir gelinmesi gereken bir şehir, tıpkı diğer güzide Anadolu kentleri gibi. Bazen iş bazen ziyaret, yolumuz bir şekilde çıkıyor bu şehre. Evet yorucu bir şehir, uzun süre yaşamayı göze alamayacağım kent; fakat gelir geçeriz iki kıta arası bir yanım batı bir yanım doğu. Kader bizi doğudan batıya, batıdan doğuya dolaştırıyor. Her yerden alacak bir şeyler var.
Hiçbir yaşanmışlık boş değil, her şeyin bir anlamı var hayatta. Her yerde her şeyi bulmak mümkün. Bulmak için aramak şart, yola çıkmak gerekiyor. Bazen hayattan çekilmeyi düşündüğün bir an yaşama yeniden başlayabilirsin. Sevdiğim bir söz vardır; “Allah yeniden başlayanların yardımcısıdır.” cümleyi duyduğum kişiden kaynağını da öğrenebilirim.
Tarık Tufan (Kendisine ait cümleymiş.), yazan ve yaşayan adam. Bugün kendisiyle görüşme fırsatımız olacak. Kendi üslubu olan nadir kişilerdendir. Bunu yaptığı işlerde gösteriyor. Radyo programı, Kitap, Tv programı... Şimdilerde “Meksika Sınırı” ile ön planda, TV eleştirmenleri programın televizyon dünyasına farklı bir soluk getirdiği görüşünde.
Aşkın kenti Konya’ya doğru bu gece yola çıkıyorum. Evet İstanbul iyi güzel; ama Konya benim için bir başka güzel. Alemin, dünyanın, Türkiye’nin merkezi Konya, başkentliği Bursa’ya kaptırdığında üzülmüştür. Payitaht Bursa’dan Edirne’ye taşınınca da Bursa üzülmüştür. Edirne’nin saltanatı da uzun sürmedi. Medeniyet İstanbul’da sükun buldu. Ankara her zaman yedek oyuncu olmaya mahkum.
Her şeyde bir hayır vardır. Bu zamanda başkentin İstanbul olduğunu düşünmek bile istemiyorum. Zaten yeterince kalabalıktır bu şehir. Başkentlilik bayrağı elden ele dolaşmış; fakat bayrağı devreden şehirler hiçbir zaman medeniyetin öncü şehri olmayı bırakmamış.
Yola çıkmadan Üsküdar’da boğazı seyrederek eski bir dost ile fikir telakkisinde bulunuyoruz. İki dünya arasında sıkışmış kardeşim. İstanbul insanı iki alem arası presliyor, kişinin tercihi zorlaşıyor ve tercih zorlaştıkça kıvırttırmalar artıyor.”
Buda başka bir taşralının şehirli hikayesi
“Şehirlere göçen değerli hemşehrilerimiz davul zurnayla karşılanmadılar. Ağanın yemek davetine icabet edip de sofranın kıyıcığına ilişen, elinde durmadan gevelediği ekmeği bir türlü tarhanaya banıp kuru boğazından alaşağı edemeyen “gariban” çaresizliği burada da “kene” gibi yapıştı derisine. Derisi onu ifşa ediyordu. Kıyafetleri, yürüyüşü, nefes alışı dahi ele veriyordu. Kıyıcığına ilişti şehrin… ilk adımdı, mübarekti. Şehirde aşağılandılar. Sokaklarda kimsenin dikkatini çekmiyorlardı. Şehir onları görmezden geldi. Varlıklarının kabul edildiği nadir zamanlarda, onların katılmasına izin verilmeyen toplantılarda, eksik ve biçimsiz bu insanların şehre göçmesinin nasıl önlenebileceği tartışıldı. Adam yerine konuluşları o kadardı.
Varoşlara yerleştiler. Zaman hızla akıp şehrin yerleşik nüfusundan daha kalabalık olduklarında bile, ürkek, mahçup ve güvensizdiler. Hâlâ iğreti idiler. Üzerlerinde "yaban" kokusu gitmemişti daha. Üstelik şehre gelmiş olanlar, kasabalarında, köylerinde en çaresiz olanlar değildi. Onlar en gözüpek, en yırtıcı, en bıçkın, en yetenekli olanlardı. Hep onlar göçtüler. Ama "yaban" olmaktan çıkmaları için "yeni nesil" gerekiyordu. Musa’nın 40 yıl çöllerde dolaştırdığı kavmin yenilenmesi gibi zamana ihityaç vardı. Ancak o zaman yerlileşeceklerdi.
En beteri aşağılanma, hor görülme, tiksinti ile bakılma değildi bu iğreti yaşama adım atmış taşralılar için; “Geri dönme” korkusuydu onları şehre daha bir sabitleyen. “İşte, beceremedi döndü, zaten ne beklenir ki ondan” sözünü duymaktansa şehirde ölmeyi tercih ettiler. İstanbul, Ankara, İzmir, Adana; Frankfurt, Paris, Wien, Berlin…Gemilerin yakılıp umudun kapıları kapatıldı. Yeni topraklar mekan bilindi, mekan kılındı.
Taşra, 70’li yıllardan itibaren şehre kafa tutmanın zevkine erişti. Az gollü şerefli mağlubiyetlerden bıkmıştı artık. En azından deplasmandan alınacak bir puanın hesabını yapar olmuştu. Kendileri okuyamamıştı ama “gömleklerini satarak” çocuklarını okutuyorlardı işte. Paranın tadını almışlar, kodamanlar kadar olmasa da araba, ev – bark sahibi olmuşlardı.
Şehrin asıl sahiplerine acayip bir salvo ile külahı ters giydirenleri dahi vardı. Lakin ekseriyet hâlâ “gecekondu”larda yaşıyor, sökülmüş tırnaklarının acısını, suları akmayan, gaz lambası ile aydınlatılan odacıklarının bir köşesinde ders yapan çocuklarına bakarak unutmaya çalışıyorlardı ve şehir gün geçtikçe daha cevval, daha acımasız, daha insafsız yükleniyordu üzerlerine.”
Taşralının çelişkisi bir zenginlik furyasıdır. Taşralı çocuğunun çelişkisini anlayabilmek için gelin biraz taşralıyı tanıyalım
“Bir ülkenin başkenti ve en önemli kentlerinin dışında kalan tümüne taşra deniyor. Büyük kentlerdeki hareketlilikten, karışıklıktan, düşünsel etkinlikten ve canlılıktan çok farklı olan, sakin, biraz çağdışı ve eskimiş bir yaşam biçimi, taşranın karakteristik özellikleri.
Sanayinin gelişmiş olması, hareketliliğin, karışıklığın, trafiğin, hatta nüfusun bile fazla olması bir kenti taşra olmaktan kurtaramıyor. Taşra tanımının altını çizdiği temel bildiri:Düşünsel etkinlik eksikliği ve çağdışı eskimiş bir yaşam biçimi. Bu temel bildiri ışığında İstanbul, başkent dahil tüm Anadolu’yu taşra sayar. Anadolu’da yetişip sanatta üstün başarılar elde etmiş kişiler bile taşralı şair, taşralı romancı, taşralı ressamdır. Uğraştıkları sanat dallarından bile önce taşralı kelimesi başarılarının tamlayanı olarak en başta durur. Taşralı sanatçının bu tamlayandan kurtulması için tası tarağı toplayıp İstanbul’un yolunu tutmaktan başka bir çaresi yoktur.
Eski Türk filmleri taşralıların kent soylulara çaldığı galebelerin şanlı tarihi gibidir. Kalabalık bir gurupça aşağılanan, alay edilen, arkasından kahkahalarla gülünen kızımız yatağa kapaklanıp hıçkıra hıçkıra ağlarken birden duraksar, gözleri büyür, kararını verir. Onları kendi silahlarıyla vuracaktır. Makyajlar yapılır, saçlar boyatılır, yepyeni mini mini elbiseler alınır.
Bu arada adabı muaşeret kuralları da iyice bir öğrenilir. Yürüme dersleri alırken kafasının üstüne konulan kitap henüz beyninin içine girmemiştir ama epeyce de yakınlaşmıştır. Kızımızın yeni halini görüp artık iyice kendilerine benzediğinden bir tereddüdü kalmayan kent soylular onu hayran hayran seyrederler. Hafif züppe tavırlı esas oğlan da kızımıza kör kütük âşık olmuştur. İntikam vakti gelmiştir.
Yazlık sinemada çekirdek çitlerken filimi izleyen taşralının makus talihi dönmüş, ilk yarısını isyan ederek izlediği filimin ikinci yarısı tüm yüzlere gururlu bir sevinç konduruvermiştir. Yazık ki taşralının intikam almak için bile o nefret ettiği zengin, züppe, burjuva kültürünü iyice bir öğrenip kabullenmesi gerekmiştir. Zaten artık intikam falan da kalmamıştır. Esas oğlanla kızımız kırlarda mutlu mutlu koşmaktadır. Kırılgan taşralı gururu tamir olmuş, gerçek değeri nihayet anlaşılmıştır.
Taşra terkedilmişliğin, tekdüzeliğin, ıssızlığın ana yurdudur. Kendince davranabilmek, kalabalıklarda kaybolmak neredeyse imkânsızdır. Koca koca kentlerinin caddelerinde bile yerli taşralılar birbirlerini tanırlar. Taşrada yaşıyorsanız, yolda yürürken önünüzden çok etrafınıza bakmanız gerekir. Her an, yanınızdan geçen bir tanıdığın selam vermediğiniz için size gücenme ihtimali vardır. Onu görmemiş olmanız da bir gerekçe olarak kabul görmez.
Bu sıkı birliktelik ve yüz yüzelik içinde insan insanın meşgalesi haline gelir. Konuşulan konular bile tamamen çevredeki ortak tanıdıklar üzerinedir. Kimin işi neden bozulmuştur? Kim bir mal almış veya satmıştır? Kimin aslında kimseye söyleyemediği bir sırrı vardır? Araştırılır, düşünülür, sonuçlar gerekçeleri ile ortaya konur. Bu iç denetim o kadar düzenli işler ki artık taşralının birey olabilme ihtimali tamamen ortadan kalkar. Şimdi bilinmesi gereken diğerlerinin kendisi için ne söylediğidir. İşin garip tarafı bu alışkanlıklar ve yaşam biçimleri taşralının huyu değil, tam aksine taşranın bizzat kendisinin dayatmasıdır. Taşralı yarı aydın, bir an için taşralı kafasından sıyrılsa da bu defa kendi taşrasına düşer.
Birey olabilmekten umudunu kesen taşralı, politik ve ekonomik hayatta kendini coğrafyasının kollarına bırakır. Artık sürü psikolojisi hâkimdir. Elde kalanı kutsamaktan başka çare kalmamıştır. Yapılacak tek şey memleketin havasına suyuna, taşına toprağına methiyeler düzmektir. İstanbul’daki yüksek kiraları, okul servisi ücretlerinin fahişliğini, ulaşımın ne kadar meşakkatli ve pahalı olduğunu televizyondan görüp görüp sevinmektir. Kendini çağdaş yaşamın bu kadar uzağına atan, sanattan, eğitimden mahrum bırakan sistem, taşralılarca bir daha sorgulanmamak üzere ütülenir, naftalinlenir, yüklüğe kaldırılır.
Taşranın coşkusu öfkeyle örülür, eleştirisi duyguyla çözülür. Coştuğunda isteği yapılmayınca kendini yerden yere atan arsız çocuk gibi ter ter tepinir. Hele bir de tamamen haklı olduğuna inandıysa iş iyice içinden çıkılmaz bir hal alır. Eleştirirken karşı tarafla bir çıkar çatışması yoksa naiftir. Hele ki öfkesiz ise merhametlidir. Bir anda karşı safa geçiverse kimse şaşırmaz. Zaten son kertede karşı geldiği fikri öve öve bitiremeyecektir. Bütün benmerkezciliğine rağmen övdüğünü, kendisinden bile üstün tanımsız bir zirvede, duygulu taşlarla süslü eğreti bir taçla onurlandırır. Fakat zirveye koyduğunu bir gün alaşağı etme arzusunun yangınına birkaç odun atıp ateşi canlı tutmayı da ihmal etmez.
Eğer bir memuriyetiniz yoksa taşrada ev geçindirmek, çoluk çocuk büyütmek, bir kırık ekmek yemek öyle kolay değildir. Taşranın üstüne çökmüş, donmuş zamandan ve ekonomiden pay alabilmek için bıçağınızın her daim keskin olması gerekir.
Kadersizdir taşralı. Kısmetsizdir. Gece camdan sıcak su dökse peri kızına âşık olur. Gidip küle işese dışarlık olur. ‘Çarşambayı sel alır/Bir yar sever el alır.’Zaten taşra kelimesinin sözlükteki karşılığı ‘dışarlık’tır. Ancak yine de bu ‘düzayak, çivit badanalı’ kentleri renk renk boyamaya ömrünü adamış insanlar da yaşar taşrada.”
İşte böyledir taşralının dünyası. Taşralının varlığı bu olduğuna göre bu varlığın bir parçası olan ve en savunmasız grubunu oluşturan çocuğun ruhundaki fırtınayı varı siz hesaplayın.
Şimdi de bir taşralı çocuğun şehirdeki başarı öyküsüne göz atalım…
“Dün, bir eliyle gözlerini güneşe siper ederek arkasında sis bulutu bırakarak giden “sessiz tayyare”ye “babama selam götür” diyen çocuk bu gün; arkasından dökülen bir bakraç suyla İstanbul’a babasının yanına uğurlanıyordu göz yaşları arasında.
Elinde tahta bavulu olduğu halde gurbet yolculuğu başlayan bu çocuk, ilk kez köyden ayrılıyordu. Bindiği otobüsün camından dışarıyı seyrederken; daha önce İstanbul’a gidip, yeni urbalar ve iskarpinler giyip uzun saçlarıyla caka satan büyüklerini düşünüyordu. Döndüğünde o böyle yapmayacaktı. Çünkü bu durum onu çok incitiyordu.
Babası yetmişli yılların başında Almanya’ya işçi olarak gitmek için bir-kaç köylüsüyle birlikte yazılmıştı. Altı ay boyunca beklediği Almanya hayali gerçekleşmeyince herkes gibi İstanbul’a gitmek zorunda kalmıştı. Uzun zaman işsiz kalmıştı… Babasından kalan ve ne pahasına olursa olsun asla satmayacağım dediği en verimli tarlasını satarak yaptığı sermaye ile birkaç semt pazarından 3-5 tahtalık yer satın almıştı.
Sabahın beşinde kalkıyor, babasının zahire tezgahında satacağı malların, Dodge marka kamyonete yüklenmesine yardım ediyordu. Öğleye doğru açılması tamamlanabilen babasının tezgahı ile karşı tezgahın arasına yolun ortasına; babası tarafından Eminönü’nden alınan mallarla düzülmüş işporta tablasını açıyordu.
Çocukluğunu yaşayamadan çocuk yaşta evlenmişti. Hayalinde hep, çok para kazanıp önce babası gibi Pazar tezgahı satın almak ve hemen arkasından da bir daire alarak eşi ve çocuklarını İstanbul’a getirmek tek hayaliydi. Zira çocuklarının İstanbul’da okumasını çok istiyordu. Çocuklarım okusun benim gibi sürünmesin derdi her zaman.
İki nesil üçüncü nesli kurtarma pahasına kendilerini feda ederek çok ağır bedeller ödemişti. İstiyorlardı ki kendilerinden sonra gelen kuşaklar yeni bedeller ödemek yerine, ödenmiş bedellerin karşılığını en iyi şekilde devşirebilsinler. Başkalarının çocuklarının okuma azmini ve bir yerlere gelerek ailelerini mutlu ettiklerini gördükçe ya dinledikçe hep içini tuhaf bir his kaplar; inşallah benim çocuklarım da böyle olacak diyerek iç geçirirdi.
Altmışlı yılların başından doksanlı yılların başına kadar olan dönemde ve daha önceki dönemde; aşağılanan, hor görülen potinli ve şalvarlı diye alay edilen kuşakların nesli, doksanlı yıllardan itibaren kendinden söz ettirir hale gelmişti. Nasıl olur da bu “taşralı sınıf” kalkıp geldiği köyünden şehirde söz sahibi olma imkânını elde eder.
Dedeleri ve babaları şehre gelirken yanlarında getirdikleri köylerini bir an bile bırakamadıkları için hep taşralı kalmışlardı. Oysa üçüncü nesilden itibaren oluşan kuşak, atalarının getirdikleri köylerini gelenek, görenek, dini ve ahlaki değerlerin gerektirdiği şehirde modernize ederek şehirlileştirmeyi başarmışlardır. Beraberinde ise ekonomik, siyasi ve kültürel alanlar başta olmak üzere birçok alanda söz sahibi olmuşlardır.
Elbette bu hazmedilebilir bir durum değildir. Dün hor gözle baktıkları potinli, şalvarlı, ağzı soğan kokan Ahmet efendi ve Ayşe kadın diye “aşağılayarak” hitap ettikleri kapıcılarının, çaycılarının, temizlikçilerinin çocukları bu gün birçok alanda söz sahibi oldukları tekellerini kırmışlar, hatta daha ileri giderek yönetimde söz sahibi de olmuşlardır.
Lise ikinci sınıfta iken yanlış arkadaş kurbanı olan ve okulu bırakarak tekstil atölyesinde ara ütücü olarak çalışan oğlunu bu sınıf içinde görmek için ne kadar da çok çaba sarfetmiş ve fedakarlıkta bulunmuştu oysa.
Ortaokul ikiye giden bir oğlu ve lise birinci sınıfa devam eden kızı babalarının isteğini yerine getirecekler miydi acaba?”
Bu ülkenin yarısı birinci ya da ikinci kuşaktan taşralıdır. O nedenle taşralı çocukların sorunu en büyük çocuk sorun grubunu oluşturur. Onun için taşralı çocukların sorununu çözmeden çocuklarla ilgili hiçbir problemi çözemezsiniz. Bunu sakın unutmayın
YORUMLAR
Evet taşrada yaşam belki zor..
Ama sıcacıklar, herşey sevgi dolu...
Çünkü doğayla içiçeler, doğanın kendisi sevgi zaten...
Şimdiki gençlerimize -istisnalar hariç- ben çok üzülüyorum... Ömürleri kocaman bir yalnız içinde geçmekte.. Arkadaş çevresini facebook'taki arkadaş gruplarından ibaret sanmaktalar.. Msn'de yapılan :) işareti bol kahkahanın yerini tutarmı?
Devlet ve vatandaşlar olarak taşra denilen yerleri kalkındırmalıyız, oralarda yaşam standırdımızı sürdürebilmek için illa memur olmak gerekmemeli.. Çiftçi bir çok ihtiyacını karşılayabilecek duruma getirilmeli...
Keşke bütün çocuklarımız mutlu olsa...